Sanat tarihçisi Hal Foster’ın Art-Architecture Complex başlıklı derlemesi,[1] sanatın eğlence endüstrisiyle arasındaki tüyler ürpertici yakınlaşmayı ve etrafındaki (fiziksel, sosyal ya da parasal) yapılarla kurduğu simbiyotik ilişkiyi masaya yatırıyor. “Son dönem sanatı artık edilgin bir nesne olmaktan çıktı […]; zaman zaman, sırf geniş boyutlarından ötürü, kullanılmayan hangarların ve imalathanelerin sanat galerisine dönüştürülmesini tetikledi,” diyor Foster.[2] Yeni müzelerin mimarları da, ona göre, bu müzelerin barındırması gereken sanat eserleriyle yarışa girme hatasına düşüyor: “Bu binaların bazıları o kadar performatif ya da heykelsi ki, sanatçılar partiye geç kaldıkları, asıl olay olup bittikten sonra sahneye çıktıkları hissine kapılabiliyorlar.”[3]
Foster’la kitabı üzerine konuşurken, sanat ile mimarînin bugün yıpratıcı bir “mekân savaşı” içine girdiklerini söylüyor: “Rosalind Krauss, heykelin kendi sınırlarını aşmasını ifade etmek için ‘genişletilmiş alan’ terimini ortaya atmıştı. Ama bugün bu alan, boyutları gitgide daha da büyüyen mimarî çerçeveleri içine alıyor. Bu binalar sadece dev birer ikon olmakla kalmıyor, insana bir tür tehdit altında olduğunu hissettiren, yüce [sublime] ve gerilimli mekânlar da üretiyorlar.” Elbette bu iddia, 18. yüzyılda yaşamış filozof Edmund Burke’ün estetikteki “yüce” kavramına dair tanımını esas alıyor: “acı ve tehlike fikirlerini uyandıran, yani herhangi bir şekilde korkunç olan şey.”[4] Foster devam ediyor: “…günümüz mimarlığı büyük ölçüde insanı mekânda bir beden olarak ezmeyi, insanı ezmek için mekânı kullanmayı istiyor.”
Hal Foster, Dia:Beacon, Guggenheim ve Tate Modern’i, kurumsal yapıların tehditkâr biçimde genişlemesinin örnekleri arasında sayıyor ve bunlara, James Turrell, Bill Viola, Olafur Eliasson gibi sanatçıların eserlerindeki devleşmenin tekabül ettiğini söylüyor: “Hem çağdaş sanatta hem mimarîde, atmosfer ve etki yaratma yönünde güçlü bir eğilim söz konusu.” Yapımcılık harikası olan filmleri seyrederken ya da en son mega alışveriş merkezini gezerken sürekli hayretten irkilme ve aşırı uyarılma hissi peşinde olduğumuzu göz önüne alarak, “mekânın yüceliğinin, bugün pek çok kişi için başlı başına bir estetik deneyim haline geldiğini” ekliyor Foster. Başka deyişle, sanatın yaratılma ve alımlanma sürecinde gerçekleşen, daha geniş bir “deneyim ekonomisi”nin parçası olan mekânsal patlamayı mimarlar da besliyorlar.
Bu iddiaların bazılarını, Rotterdam’daki Office for Metropolitan Architecture (OMA)’nın kurucusu Rem Koolhaas’a yönelttim. Koolhaas kendisini, Kunsthal Rotterdam ve Guggenheim Las Vegas dahil, futbol sahası büyüklüğünde ondan fazla sanat mekânının mimarı olarak tanımlıyor. “Geçtiğimiz yirmi yılda müzelerin boyutları giderek genişledi; Wall Street’teki yükselişle tam orantılı bir büyüme sergilediler,” diyor Koolhaas; bu arada, konuşmalarında bu iddiasını kanıtlamak için gösterdiği bir grafiği işaret ediyor. “Müzeler artık bina olarak değil, küçük birer şehir olarak anlaşılmalarını gerektirecek bir boyuta ulaşıyor.” Nitekim Koolhaas’ın Pekin’deki yeni Ulusal Sanat Müzesi binası için açılan yarışmaya hazırladığı modeller, günümüzün yıldız mimarlarının rağbet ettiği, biçimi işlevin önüne çıkaran plaza dolgularını değil, bir şehir planlamacısının organik kentsel imarını andırıyor.
Sanatçıların, mimarların, galeri ve müzelerin bu “mekân yarışı”nın tetiklenmesinde suç ortakları olduklarına kuşku yok, peki ya biz seyirciler? Bir sonraki dudak uçuklatıcı sanat ve mimarlık heyulasını dört gözle bekleyen görsel tüketiciler olarak bizlerin rolü nedir? Guy Debord’un 1967 tarihli Gösteri Toplumu kitabı şu cümleyle başlar: “Modern üretim koşullarının hâkim olduğu toplumların tüm yaşamı gösterilerin uçsuz bucaksız birikimi olarak görünür. Dolaysızca yaşanmış olan her şey, yerini bir temsile bırakarak uzaklaşmıştır.”[5] Dikkat bozukluğunun müzminleştiği bizimki gibi bir çağda, fark edilir bir kültürel olay yaratmanın tek sağlam yolu, inşa edilen son binadan daha büyüğünü yapmaktır.
Dev sanat totemleri inşa etme fikri, ekonomik durgunluk dönemleri için uygun görünmeyebilir – hatta, Çin’deki görece ucuz işgücü sayesinde Tate Modern’daki Turbine Hall için 100 milyon adet porselen ayçekirdeğinden oluşan dev bir yerleştirme yapabilen Ai Weiwei’nin yaşadığı Uzakdoğu’da bile. Fakat bu tür gösterişli projelerin sırf adı bile, gazete ve dergi manşetlerini işgal edecekleri, dolayısıyla ziyaretçi çekecekleri anlamına gelir. Bugüne dek yapılmış en büyük bilmemne sergisi…, bilmemkimin en şöyle şöyle eserleri…, bugüne dek yapılmış en büyük çelik bilmemne… Böyle şaşaalı etiketler kadar dikkat çeken başka bir şey daha yoktur. Ancak, böylesi dar zamanlarda, bu tür heykel ya da mimarlık gösterilerinin kamuda hayranlık kadar eleştiriye de davetiye çıkarması muhtemeldir. Nitekim Anish Kapoor’un 2012 Londra Olimpiyatları için inşa ettiği ArcelorMittal Orbit’e, basında “Merdaneli Kaydırak”, “Nargile Kulesi” gibi isimler takılmıştır.
Kapoor’un 2011’de Grand Palais’deki “Monumenta” dizisi için yaptığı, ismiyle müsemma Leviathan’ın açılışından önce, sanatçıya neden büyük ölçekte ısrar ettiğini sormuştum. “Bu büyük projeler risklidir,” demişti, “ama aynı zamanda ilginçtir, çünkü ne olacağını bilemezsiniz. Bazı açılardan ölçeğin sanattaki şöhreti kötüdür ama heykelin bir problemi olarak ölçek, mekânla uğraşmada temel meselelerden biridir.”[6]
Anish Kapoor, ArcelorMittal Orbit Anish Kapoor, Leviathan
İsmi böyle dev projelerle özdeşleşmiş bir diğer sanatçı da Richard Serra (o da “Monumenta” dizisi için bir iş yapmıştı). Serra şöyle diyor: “İnsanlar eserlerimi ‘anıtsal’ diye niteliyorlar ama benim hiçbir zaman arazi sanatı yapmak gibi bir derdim olmadı, eserlerimin çoğu yukardan çekilmiş fotoğraflara dayanıyor ve temelde grafik bir nitelik taşıyor.”[7] Başka deyişle Kapoor gibi o da bu tür mekânları üstesinden gelinecek birer sınav olarak görüyor. Sanattaki aşırı büyüme ve spektaküler mimarlık gibi sorunları yine sanatçıların kendilerinin çözeceklerine inanıyor. Hal Foster’ın kitabının sonunda yer verdiği sözlerinde şöyle diyor Serra: “sanat daima mimarlığa müdahale etmenin, onu eleştirmenin, mekânı dönüştürmenin ve aşmanın yollarını bulmuştur. Sanatçılar bunu yapmaya devam edecekler. Çelişkileri kavrıyorlar.”[8]
Rem Koolhaas ise, bu türden dev sanat alanlarının yayılmasının varacağı daha meşum bir sona işaret ediyor. Londra’da, Barbican’da yaptığı bir konuşmada, “Eski sınaî mekânları müzeye dönüştürme işi giderek yaygınlaşıyor ve bu mekânlar gittikçe daha da büyük eserlere ihtiyaç duyuyor” derken, Kapoor’un Leviathan’ı ile bir asır önce Grand Palais’de aynı yeri işgal eden bir zeplinin görüntülerini yan yana koyarak aralarındaki görsel bağlantıya işaret ediyor. “Sonunda, bu devasa mekânları ele geçirecek güç ve kuvveti sergilemeye ancak bir kıyamet sanatının [apocalyptic art] muktedir olduğu sonucuna vardım.”
Kıyamet. İnsanın aklına Hollywood’un afet filmleri geliyor; gerçekten de, böyle bir aşırılık estetiğinin günümüzün mekânsal tercihlerine en iyi uyan estetik olması, belki de sanatın eğlence olarak kabul edilmesindeki artışı göstermektedir. Açık bir ret, bu aşırı üretime tek çare olabilir. Santiago Sierra’nın yaptığı gibi: Sanatçının halen devam eden “NO, Global Tour” başlıklı kamusal sanat projesi, Damien Hirst’ün benek resimlerinden daha fazla yer (şu ana kadar 40 şehir) gezdi ve dünyanın en çok görülen çağdaş sanat eseri olmaya doğru ilerliyor. Toplamda yaklaşık yarım ton çeken iki dev harfin, Arial stilindeki N ve O harflerinin diyar diyar gezdirilmesi, Sierra’ya göre, “her yerde iyi görünen evrensel bir sembole” denk düşüyor.[9] Sierra’nın “HAYIR”ı, bizi, sanat toplumsal bir işlevi yerine getirmediğinde sesimizi yükseltmeye çağırıyor. Bu yönüyle, büyüklüğün, gösterinin ve kapsam genişliğinin zorbalığına karşı bir isyan niteliği taşıyor. Son tahlilde önemli olan, eserinizin ya da isminizin büyüklüğü değil, ne söylediğiniz olmalı.
Ossian Ward, sanat eleştirmeni ve Time Out London dergisi görsel sanat editörü. Yazarın, Art in America dergisinde yer alan "Scaling Up" başlıklı yazısından kısaltılarak çevrilmiştir.
http://www.artinamericamagazine.com/features/scaling-up/2/
[1] Hal Foster’ın bu kitabı, önümüzdeki aylarda İletişim Yayınları sanathayat dizisi kapsamında yayınlanacak – ç.n.
[2] Hal Foster, The Art-Architecture Complex, (Londra ve New York: Verso, 2011) s. ix.
[4] Edmund Burke, A Philosophical Enquiry into the Origin of Our Ideas of the Sublime and Beautiful, (Oxford: Oxford University Press, 1990) s. 36.
[5] Guy Debord, The Society of the Spectacle, çev. Ken Knabb (Treason Press, 2002) s. 6. [Türkçesi: Gösteri Toplumu, çev. Ayşen Ekmekçi ve Okşan Taşkent (İstanbul: Ayrıntı, 2006) s. 35.
[6] Anish Kapoor, aktarıldığı yer: “Size Matters: Anish Kapoor and Richard Serra”, Time Out London, 16-22 Ekim 2008, s. 53.
[8] Aktaran Foster, The Art-Architecture Complex, s. 244.
[9] Hans Ulrich Obrist’le görüşme, Lisson Gallery, Londra, 31 Ocak 2012.