Madonna’dan Transformella’ya: Üre(t)menin Ağırlığı

Berlin’in sözümona hip(ster) mahallesi Neuköln’de karşıma çıkan bir anne hiç beklemediğim bir anda, bir dakikalığına tutmam için oğlunu kucağıma tutuşturuverdi. Besbelli ki bir dağınıklıkla cebelleşiyordu. Üzerindeki inanılmaz yüke rağmen her işe birden yetişmeye çalışıyordu.

Berlin sokaklarında güneşin altında ışıldayan tüm bu genç ve çekici ebeveynleri, mutluluk içinde etrafta koşuşturan güzel yavrularını seyrederken bazen düşünmeden edemiyorum... Annelik/anne olma arzusu toplumun beklentileri sonucunda öğrenilmiş bir arzu mudur yoksa gerçekten bir hayal midir? “Motherhood Today” (Günümüzde Annelik) başlıklı makalesinde Julie Kristeva “çocuk sahibi olmama arzusu”ndan bahseder. Acaba bu annelerin kaçı anne olmak için yanıp tutuşuyordu? Nihayetinde ‘bağı’ kuran hormonlardır. Bir kez ovülasyon gerçekleşti mi sihirli bir değnek dokunmuşçasına kadının bedendi başkalaşıverir ve yeni varlığa hazır hale gelir. Bana gelince, çocukluğumdan bu yana anne olmak gibi bir arzum olmadı. Bir gün, yeni tanıştığım üç kişiyle anne karnındaki bebek hakkında sohbet ederken, ağzımdan ürkütücü lafı çıkıverdi. Gözler fal taşı gibi açıldı... Kadın bedeninde bir insan olduğum için hiç tereddütsüz doğurmam bekleniyordu benden. Özcülük, kadınlık deneyimimi biyolojiye indirgiyordu.   

Ne yazık ki, kadınlar yalnızca kişisel hayatlarında değil aynı zamanda filmlerde ve medyada da toplumsal beklentilerle karşılaşıyorlar. MOMA’nın Connection serisine katılan Jean Sorabella’nın annelik hakkındaki konuşması sırasında perdeye tarihteki kusursuz anne figürleri yansıtılıyordu. Tüm bu ideal anneleri –Bellini ve Tiziano’nun Meryem Ana ve Çocuk İsa tabloları (ilki 1480lerin sonu, ikincisi 1510), Mary Cassatt’ın Anne ve Çocuk tablosu (1889), vesaire– yad eden konuşmacı “idealleştirilmiş anne tasvirlerinden esin alıyordu”.  Yalın, sessiz duruşları ve yumuşak tenleriyle bu kadın temsilleri alın yazımız haline gelmiştir.

 

      

      Bellini, Meryem Ana ve Çocuk İsa  

 

Kadınlar, süperkadın olmanın ağırlığı altında eziliyor: hem iyi bir kariyer sahibi olacaksın, hem de bedavaya ev işi yapacaksın, güçlü bir karaktere sahip sevgi dolu bir anne olacaksın, ama seksîliği de elden bırakmayacaksın. Sotheby’s Enstitüsü Fotoğraf Bölümü direktörü Susan Bright “Magazin haberlerinde annelerin gittikçe daha çok görüntülendiğini ve bu görüntüler yoluyla, alttan alta, “doğru olanın” kariyer yapmanın yanı sıra çocuk da yapmak olduğu yönünde bir mesaj iletildiğini fark ettim [...] Buna koşut olarak, konuyla ilgili metinlerin çoğu, mükemmellik arayışındaki bir anneye, yerine getirilmesi mümkün olmayan sorumluluklar yüklüyor gibi gelmeye başladı,” diyor. Bedenler denetleniyor, normalleştiriliyor; belirli bir form almaları bekleniyor. Neyin doğru neyin yanlış olduğuna ilişkin toplumsal yargılardan kaynaklanan ötekileştirme dolayısıyla deneyimler sansürleniyor – bedenler kodifiye ediliyor.

 

Satılık Rahimler, Göçmen Bebek-Bedenler

Üreten bedenler, doğurganlık ve üreme üzerine dönen muhabbet, bilim-kurgu filmlerini akla getirir cinsten. Savaş ne kadar korkutucuysa tüp bebek (in vitro fertilizasyon, IVF) piyasası, yumurta ve sperm bağışı ve taşıyıcı annelerin sorunları da bir o kadar korkutucu. Bir yandan, eleştirellikten nasibini almamış kimi insanlar yeni teknolojilerin üreme alanında bir devrim gerçekleştirdiğine inanıyor – tüp bebek konusunda kaleme aldığı “The Divorce of Coitus from Reproduction” (The New York Review of Books, Ekim 2014) başlıklı makaleden de anlaşılacağı üzere, Carl Djerassi bu insanlardan biri. Öte yandan, üremenin ekonomisi kafalarda soru işaretleri yaratıyor. Meseleye bu açıdan yaklaşan performans sanatçısı Johannes Paul Raether’in üzerinde çalıştığı konulardan biri üreme endüstrisi/emeği [OK]. Raether’in yarattığı fütürist karakter Transformella, Queen of Debris (Enkaz Kraliçesi) –şeker pembesi cildi, lateks kostümü ve üzerinde şirin fil resimleri olan peleriniyle kadın-erkek arası bir figür– “endüstriyel üreme, kendi kendini kopyalayan makineler, liberal öjeni ve trans-insan kapitalizmin çerçevesini belirleyen kolektif tahayyüller gibi çetrefil meseleler” üzerine bir ders anlatıyor. “Potansiyel geleceklerin taşıyıcı annesi” Transformella, pusetlerin ana gövdelerinden çatılmış bir sahnede biyo-etik meseleleri hiç dert etmeden, taşıyıcı annelik, insan üremesinin endüstrileşmesi ve metalaşması gibi meseleler üzerinde duruyor. Transformella bilginin kaynağı, dersin hocası rolünde.

 

     

      Transformella

 

Ders çeşitli videolarla ve eylemlerle destekleniyor: bir yanda Oprah Winfrey Show’un taşıyıcı annelik konulu bölümü gösteriliyor; öte yanda Transformella, Oprah Winfrey’in o günkü konuğu Dr. Patel’le röportaj yapıyor; fütürist karakterimiz meme benzeri bir nesneden dinleyicilere süt ikram ediyor; Donna Harraway’in Siborg Manifestosu’ndan (1985; Agora 2006) bir pasaj okunuyor; bir videoda, Princeton Üniversitesi Moleküler Biyoloji profesörü Lee Silver “homo sapiens’in, genetiği değiştirilmiş yeni sürüm insanlar ve eski sürüm insanlar, yani dezavantajlı sınıf olarak ikiye ayrılacağı”na yönelik öngörüsünü dile getiriyor. Bir başka videoda ultrason odasında iki anne görüyoruz. Müstakbel annenin çok güçlü bir Amerikan aksanı var; odada sevinç çığlıkları atıyor, kocasına bebeğin sağlıklı olduğunu müjdeliyor. Bu sırasında, karnı burnundaki taşıyıcı anne katıksız bir sessizlik içinde uzanıyor. Ve kaçınılmaz soru: biyolojik olarak bebeğe bağlı olamayan birinin böylesi bir coşku yaşaması nasıl mümkün olabilir? Bir videodan ötekine geçerken pembe Transformella insan üremesinin ekonomisini açıklıyor, fetüslerin küreselleşmesinden bahsediyor. Şöyle buyuruyor: “19. yüzyıl tarzı imalat 21. yüzyılın Rahim Fabrikalarıyla geri dönüş yapıyor. Küresel doğum piyasasında hamilelik, bir çocuk üretmek için gereken zaman ve fiziksel emek, ekonomik bir kategoriye dönüşüyor”. 

Rahimler satılığa çıktı! Göç eden yalnızca bebek-bedenler değil, aynı zamanda dolarlar ve avrolar. Muhafazakâr zulüm, önceden biçilmiş roller; saklı, kapana kısılmış, sessiz varlıklar... Acıklı ama neredeyse sıradan bir hikâye. “Fütürist tandanslı bir komünist” olan Transformella, Lenin’i anımsıyor ve  “Ne yapmalı?” diye soruyor. Ona göre, yapılması gereken yeni gelişen bu mekanizmayı temellük etmek ve yeni üreme modelleri üzerine çalışmak; romantik ilişkileri ve çekirdek aile mefhumunu bir kenara koyup “ebeveynliğin teknolojik olarak desteklendiği, çok-cinsiyetli, çok-toplumsal cinsiyetli” komünler kurmak. Raether’in performansı yalnızca içeriği bakımından değil –(neo)kapitalizmin heteronormatif yaklaşımını eleştiren bir performans– aynı zamanda kelimelerle nevi şahsına münhasır kombinasyonlar yapıp yeni bir terminoloji ürettiği için de oldukça ilginç: “teknolojik-üreme avangardı, üreme-devrimcisi, tekno-distopik arzu, üreme temelli komünal kabile yapıları...”    

 

O bildik fısıltı: Doğur

Hep beraber basit bir soru üzerine düşünelim: Muhafazakâr politikacıların aklına kürtaj konusunda yorum yapmak gelir de taşıyıcı annelik hakkında neden hiç konuşmazlar? Federal İstatistik Dairesi’nin 2006 yılı raporuna göre Almanya nüfusu daralıyor –“2003 senesinde nüfus daralmaya başladı”– ve bundan sonra daha az doğum, buna mukabil daha çok ölüm olacak.

2008 yılında Almanya’da düşük doğum oranlarıyla mücadele adına yeni düzenlemelere gidildi: hükümet çocuk başına ailelere para ödemeye başladı ve çalışan kadınlara çocuk bakımında kolaylıklar tanındı. Hükümetin “doğurun” diye fısıldıyor olmasının sebebi ekonomik kaygılar olmasın? Bütün çiftlerin bebek istilasına uğramasının sebebi bu olabilir mi? Federal İstatistik Dairesi’nin 2009 yılında yayınladığı rapora göre “doğum oranları düşük seyretmeye devam edecek”. Muhazakâr parti son bombasını 2012’de patlattı: Herdpraemie – çocuklara bakmak, temizlik ve yemek yapmak için işten ayrılıp evde kalacak ebeveyne daha da çok para verilmesini öngören yeni bir düzenleme. Birebir çevirisi “ocak/fırın-ikramiye”... Tahmin edin kim evde oturacak? Erkeklerin de artık bebek bezi değiştirdiği gerçeğinden hareketle günümüzde kadınlarla erkeklerin eşit olduğunu ve kadınların üzerinde evde oturmalarına yönelik bir baskı olmadığını söyleyecek kadar safdil biri varsa ‘nasihat edebiyatına’ bir göz atabilir: mesela Lady’s Home Journal gibi yemek ve anne-bebek dergilerine.    

 

     

Berlin’de bir kadın geleneksel Bavyera kıyafetleri ve kocaman bir Merkel maskesiyle Herdpraemie yasa tasarısını protesto ediyor.

 

Türkiyeli bir kadın olarak bu noktada Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın beyanlarına değinmeden edemeyeceğim. Bilge (!) politikacı, 85 milyonu aşkın bir nüfusa (dünya nüfus sıralamasında 18. ülke) en az üç çocuk doğurmalarını, üremeye devam etmelerini salık veriyor. Bir toplumdaki beklentiler o ülkenin politikasıyla çok yakından ilişkilidir. Yaşadığınız ülkenin bir hesabı olmayagörsün, bir bakmışsınız girdaba sürüklenmişsiniz – bam! Mikro-politika her yerdedir: Komşumuzun sabah selamında, okuduğumuz dergide, sevgilimizin beklentilerinde, akrabalarımızın kahkahasında, satın aldığımız arabada, oturduğumuz evde. Listeyi uzatmak mümkün.

Mesele çocuk sahibi olup olmamak değil; mesele kadın ve erkek bedenlerini şekillendiren tüm o tavırlar ve dil, o devasa piyasa; insan üremesinin metalaşması; kadına özü itibariyle biçilen üreme makinesi rolü; maviler ve pembeler, J.I. Joe’lar ve Barbiler doğurmak/üretmek. Lütfen World Population Clock (Dünya Nüfus Saati) sitesine bir göz atın. Neredeyse her saniye yeni bir doğum oluyor. Bugün 224.369 kişi doğmuş (sayı sürekli ve çok hızlı bir şekilde artıyor) 92.618 kişi ölmüş (sayı yavaş bir şekilde artıyor). Bu seneki dünya nüfus artışı 60.977.938. Ve bu satırın yazıldığı sırada bu sayı çoktan arttı bile.

Başka bir gün. Neuköln’de bir süpermarkette bir bebek deli gibi ağlamaya başlıyor; anne ne yapacağını şaşırıyor. Tesadüf eseri tam o sırada John Lennon rahatsız edici derecede pozitif, basmakalıp şarkısını söylüyor: “You may say I’m a dreamer but I’m not the only one”[1]... Bense ekmeklere bakıyorum.

Esas soru şu: ne zaman kurtulacağız bu uyurgezerlikten?

 



[1] “Hayal âleminde olduğumu düşünebilirsiniz, ama yalnız değilim.”