Modern propaganda nedir? Çoğuna göre, totaliter bir devletin yalanlarıdır. 1970’lerde Leni Riefenstahl’la tanışmış, kendisine Nazileri yücelten epik filmleri hakkında sorular sormuştum. Riefenstahl, o dönem için devrim niteliğindeki kamera ve ışık tekniklerini kullanarak, Almanları cezbeden bir belgesel biçimi yaratmış; İradenin Zaferi adlı filmi, Hitler’in kitleler üzerindeki büyüsünü pekiştirmişti.
Riefenstahl bana filmlerindeki “mesajlar”ın “tepeden verilen emirlere” değil, Alman halkındaki “itaatkâr boşluğa” dayandığını söylemişti. Buna, liberal, eğitimli burjuvazi de dahil miydi diye sorduğumda, “Herkes dahildi,” diye cevap vermişti.
Bugün bizler itaatkâr boşluk diye bir şeyin olmadığına inanmayı tercih ediyoruz. Bugün her yerde “özgür seçim” var. Telefonlar, düşünceleri daha nüve halindeyken yayan birer “platform”. Google her ihtiyacınız olduğu an yanınızda. Riefenstahl’ın itaatkâr boşluğu bugünün dijital köleliği.
Edward Said Kültür ve Emperyalizm’de bu durumun emperyalizmi donanmaların asla ulaşamayacağı yerlere taşıdığını söylemiştir. Bu, toplumsal denetimin doruk noktasıdır çünkü gönüllü olarak işler, bağımlılık yaratır ve kişisel özgürlük yanılsamasıyla üzeri örtülür.
Günümüzün korkunç eşitsizlik, toplumsal adaletsizlik ve savaş “mesajı”, liberal demokrasilerin propagandasıdır. Hugo Chavez buna meydan okuduğunda saldırıya uğradı; halefi de, Amerikan Girişim Enstitüsü’nün ve Amerikan liberalizmini şiar edinmiş “insan hakları” örgütlerinin aynı gayretkeş mensupları tarafından alaşağı edilecek. Tarihçi Norman Pollack buna “liberal faşizm” diyor. “Dışardan baktığınızda her şey sıradan görünüyor,” diye yazıyor Pollack. “Halbuki tek yapmanız gereken, uygun adım Nazi askerlerinin yerine daha zararsız görünen total kültürün militarizasyonunu koymak. Haşmetli önder yerine de, güleryüzlü reformisti koyun: Beyaz Saray’da yüzünde gülümsemesi eksik olmadan cinayet planları yapan reformisti.”
Bir kuşak önce muhalefet ve keskin taşlamalar “ana-akım” medyada yer bulabiliyordu, şimdiyse ancak bunların sahtesine izin veriliyor ve riyaya dayalı bir Zeitgeist hüküm sürüyor. “Kimlik” denen heyula, feminizmi bozuyor ve sınıfın hükmü kalmadığını ilan ediyor. “Sivil zaiyat” nasıl kitlesel katliamın yerine geçiyorsa, “kemer sıkma” da kabul gören bir yalan haline gelmiş durumda. Tüketimcilik cilasını biraz kazıdığınızda, altından, Manchester şehrinin dörtte birinin “aşırı yoksulluk” koşullarında yaşadığı gerçeği çıkıyor.
Hollywood halihazırda, liberallerin öncülüğünde, Soğuk Savaş dönemindeki rolünü yeniden üstleniyor. Ben Affleck’in Oscar ödüllü Argo filmi propaganda sistemiyle o kadar bütünleşmiş ki, alttan alta verdiği, İran’ın bir “tehdit” olduğu yolundaki mesajı, açık açık Obama’nın İran’a saldırma hazırlığı içinde olduğu şeklinde yorumlanabiliyor. Elbette filme övgüler yağdıranların hiçbiri, Affleck’in “iyi adamlar kötü Müslümanlara karşı” şeklinde özetlenebilecek “gerçek hikâyesi”nin de, en az Obama’nın savaş gerekçeleri kadar uydurma olduğundan bahsetmiyor. Bağımsız eleştirmen Andrew O’Hehir’in dediği gibi, Argo “gerçek anlamda bir propaganda filmi, tam da her türlü ideolojiden azade olduğunu iddia ettiği için”.
Oysa gerçek hikâye şu: ABD dış politikasının elitleri, 34 yıldır, en sevdikleri despotlardan biri olan İran Şahı'nı ve onun CIA eliyle tasarlanmış işkence devletini kaybetmiş olmanın hıncıyla yanıp tutuşuyorlar. İranlı öğrenciler 1979’da Tahran’daki Amerikan elçiliğini işgal ettiklerinde, İsrailli bir casus şebekesinin ABD topraklarında faaliyet yürüttüğünü ve çok gizli bilimsel ve askerî bilgileri çaldığını gösteren belgeler bulmuşlardı. Bugün Ortadoğu’da bir nükleer tehdit varsa, bu İran değil, ABD’nin ikiyüzlü Siyonist müttefikidir.
1977’de, Watergate skandalı üzerine yaptığı haberlerle tanınan Carl Bernstein, ABD’de çoğu liberal eğilimli medya kuruluşlarına mensup 400’den fazla gazeteci ve yöneticinin son 25 yıldır CIA için çalıştığını ortaya çıkardı. Bunlar arasında New York Times, Time ve büyük televizyon kanalları vardı. Günümüzde böyle kirli işler çevirmeye gerek yok. 2010’da New York Times Wikileaks belgelerinin sansürlenmesinde Beyaz Saray’la işbirliği içinde olduğunu ayan beyan açıkladı. CIA’in bünyesinde bir “eğlence sektörü irtibat bürosu” var; yönetmenlere ve yapımcılara, hükümetleri devirip uyuşturucu trafiğini yönetmekle meşgul bu cinayet şebekesinin imajını nasıl baştan yaratacaklarını öğretiyor. Obama’nın CIA’i insansız uçaklarla cinayetler işlerken, Ben Affleck “her gün Amerikalılar için kendilerini feda eden gizli servis üyelerine” şükranlarını sunuyor. Kathryn Bigelow’un, işkenceyi aklayan, Oscar ödüllü Zero Dark Thirty filmi de Pentagon’un onayını taşıyor.
Britanya’da gişe hasılatlarının yüzde 80’i ABD yapımı filmlere aittir; bu yüzde içinde zaten küçük bir oranı oluşturan Britanya yapımı filmlerin çoğu ise ABD ortak yapımıdır. Avrupa’dan ve diğer ülkelerden filmlerin sadece çok küçük bir kısmını seyretmemize izin verilir. Yönetmenlik kariyerim boyunca görsel sanat alanında muhalif seslerin bu kadar az olduğu ve bu kadar kısık çıktığı bir dönem daha hatırlamıyorum.
Gallup araştırma şirketine göre, Amerikalıların yüzde 99’u İran’ın kendileri için bir tehdit olduğunu düşünüyor; tıpkı çoğunluğun, 11 Eylül saldırılarından Irak’ın sorumlu olduğuna inanmış olması gibi. “Propaganda hep galip gelir,” demişti Leni Riefenstahl, “yeter ki izin verin…”
John Pilger’ın 14 Mart 2013’te New Statesman’da yayınlanan “The New Propaganda is Liberal, The New Slavery is Digital” başlıklı yazısından kısaltılarak çevrilmiştir. Yazının tamamı için bkz. http://www.newstatesman.com/politics/politics/2013/03/new-propaganda-liberal-new-slavery-digital
John Pilger, Londra’da yaşayan Avustralyalı araştırmacı-gazeteci ve belgesel yönetmeni. Daily Mirror gazetesinde ve New Statesman dergisinde yazıyor.