Avrupa Birliği kültür politikalarında “kültürlerarası diyalog” önemli bir yer teşkil ediyor. Avrupa Komisyonu’nun internet sayfasına göre, kültürlerarası diyalog “AB’nin önceliklerinden biri olmaya devam etmekte”[1] ve yakın zamanda yayınlanan tebliğlerin bazılarında da bahsi geçiyor.[2]
AB belgelerinde bu meselenin neden öncelik teşkil ettiğine dair bir açıklamaya rastlamak daha zor. Ama belki de, söz konusu kavramın önemini ortaya koyan bu türden bir açıklama okuyucuların çoğuna fuzuli gelecektir. Ne de olsa, kültürel çeşitliliğin günümüz toplumlarının karşısında duran en büyük sınavlardan biri olduğu konusunda genel bir mutabakat var. Farklı aktörler bu sınavla farklı şekillerde başa çıkmaya çalışıyor: Popülist sağ, sorunlara vurgu yapıp kültürel önyargıları körüklerken, kültürlerarası diyalog taraftarları benzer bir söylemi ters çevirip olumlu bir hale sokmaya çalışıyor. Her halükarda, iki taraf da kültürün ve kültürel çeşitliliğin önemi konusunda hemfikir; kültürel çatışmaları, farklı değerleri, çoğunluklarla azınlıklar arasındaki gerilimleri anlatmak suretiyle kültürün önemine dair ampirik kanıtlar sunabiliyorlar. Ve, iki tarafın da amacı bu sorunları ortadan kaldırmak – birincisi çözümü kültürel türdeşlikte, ikincisi ise kültürlerarası diyalogda görüyor. Bu hedefleri meşrulaştırmak için, özgül kadın, erkek ve toplum imgeleri öne sürülüyor ve kültürel sorunların çözümünün Avrupa toplumlarının ve vatandaşlarının (tümü olmasa da) pek çok sorununu çözeceği varsayılıyor.
Böylece, ırk farklılığı –günümüzde meşruiyetini kaybetmiş bir kategori–söyleminin yerini kültürel farklılık söylemi ve farklı kültürlerin karşılaşmasından doğan sorunlar almış oldu. Bu şüphesiz (normatif politik anlamda olduğu kadar bulgusal açıdan da) olumlu bir gelişme, zira su götürür biyolojist anlayışlardan vazgeçilip, özgül gelenekler, değerler ya da kurumlar gibi toplumsal gelişmelere odaklanılması iyi bir şey.
Fakat, kültür kavramı birçok bakımdan yerinden ettiği ırk kavramına benziyor.[3] Her şeyden önce, kültürlerin kesin olarak tanımlanıp birbirlerinden ayrılabileceğini ima ediyor. “Kültürlerarası” terimi bunu açıkça ortaya koyuyor – burada mevzu bahis olan kültürler-aşırı gelişmeler ya da melezleşme değil, kültürler arasındaki sınırları aşan iletişim. Kültürleri tanımlayan da uzun ömürlü olmaları ve kendi kendileriyle tutarlı olmaları.
“Her sabah kapitalizmin yanlış tarafına kalkıyorum”
Uzun vadeli sürekliliklere odaklanan tarihsel anlatıların belirli bir inandırıcılığı olabilir; fakat, politik söylemler bu sürekliliklere çoğunlukla politik hedeflerine ulaşmak için başvururlar, tarihe olan ilgilerinden dolayı değil. Dolayısıyla, bizi ilgilendiren bu söylemlerin işlevleridir. Popülist sağın bakış açısı ile Avrupa Komisyonu’nunkini yan yana koyduğumuzda bu söylemlerin politik işlevlerinden birini kolayca tespit edebiliriz: politik projeleri için meşruiyet ve destek arayışı. Popülist sağ, oy kullanma izni olmayanları dışlamaktan sağlanacak faydalar olduğunu temin ederek oy kullanma izni olanların sempatisini kazanabilir. Avrupa Komisyonu ise, asli unsurlarından biri serbest dolaşım olan çokuluslu AB yönetimine taraftar kazanmak için olumlu bir kültürlerarası ilişkiler imajına ihtiyaç duyar. Dahası, bu yönetimin meşruiyet kazanabilmesi için kültürlerarası ilişkilerin en azından potansiyel olarak pürüzsüz olması ve ilgili tarafların hepsine yarar sağlaması gerekir. Öyleyse, “tahakkümsüz iletişim”i (Jürgen Habermas) akla getiren “diyalog” kavramının da bu bağlamda oldukça açık bir işlevi vardır. Dolayısıyla, ırkçılık karşıtlığının yerine kültürlerarası diyaloğun geçmesiyle beraber kültür biyolojiyi hükümsüz kılmış olur. Ve biz de böylece, (potansiyel) çatışmalar ya da ayrımcılık hakkında konuşacağımıza, karşılıklı ilişkiler geliştirmeye yönelik ortak hedefimizden bahsetmeye başlarız.
Kültür ve kültürlerarası diyalog üzerine dönen söylemlerin işlevleri herkesçe malumdur. Fakat bu noktada, bu analizi bir adım daha ileri taşımak istiyorum. Bu yazının temel argümanı şu: Çatışmaları ve sorunları kültürel farklılıkların bir sonucu olarak görmek, günümüzde olağan kabul edilmekle beraber esas itibariyle olanaksız bir birleşime –demokrasi ile kapitalizmin birleşimine– meşruiyet kazandırmaya yarayabilir.
Güncel söylemler “kapitalizm” yerine “piyasa toplumu” kavramını tercih ediyor – bunun da bir sebebi var. “Piyasa toplumu” terimi meta satıcıları ile alıcıları arasında eşit ilişkiler olduğunu ima eder. “Kapitalizm” terimi ise, sistem bünyesindeki farklı yapısal eşitsizliklere işaret eder. Bu eşitsizlikler –sermayedarlarla işçiler, küçük ölçekli sermayedarlarla büyük şirketler, sözleşmeli işçilerle geçici işçiler, alıcılarla satıcılar arasındaki eşitsiz ilişkiler– özgürlük ve eşitliğe dayalı bir sistemle çelişir. Ama işin aslı, refah seviyelerindeki ve toplumsal pozisyonlardaki eşitsizlik kapitalist sistemin ayrılmaz bir parçasıdır.
Bu tür eşitsizliklerin tartışmaya açıldığı ender zamanlarda fatura hep ekonomik sistem dışındaki alanlara –mesela, kültür alanına– kesilir. Eşitsizliği kültürel farkların bir sonucu olarak gördüğünüz takdirde çözümü de yine kültürde ararsınız: Sorun, ya kültürleri kökten birbirinden ayırmakla ya da kültürlerarası diyalog yoluyla çözülecektir. Her iki yöntem de kültürel sorunların üstesinden gelindiği takdirde ulusal ya da uluslarüstü toplumdaki temel eşitsizliklerin ortadan kalkacağı varsayımına dayanır – ve açıkça görüldüğü üzere, her iki yöntem de nihayetinde başarısızlığa uğrar.
Gelgelelim, sonunda akamete uğrasalar da, iki yöntem de sosyo-ekonomik eşitsizlik meselesini farklı bir oyun alanına –kültürün alanına– çekmeyi başarır. Bu durumdan en kârlı çıkan taraf da popülist sağ olur: Tek yapması gereken, göçün olmadığı bir toplumda sosyo-ekonomik eşitsizlikten mustarip millî yurttaşların refah seviyelerinin yükseleceğini iddia etmektir.
Kültürlerarası diyalog kavramı ise, değerini ispat ettiği takdirde ciddi başarılara imza atabilir. AB’nin internet sayfaları verimli karşılaşmalardan, canlı kentsel mekânlardan ve karşılıklı anlayıştan doğan başarı hikâyeleriyle doludur. Dahası, göçmenlerin bireysel başarı hikâyeleri farklı kültürlerden ve etnik kökenlerden gelen insanlar arasındaki eşitsizlikleri aşmanın mümkün olduğunu ortaya koyar.
Fakat, bu söylemin aynı zamanda ekonomik bir işlevi de vardır: İyi eğitimli ve yetenekli göçmenleri kendilerine uygun mesleklerden ve pozisyonlardan dışlamak kapitalist üretim tarzı açısından bariz bir işgücü kaybıdır. Aynı şekilde, kadınları işgücü piyasasından dışlamanın da verimsizliği ortadadır – ki bu verimsizlik, son yılların toplumsal cinsiyet politikaları sayesinde büyük ölçüde giderilmiştir (bu politikaların gündeme getirilmesinde ve uygulanmasında Avrupa entegrasyon projesinin de azımsanamayacak bir payı var). Toplumsal cinsiyet ya da etnik/kültürel köken ayrımı gözetmeksizin herkesi işgücü piyasasına dahil etmek eşitliği geliştirir; ama bunun bariz bir ekonomik işlevi de vardır. Dolayısıyla, bu, ekonomi aracılığıyla (ulusal sınırlar ve geleneksel önyargılarla sınırlanmamış bir kapitalizm biçiminin teşvik edilmesiyle) politik sistemleri dönüştürmeyi hedefleyen Avrupa entegrasyonunun başlangıçtaki amacıyla oldukça tutarlı bir politikadır.
“Tehcir Makinesini İşgal Edin”
Bu açıdan baktığımızda, Avrupa Komisyonu’nun son yıllarda Avrupa entegrasyon projesine kültürel bir boyut katma gayretlerini bir paradigma değişiminden ziyade baştaki projenin devamı olarak görebiliriz. “Dünyanın en başarılı ve dinamik bilgiye dayalı ekonomisi”[4] olmaya oynayan bir AB, kimi önyargılarından ve köhnemiş geleneklerinden kurtulmak zorundadır. Milliyetçi sağcı holiganlardan dayak yedikleri müddetçe Hindistanlı bilgisayar uzmanlarına verdiğiniz Mavi Kart’tan umduğunuzu bulamazsınız.
Gel gör ki, ekonomik açıdan zararlı olmayan önyargı ve eşitsizlik biçimleri de vardır. Her daim yaratıcı ve yenilikçi potansiyellerini geliştiren, bilgiye dayalı bir ekonomide bile birilerinin, nüfusun temel ekonomik ve toplumsal ihtiyaçlarını karşılaması gerekir. Bilgi emekçilerini ve yaratıcı işçileri besleyecek meyve sebzeyi ekip biçecek, akrabaları hayat boyu öğrenim süreciyle kendilerini ve ekonomik verimliliklerini geliştirmekle meşgulken çocuklara ve yaşlılara bakacak birilerine ihtiyaç vardır.
Ve, tabii ki, bahsi geçen temel ihtiyaçların mümkün olan en düşük fiyata karşılanmasında hem kapitalist kâr açısından hem de işgücünün yaşam standartları açısından fayda vardır. Fakat, Marx’tan beri bildiğimiz üzere emeğin maliyetini düşürmenin de bir sınırı vardır – düşük bir sosyal statüye sahip olan kol emeği söz konusu olduğunda dahi. Ücretler, emeğin yeniden üretim maliyetini karşılamak zorundadır – bu maliyet de, belirli bir dönemdeki ortalama yaşam standardı baz alınarak hesaplanır.
Marx, uluslararası ticaret ilişkilerini ve dolayısıyla, daha düşük yaşam standartlarına sahip ülkelerden ürün satın alarak yeniden üretim maliyetlerini düşürme ihtimalini hesaba kattığı halde bir başka çözüm yolunu gözden kaçırmıştır: yaşadıkları ülkenin nüfusunun, ve dolayısıyla emek gücünün resmî bir parçası olarak kabul edilmeyen insanlar. Elinin altında bu türden bir emek gücünü barındıran kayıtdışı/düzensiz bir emek piyasası olduğu için AB oldukça kazançlı bir konumda. Üstüne üstlük, bu işçiler kabul edilebilir ücretler için mücadele etmelerini mümkün kılacak politik araçlardan mahrum olduklarından ve emeklerinin yeniden üretim maliyetini karşılamak gibi bir ekonomik ihtiyaç olmadığından bu emek gücünün maliyeti epey düşük. Ekonomik açıdan, bu insanların bazılarının açlıktan ölmesinde, hastalanıp yatağa düşmesinde ya da sınırdışı edilmesinde hiç bir mahzur yok – ne de olsa ortalıkta onlardan daha çok var; sınırı aşmaya çalışanları da cabası.
Bu fenomen hakkındaki söylemlerde genelde kültür ya da etnisite lafı geçmez. Çağdaş kölelik biçimlerini meşrulaştırmak için ırksal ve kültürel söylemlerden ziyade hukuki söylemlere başvurulur: Sorun kölelerin aşağı ırktan ya da kültürden gelmiş olmaları değil, hukuki konumlarıdır – yani, yasadışı olmaları. AB’ye izinsiz olarak girdiklerine göre buradaki varlıkları hukuka aykırıdır – demek ki mesele yapısal ve hayati bir eşitsizlik değil, tek tek bireylerin hukuki statüleridir.
Ne var ki, kapıdan kovulan kültür (veya etnisite ya da basitçe “ötekileştirme”) bacadan girer. Nasıl olur da bir insan yasadışı olur? Yasadışı davranmaktan değil, bizzat varlığın yasadışı olmasından bahsediyoruz. Bu, ancak, radikal ve kökten millîci (ya da millîleşmiş Avrupalı) bir bireysel haklar anlayışıyla mümkün olur. Fakat, böylesi bir anlayış meşru gözükmek için basit bir yasadan daha sağlam bir normatif temele ihtiyaç duyar – onu da, bazı insanları insan-olmayan varlıklar, ya da, en azından, insan hakları olmayan varlıklar olarak tahayyül etmeyi mümkün kılan kökten ötekilik, yabancılık anlayışında bulur.
“Hiç kimse yasadışı değildir”
Farklı insan toplulukları (ister ırklarına ister kültürlerine göre tanımlansınlar) arasındaki asli ve sabit farklarla bölünmüş bir dünya imgesi, zihinlerimizde o kadar uzun zamandır yer etti ki artık bu imgeyi işlevsel kılmak için açık seçik ifade etmek bile gerekmiyor. Bunun da ötesinde, “kültür” teriminin ikircikliliği, rölativist ve hiyerarşik anlayışlar arasında gidip gelmesi, bu kavramın, yerine göre, içermek ya da dışlamak, eşitlik sağlamak ya da köklü eşitsizliği tesis etmek amacıyla devreye sokulmasına imkân tanır; kavramın esnekliğini iyice pekiştirir.
Kayıtdışı işçilerle ilişkimizde kültürlerarası diyalog filan yok. Diyalog, karşılıklı çaba gerektirir. Bu türden bir çabayı diyelim ki Hindistanlı bilgisayar uzmanlarından beklemek gayet makulken, kayıtdışı işçiler, tanım itibariyle, bu çabayı göstermemiş, topraklarımıza girmek suretiyle kanunlarımızı, bir başka deyişle kültürel değerlerimizi çiğnemişlerdir. Dolayısıyla, onlarla diyalog kurmak imkânsızdır ve bu durumda aşırı-sömürü demokratik değerlerle çelişmez.
AB’nin mevcut politik düzenini savunmak isteyenler için kültür, tam da esnekliğinden ve muğlaklığından ötürü, oldukça kullanışlı bir kavramdır. Bu nitelikleri sayesinde kapitalist demokrasilerin kaçınılmaz gerilimlerini perdeler. Bu zaruri muğlaklığı ve esnekliği muhafaza etmenin en iyi yolu da, meselelerin sözde kültürel doğasını kültürel yollarla ele almaktır; bir başka deyişle, kültürelleştirilmiş bir soruna kültürelleştirilmiş çözümler önermektir.
Fakat, toplumsal-ekonomik yapısıyla beraber toplumu tümden değiştirmeyi dert edinenler için, genel olarak kültür özel olarak da kültürlerarası diyalog oldukça şaibeli bir başlangıç noktasıdır.
Monika Mokre’un On the Culturalization of Inequality in Capitalist Democracies başlıklı yazısından kısaltılarak çevrilmiştir.
[1] http://ec.europa.eu/culture/our-policy-development/doc2637_en.htm, 2011–07–05
[2] Mesela bkz. Küreselleşen dünyada bir Avrupa kültür gündemi oluşturulmasına ilişkin Komisyon Tebliği (2007) Konseyin ve Konsey bünyesinde toplanan Üye Devletlerin Hükümet Temsilcilerinin 2011-2014 Kültür Programı Kararları (2010).
[3] Kıyaslayın Raunig, G. (2008), “Die falsche Sanftmut der Kultur. Anmerkungen zur Mitteilung über eine europäische Kulturagenda im Zeichen der Globalisierung,” Kulturrisse 01/2008 içinde; ayrıca bkz: Burger, R., “Die falsche Wärme der Kultur,”, Neue Heimaten, Neue Fremden içinde, der. Wolfgang Müller-Funk (Viyana: Picus, 1992), s. 65–77.
[4] Lizbon Stratejisi, http://www.europarl.europa.eu/summits/lis1_en.htm, 2011–07–06