Kültürel Demokrasi Masalı

Aşağıdaki pasajlar, Michael Parenti’nin Make-Believe Media: The Politics of Entertainment başlıklı kitabından seçildi (New York: St. Martin’s Press, 1992), s. 198-210. Parenti’nin Türkçede yayınlanan eserleri: Kirli Gerçekler; İmparatorluğa Hayır; Gizem Olarak Tarih.

 

 

Şöyle bir iddia vardır: Eğlence endüstrisinin işi, endüstrinin sahiplerine, reklam verenlerine ve yatırımcılarına para kazandırmaktır. Bunun için de olabilecek en geniş pazara ulaşması gerekir. Dolayısıyla popüler kültür, genel talebin sonucudur. Eğlence medyası berbat filmler ve televizyon programları üretiyorsa, insanlar bunları görmek istediği içindir. İnsanlar bilgi edinmek ve kendilerini geliştirmektense kafalarını dağıtmayı ve eğlenmeyi tercih ederler. Reform yanlısı kimi aydınlar üretilenleri beğenmiyorsa bu onların sorunudur. Sol görüşlü eleştirmenler, kitleler adına konuşma iddiasındadırlar ama aslında kitlelerin isteklerine karşı çıkmaktadırlar. İşte, öne sürülen görüş kabaca böyledir.

Eğlence medyasının esasen çok geniş izleyici kitlelerine ulaşmayı hedefleyen para kazanma odaklı bir endüstri olduğu iddiasında elbette doğruluk payı var. En geniş izleyici kitlesinin, en çok izlenen saatlerdeki televizyon programlarını seyreden ve Hollywood filmlerine akın eden kesimler olduğu da doğru. Her biri ABD’de 2000’i aşkın sinema salonunda gösterilen Rambo filmlerini milyonlarca kişi izledi. Yapım ve dağıtım aşamasında her türlü baskıya maruz kalan Salt of the Earth (1954) filmi ise, yalnızca on bir küçük salonda, kısa bir süreliğine gösterilebildi ve ancak birkaç bin izleyiciye ulaştı. Peki bu filmlerin izleyici sayısını belirleyen, halkın beğenisi miydi, yoksa özel dağıtım şirketlerinin iktidarı mı? Bir Rambo filminin daha baştan “doğal” bir kitlesel pazarı varsa, kitlesel bir izleyici yaratmak için 20 milyon dolarlık reklam kampanyasına ne gerek var?

Sonuçta mesele talebin arzı yaratmasından ibaret değil. Çoğunlukla durum tam tersi: Arz, talebi yaratıyor. Her türlü tüketimin ilk şartı, ürüne erişimdir. İster sinema filmi veya televizyon programı olsun, ister meşrubat, tüketim büyük ölçüde ürünün ne kadar iyi dağıtıldığına bağlıdır. En çok izlenen saatlerdeki televizyon programları veya Amerika’da her AVM’de gösterilen filmler, bunları zirveye çıkaran doğal bir umumi beğeni olduğu için değil, “tepeden kasıtlı biçimde yürütülen yoğun bir ittirme kampanyası” olduğu için çok izlenir.[1]

Fakat bu iddiayı da çok abartmamak lazım. Seyirci nihayetinde ilelebet her şekle girecek bir kitle değil. Arzın talep yaratmadığı durumlar da var. Medyanın önümüze koyduğu bazı ürünler, ne kadar çok tanıtılıp ne kadar geniş bir ağda dağıtıma sokulsa da, fiyaskoyla sonuçlanıyor. Gelgelelim bu örnekler bile, “insanlara istediklerini veren” kültürel demokrasi iddiasının, medyanın gerçek faaliyetlerini açıklamakta ne kadar yetersiz kaldığını gösteriyor. Medya endüstrisi, istediğimizi düşündüğü şeyleri üstümüze boca ediyor; aslında hiç talep etmediğimiz, özellikle hoşumuza giden bir tarafı da olmayan filmlerin ve televizyon programlarının reklamını yapıyor. Yeterli tanıtım ve dağıtım olduktan sonra, fiyaskoyla sonuçlanan ürünler bile her halükârda kıt mali kaynaklarla kotarılmış aykırı eserlerden çok daha fazla sayıda insana ulaşıyor.

 

Salt of the Earth filminden bir sahne. Yönetmen: Herbert Biberman. Senarist: Michael Wilson. Gerçek olaylardan esinlenen film, ABD’nin New Mexico eyaletinde Meksika kökenli işçilerin kadınlar öncülüğünde sürdürdüğü grevi konu alıyor.

 

John Wayne’in, Pentagon’un tam desteğiyle çektiği, ABD’nin Vietnam seferberliğini destekleme amacı taşıyan bir askerî şiddet ve şovenizm gösterisi olan Green Berets [Son Hücum, 1968] filmi, Vietnam Savaşı’nın ABD halkı nezdinde bütün meşruiyetini kaybettiği ve savaş-karşıtı protestoların en yoğun yaşandığı dönemde gösterime girmişti. Böyle bir film için genel bir talep filan yoktu. Film tam bir fiyaskoyla sonuçlandı. Ama yine de muazzam bir dağıtımla, Amerika’nın dört bir yanındaki sinema zincirlerinin neredeyse boş salonlarında bir avuç izleyiciye gösterilmeye devam etti.

Gelmiş geçmiş en pahalı anti-komünist film olan Inchon’un [İnçon, 1982] yapımına harcanan 40 milyon dolara ek olarak, tanıtım için 10-20 milyon dolar harcanmış, izleyici sayısını artırmak için de bedava bilet verilen bir milyon dolarlık “çekilişler” düzenlenmişti. Birleşme Kilisesi lideri Rahip Sun Myung Moon’un yapımcılığını üstlendiği, Kore Savaşı’nı konu alan bu hamasi filmde, halkın sözümona talep ettiği her şey vardı: yıldızlarla dolu bir oyuncu kadrosu, görkemli bir yapım, fonda bir aşk hikâyesi, kanlı savaş sahneleri, militarist şovenizm, kırpılmış bir siyasi tarih, masum sivilleri öldüren ve sonunda sağcı savaş kahramanı tarafından yok edilen komünist saldırganlar etrafında dönen bomboş bir olaylar silsilesi. Fakat film gişede tam bir fiyasko oldu. Anti-komünist eleştirmenler bile filmi yerden yere vurdular, hatta biri “bugüne dek çekilmiş en kötü film” olduğunu yazdı. Ama tüm bunlar, filmin ABD çapında 1250 salonda gösterime girmesini engellemedi. İnsanların Inchon’u görmek istemiyor olması, mültimilyoner Moon’u onları istemeye zorlamaktan alıkoymadı.

 

 

Laurence Olivier ve Jaqueline Bisset, Inchon filminde.

 

Keza Amerikalılar, ABD’nin uzay programı konusunda pek heyecan duymadıkları gibi, ödedikleri milyarlarca dolar verginin bu işe harcanmasından pek memnun da değiller. Yine de Amerika’nın uzay maceralarını yücelten The Right Stuff (1983) filminin yapımı ve tanıtımı için büyük emek ve para harcandı. Ve bu film de gişede dibe vurdu.

Cobra (1986), Rambo III (1988), Dead Pool (1988) gibi filmlerin hepsi gişede büyük hayal kırıklığı yarattı. Mültimilyon dolarlık tanıtım kampanyaları sayesinde hepsinin izleyici sayıları ilk gösterime girdikleri hafta nispeten yüksek oldu, ancak sonradan dibe vurdu. Bu, iki şeyin işareti olabilir: ya insanların zevki değişiyor, ya da sürekli aynı şeyleri görmekten bıktıkları için farklı uyaranlara ihtiyaç duyuyorlar. Ivır zıvırdan etkilenmeye koşullanmış insanlar bile hep aynı ıvır zıvırı görmekten bıkar.

Şunu bir kez daha not etmekte fayda var: Şayet bu filmler tam da halkın görmek istediği filmlerse, o zaman halkı onları izlemeye ikna etmek için film başına 10-20 milyon dolarlık dev tanıtım kampanyaları yapmaya ne gerek var? Bize hoşlandığımız şeyleri verme iddiasında olanlar, bizim neden hoşlandığımızı bildiklerini varsayıyorlar. Ondan sonra da önümüze koyduklarını bize zorla beğendirmek için ne gerekiyorsa yapıyorlar.

Karl Marx şöyle yazmıştı: “Üretim yalnızca tüketim nesnesini üretmekle kalmaz, onun tüketilme tarzını da üretir; yani, tüketim sadece nesnel açıdan değil, öznel açıdan da üretim tarafından yaratılır. Üretim böylece tüketiciyi yaratır.”[2] Kültür alanı açısından baktığımızda, bu üretim Antonio Gramsci’nin “ideolojik hegemonik süreç” dediği şeyi yaratır.[3] Alternatif görüşler gasbedilir ve doğrudan sansürlenmek yerine, toplumsal açıdan marjinal konuma itilir. Sansür elbette gerekli ve işe yarardır, ama çok fazla kullanıldığında geri teper.

İnsanlar zamanla kof, sığ, vasat ve siyaseten budanmış medyaya şartlandırılır. Üretim hakikaten tüketiciyi yaratır. Standartlaştırılmış imgeler, hazmedilebilir yegâne imgeler haline gelir. Yeterli şartlandırmayla, tüketiciler hiç de öyle aman aman heves etmedikleri şeyleri bile tüketeceklerdir. Vasat lokantacılıkta uzmanlaşmış pek çok Amerikan şehrinden birinde yaşamak gibi: Müşteriler, daha iyisine ulaşamadıkları için, önlerine konan bayat yemeklere razı olurlar. Eğlence için de aynı şey geçerli: İnsanlar sonunda, daha iyi seçenekler sunulmuş olsa belki de asla dönüp bakmayacakları filmleri veya programları izliyorlar. Daha önce hiç başka seçenek görmedilerse, kendilerine sunulan her şeyde eğlence bulmaya daha bir meyilli oluyorlar. Sonra da bu önceden şartlandırılmış tüketim, halka ne istiyorsa onun verildiğinin kanıtı olarak gösteriliyor.

Tabii bu, Burn [Kanlı Ada/İsyan, 1969] ve Reds gibi anti-emperyalist ve devrimci filmler ya da Kökler gibi harika televizyon dizileri daha fazla yapılsa herkes bunları izlemek için kuyruğa girecek demek değil. Ivır zıvırı tercih edecek birileri her zaman olacak. Kimileri, uyduruk entrikalardan, hızla akan şiddet dolu aksiyondan, otoriter karakterlerden, yüzeysel ve basmakalıp konulardan aldığı zevki başka hiçbir şeyde bulamayabilir. Perikles’in Atina’sında bile Roma’nın kana bulanmış arena gösterilerini tercih edenler çıkmıştır. Asıl şaşırtıcı olan, bunun tersidir: Onca çerçöpe maruz bırakılmalarına rağmen pek çok insan, apolitik ahmaklığın veya hâkim görüşlerin ötesindeki konuları ele alan nitelikli yapımlara hâlâ ilgi duyuyor.

 


Marlon Brando, Burn filminde.

 

Seyirciler, bütün bu sürecin tamamen bağımlı bir değişkeninden ibaret değil. Değişen toplumsal koşullara bağlı olarak halkın belli kesimleri arasında yeni duyarlılıklar oluşuyor. Zamana uygun ürünler pazarlamayı hedefleyen eğlence endüstrisi de bu yeni gelişen duyarlılıkları dikkate almak zorunda. Dolayısıyla medya, popüler duyguları şekillendirmeye çalışırken, bir yandan bu duyarlılıklara bir nebze de olsa karşılık veriyor.

Ancak gözden kaçırılmaması gereken nokta şu: Eğlence endüstrisi, gündemdeki sorunları, etkilerini hafifletecek ve önemlerini azaltacak biçimde ele alıyor. Tartışmalı gerçeklikler ana-akım medyaya süzgeçten geçirilerek yediriliyor. Irkçılık, tek tek kişilerin münferit tavrı gibi tasvir ediliyor, kurumsal ve ekonomik boyutları ortaya konmuyor. Yoksulluk, hayatın o üzücü ve önüne geçilemez tesadüflerinden biriymiş gibi sunuluyor. Resmî kurumlardaki adaletsizlik ve yolsuzluk, birkaç çürük elmanın işiymiş gibi betimleniyor. Vietnam Savaşı, savaşa giden askerlerin yaşadığı çetin ve acı bir deneyimden ibaret kalıyor. Genç radikaller, otoriteyle kişisel problemleri olan şımarık huysuzlara dönüşüyor. Siyasi liderler sürekli dürüstlüklerini sınayan zor seçimlerle karşı karşıya kalıyorlar ama gerçek ekonomik sorunlar konusunda asla tavır gösterdiklerine şahit olunmuyor. Adaletsizlikle mücadele, kolektif eylemdense, meydan okuma cesareti gösteren bireyler üzerinden ifade ediliyor. Aldatıcı medya, özel ambalajlama işlemleri sayesinde, toplumsal çatışmanın gerçek boyutlarıyla hiç uğraşmadan toplumsal sorunlarla ilgilenip güncel meseleleri ele alıyormuş görüntüsü çiziyor. Hegemonik ideolojiye karşı çıktığı izlenimi yaratırken aslında onu pekiştiriyor. Aykırı görüşler ifade ediliyor edilmesine, ama güdümlü biçimde – egemen ideolojiye uygun hale getirilerek.

Çoğu filmde ve televizyon programında yansıtılan dünya görüşü apolitik veya antipolitik; ama “bu durumun yarattığı sonuçlar öyle değil. Televizyonun en çok izlendiği saatlerde yayınlanan rezil programlar sadece yer işgal etmekle kalmıyor, ‘daha zekice, karmaşık, hakiki, güzel veya kamu yararı gözeten’ başka popüler kültür formlarının ortaya çıkmasına da engel oluyor”.[4] Aralarından tercih yapabileceğimiz seçenekler baştan sınırlanmış. Bunlar kültürel bir demokrasimiz olduğu, kendi seçtiğimiz kültüre sahip olduğumuz yanılsamasına katkıda bulunuyorlar. Halbuki sahip olduğumuz tek şey, yalancı seçeneklerden oluşan dar bir  yelpaze. Jeffrey Schrank bu durumu güzel ifade ediyor:

Yalancı seçenek, seçenek yokluğuyla karıştırılmamalı. Yalancı seçenek, kişinin çoğunlukla hür irade zannedilen şeyi kullanarak yaptığı gerçek bir seçimdir; ama bu seçeneğin, seçimde bulunan kişinin gerçekten istediği şeyi dışarda bırakan, titizlikle konmuş sınırları vardır. […] Yalancı seçenekte dünya çoktan-seçmeli bir sınav gibidir. Soruları yalnızca bize sunulan seçenekler çerçevesinde cevaplamakta özgürüzdür. […] Seçenekleri biçimlendiren etkenleri çoğu insan göremez.

Yalancı seçenekler, onları gerçekte olduklarından çok daha anlamlıymış gibi gösteren reklam veya halkla ilişkiler girişimleriyle desteklenir.

Bunlar önceden seçilmiş, güdümlü seçeneklerdir ve insanları şu temel soruyu sormaktan alıkoyma amacı taşırlar: “Gerçekten ne istiyorum?” Böylelikle genel kayıtsızlık halini pekiştirir, basbayağı ne istediğini bilmeyen çok sayıda insan yaratılmasına katkıda bulunurlar. Ne istediğini bilmeyen insanlar da, yalancı seçeneklerle en kolay tatmin olan insanlardır.[5]

Bağımsız filmlerin ve kablolu televizyon kanallarının artması, ürünlerin niteliğinde yükselme sağlamıyor, sadece sayılarının artmasını sağlıyor – aynı ürün, ufak tefek ambalaj farklarıyla tekrar tekrar sunuluyor: “pop kültürün en bildik temalarının ve bakış açılarının, sadece stil ve format değişiklikleriyle yeniden sunulduğu daha fazla seçenek ve daha fazla çeşitleme”.[6]

Aldatıcı medyanın sunduğu eğlence, “popüler kültür”ün ürünü olarak meşrulaştırılıyor, insanlara ne istiyorlarsa onu veren bir kültürel demokrasinin kanıtı sayılıyor. İnsanlar niteliksiz ya da basmakalıp şeyler izlemeyi tercih ediyorsa bu medyanın suçu değil, deniyor. İnsanların banka soymasının, bankaların insanları soymasından daha ilgi çekici bir konu olduğu söyleniyor. Doğrusu seyirciler bütün o kovalamacalardan, vurdu kırdıdan, hırsız/polislerden, bayat “gerilim”lerden, restleşmelerden sıkılıyor olabilir. Doğrusu, A Matter of Sex (1984) filminin gösterdiği gibi, bankaların insanları soymasıyla ilgili bir hikâye, banka soyan insanlarınkinden daha sürükleyici olabilir.

 

A Matter of Sex, 1984. Yönetmen: Lee Grant. Gerçek olaylardan esinlenen film, “Willmar Sekizlisi” olarak anılan banka çalışanı sekiz kadının sendikal mücadelesini konu alıyor.

 



[1] John Stevenson ve Jeremy Turner (ed.), The Shattering Screen, 1984 (Chicago).

[2] Karl Marx, A Contribution to the Critique of Political Economy.

[3] Antonio Gramsci, Selections from the Prison Notebooks (New York: International Publishers, 1971).

[4] Pat Aufderheide, "The Banality of Banality", Village Voice, 25 Ekim 1983, s. 51.

[5] Jeffrey Schrank, Snap, Crackle, and Popular Taste (New York: Dell, 1977) s. 11-13.

[6] Elayne Rapping, " 'Concept,' 'Topspin,' 'Traction,' and Trash", Guardian, 12 Ekim 1983, s. 20.

kitle kültürü