Goya, “El sueño de la razón produce monstruos” (Aklın uykusu canavarlar yaratır), 1799.
Ekonomik krizler –tıpkı Goya’daki aklın uykusu gibi– canavarların doğumuna mı yol açıyor? Kıyamet sembolizminden Ortaçağ’ın fantastik hayvan masallarına, şu veya bu canavarâne yaratığın ortaya çıkışının hangi toplumsal veya iktisadi olaya tekabül ettiğini belirlemek pek kolay değil.
King Kong
Fakat, eğer ABD’de büyük buhranın ardından fantastiğe yönelik tartışma götürmez bir ilgi doğduysa bunu tesadüfe yorabilir miyiz? En dizginsiz hayal gücünün ardında ya parçalanan, ya başka bir mekâna/zamana aktarılan ya da kaçılan bir toplumsal bağlam olduğu sıklıkla unutuluyor. Tıpkı King Kong’da olduğu gibi… 1932’de Edgar Wallace ve Merian C. Cooper’un yarattığı haliyle King Kong’da. Filmden geriye kalan –ilk filmden söz ediyorum tabii, o gudubet remake’ten değil– fantastik boyutu ve şiiridir. Çünkü King Kong bir hayvandan fazlasıdır. Yıkıyor ama aynı zamanda seviyor, arzuluyor, acı çekiyor. Kadın’la karşılaşmasını ele alan muazzam planların ve ışık-gölge oyunlarının cazibesi bir yana, izleyici yaratığın duygularının sihrine kapılmaktan kendini alamıyor. Ama bu durumda da romanda bulunan kimi önemli ayrıntılar gözden kaçabiliyor.
Örneğin canavarın aşkıyla cebelleşecek olan şu Anne Darrow ne amaçla böylesi akıl almaz bir sefere atılmıştır? Horace Mac Coy’un Atları da Vururlar’da anlattığı dans maratonlarının Amerika’sından kaçmak için elbette. Ama aynı zamanda onu bir tezgâhtan elma çalmaya iten sefaletten ve krizden de kaçmayı umar. Ya diğer katılımcılar, onların amacı nedir? Dünyanın öbür ucuna yapılan bu seyahatle New York sokaklarının kasvetli suratlarını, yoksulluğu ve umutsuzluğu unutmaya çalışıyorlar. 1930’ların Amerika’sının bu bağlamını görmezden gelirsek bu filmin paniğe ve kargaşaya tutulmuş, yeni ufuklara ve hayallere aç bir Amerika’da ne ifade ettiğini anlayamayız.
Düsseldorf Vampiri
Ne var ki bu korkunç yaratıklar için en verimli fidanlığı oluşturan, 1920’lerin Almanya’sının toplumsal, iktisadi ve siyasal yıkımıydı. Bunlara çok kesin bir siyasal anlam atfetmek veya bu filmlerle 1919’dan 1930’a uzanan Almanya’daki durum arasında sıkı bağlar kurmak abartılı olacaktır. Siegfried Kracauer, Calligari’den Hitler’e kitabında Weimar dönemi filmlerinin sosyolojik analizinin Nazizmin yükselişini öngörmeyi sağlayacağını göstermeye çalışırken, tüm yetkinliğine rağmen, bu tehlikeden kaçamamıştır.
Fakat kimi sarsıcı semptomlar da eksik değil: Gerçeklik kimi zaman kurguyla nadiren ulaşılmış bir düzeyde iç içe geçiyor. Hannover ve Düsseldorf’un sadist katilleri sanki doğrudan bu korku filmlerinden çıkmış gibi görünüyor. Hans Heinz Ewers’in bir hikâyesinde yer alsalar hiç sırıtmazlar. Ewers, Weimar Almanya’sının en karanlık yıllarında küçük burjuvaların suratına cinsellik ve kan sıçratarak şaşırtıcı bir ün kazanan bir fantastik öykü yazarıydı. Daha sonra bir Nazi yazarı haline gelecek olan Ewers’in namının zirvesine ulaştığı dönemin tam da Almanya’yı kasıp kavuran krize tekabül etmesi o kadar şaşırtıcı mı? Bu arada şunu vurgulamak gerekir ki canavarlar neredeyse her zaman krizden önce, nadiren kriz sırasında, kimi kez de krizden sonra doğarlar.
“Düsseldorf Vampiri” olarak anılan seri katil Peter Kürten (1883-1931). Fritz Lang, M. Bir Şehir Katilini Arıyor (1931) filminin hazırlıkları için, tutulduğu akıl hastanesinde Peter Kürten’le görüşmüştür.
Dr. Mabuse
Almanya’da, kitleleri cezbeden o hayret verici fantastik ve dehşet iklimi 1914 savaşının hemen ardından oluşur. Paul Wegener’in, yansımasını şeytana satan Praglı Öğrenci’si 1913’te çıkar; sevilmemenin ıstırabını çeken yalnız ve nefret dolu yaratıkları ele alan Golem 1915’te, Homonculus ise 1916’da. Dr. Caligari’nin Muayenehanesi’nde şaşırtıcı ve hayranlık uyandırıcı biçimde canavarlar ekranı işgal edecektir. 1922’de Murnau’nun Vampir Nosferatu’su, ardından Carl Mayer’in Vanina’sı ve son olarak, aynı yıl içinde Fritz Lang’ın Dr. Mabuse’si çıkacaktır.
Fritz Lang’ın filmi şaşırtıcı biçimde gerçekçidir. Şeytani kahramanı hayli gerçekçi bir dekorda yer alır: enflasyonun, işsizliğin ve muzaffer karşı-devrimin Berlin’inde. Gece kulüplerinde, batakhanelerde, düşmüş aristokratların, eşcinsellerin ve fahişelerin arasında görürüz onu. Filmin sunuş yazısı ciddiye alınmayı hak ediyor. Tasvir edilen insan tiplemesinin döneme tekabül ettiği, daha öncesinde var olmadığı, sonrasında da muhtemelen var olmayacağı belirtiliyor. Fakat Mabuse de, tıpkı Caligari veya Nosferatu gibi, bir Hitler değildir. Önemli olan, bir canavarın veya bir filmin bire bir siyasal karşılığını bulmak değil, toplumsal ve iktisadi krizler ile akıldışının harlandığı bu anların buluşmasının sosyolojik ve siyasal bir bakış açısıyla ne ifade ettiğini sorgulamaktır.
New York Borsası’nın çöküşü ile Almanya’nın istikrarsızlığa sürüklenmesinin ardından operetlerin ve eğlencenin modası muzaffer olur. Hans Albers, Alman sinemasının sembollerinden biri haline gelir. M. Bir Şehir Katilini Arıyor’un takıntılı katili ile Mavi Melek’in Lola’sı rolündeki Marlene Dietrich Alman sinemasının son iki canavarı olacaktır. Bunların ardından Pabst’ın gerçekçiliği, özellikle de ilk komünist filmler daha güzel bir dünyanın tasvirini yapacaktır. Akıldışılığın, bu kez başka biçimler altında, tekrar zuhur etmesi Nazi sinemasının doğuşuyla gerçekleşecektir.
Josef von Sternberg’in “Mavi Melek” filminde Marlene Dietrich, 1930
Köpek Balıkları ve Karıncalar
Yarım yüzyıl sonra, kimi analojiler kurmaya yönelmenin bir cazibesi var elbette. Az çok marazi bir akıldışılık patlaması kapitalist toplumları bir ucundan diğerine kat ediyor tekrar. İdeolojik obskürantizm, uyduruktan satanizm, her çeşidinden mistisizm sinemada yeniden güç kazanıyor: kâh bir felaket filmi, kâh bir şeytan saplantısı. Her tarafta insan yiyen köpek balıkları, dev karıncalar, depremler, kıyameti andırır yangınlar. “Sonsuz bir dehşettense, dehşetli bir son yeğdir. Can çekişen her sınıfın polisiye vasiyeti budur,” diyordu Marx. Bunların hiçbiri nedensiz değil. Nihayetinde, hayallerinin bedelini her zaman toplumların ödediğini söylemiyor muydu Marcel Mauss?
Jean-Michel Palmier’nin La crise engendre –t-elle des monstres? başlıklı yazısının çevirisidir.