Kimlik Kavramının Kültürel Materyalist Bir Tarihi

Kimliğe doymuş zamanımız için oldukça rahatsız edici bir olguyla başlayalım: 1950’lerden önce neredeyse kimse kimlik hakkında konuşmaz; kimse bu meseleyi dert edinmezdi. 20. yüzyılın ilk yarısında yayınlanmış popüler kitap ve dergilere, kurumsal yaşam ve iş dünyasıyla ilgili kaynaklara, politik demeçlere ve manifestolara üstünkörü bir bakış bile, halihazırda bildiğimiz anlamıyla kimlik meselesine hiçbir gönderme bulunmadığını ortaya koyacaktır. Bu metinlerde, cinsel kimlik, etnik kimlik, politik kimlik, ulusal kimlik, tüketici kimliği, şirket kimliği, marka kimliği, kimlik bunalımı ya da kişinin kimliğini “bulması” ya da “kaybetmesi” hakkında en ufak bir tartışmaya rastlamak mümkün değil. Bir başka deyişle, bugün bize çok tanıdık gelen ve hem sıradan hem de politik tartışmalarımızda onsuz olamadığımız “kimlik” meselesi hakkında, bildiğimiz anlamda herhangi bir tartışma yok. 

Aynı şaşırtıcı durum, asırlardır kimlik meselesi üzerine kafa patlatmış olduklarını düşündüğümüz insanlar; yani, sosyoloji ve psikolojinin kurucu figürleri ve edebiyat kanonunun devleri için de geçerli. Mesela, William Shakespeare, Joseph Conrad, Virginia Woolf, George Herbert Mead, Georg Simmel, W.E.B. Du Bois ve Sigmund Freud’un eserlerinin dikkatli bir okuması, inkâr edilemez bir olguyu açığa çıkaracaktır: Kimlik meselesini gündeme getirmekle veya açıklamakla övülen bu insanlar aslında hiçbir zaman “kimlik”ten bahsetmemiştir. Şimdilerde, bu eserlerin özetlerinde, onlar üzerine dönen tartışmalarda ve yayınlanan eleştiri yazılarında kimlik teriminin bolca geçtiğini görüyoruz; fakat bu ikincil literatür, özgün yazarların kimlik terimini nadiren, ve o zaman da şimdiki halinden çok farklı bir şekilde kullandıkları gerçeğini kabul etmeye; bu durum hakkında bir farkındalık sergilemeye yanaşmıyor. Kitapların dijital ortama aktarılması sayesinde şüpheci okur bu iddiayı kolaylıkla sınayabilecektir. İşin aslı, ben zaten, şimdilerde “kimlik” meselesiyle ilgili olduğu farz edilen eserlerin titiz bir incelemesini yaptım ve bu yazarların bireysellik, öznellik ve insanlar arası ilişkiler üzerine hiç kuşkusuz kafa yorduklarını ama bunu yaparken, kimlik meselesiyle ilgili bir konu üzerine çalıştıklarını düşünmediklerini gördüm.[1]  

Fakat, çok kısa bir süre içinde bu durum değişecekti. 1950’lerde şimdilerde bize çok tanıdık gelen anlamıyla kimlik üzerine tartışmalar dönmeye ve hatta muazzam bir hızla çoğalmaya başladı. Öyle ki, 1950’lerin sonunda, On Shame and a Sense of Identity [Utanç ve Kimlik Algısı Üzerine] adlı kitabın yazarı, şöyle bir iddiada bulunabiliyordu: “Freud’un zamanında cinsellik ne kadar stratejik bir çalışma konusuyla günümüzde de kimlik arayışı o kadar stratejiktir.”[2] 1980 ve 1990’lara gelindiğinde kimlik kelimesi, popüler, politik ve akademik sözdağarının ayrılmaz parçası haline gelmişti: Eylemci ve akademisyen çevrelerinde “kimlik politikası”ndan bahsetmek âdettendi; kültürel ve ırksal kimlik, toplumsal cinsiyet ve cinsel kimlik meseleleri sosyal ve beşeri bilimlerin ana konusu haline geldi; kişisel gelişim kitaplarında, kişinin “gerçek” kimliğini arayış süreci, psikolojik meseleler hiyerarşisinin en tepesine taşındı.  



Raymond Williams, 1921-1988

 

Çağdaş Bir Anahtar Sözcük Olarak Kimlik

Kimliği, Raymond Williams’ın kastettiği anlamda bir “anahtar sözcük” olarak görmenin yararlı olacağını düşünüyorum: yani, barındırdığı anlam sorunları, tartışmak için kullanıldığı sorunlarla sıkı sıkıya bağlantılı olan karmaşık ve ihtilaflı bir sözcük olarak.[3] Sıklıkla, hatalı bir şekilde basit bir terimler sözlüğü olarak düşünülen Anahtar Sözcükler, aslında, dildeki değişimler ile toplumsal değişim arasındaki ilişkiye dair hayli incelikli, “kültürel materyalist” bir açıklama sunar. Bu açıklamaya göre, bir sözcüğün geçirdiği anlam değişiklikleri, değişen değerlere, inançlara ve pratiklere maddi olarak bağlıdır:

 

[S]öz konusu olan, bu gerçekliğin, pratik bilinç olarak üretici faaliyet de dahil olmak üzere her tür toplumsal faaliyet tarafından nüfuz edilmiş ve kendisi de bu faaliyetlerin içine işlemiş olan dil üzerinden idrak edilmesidir. Ve bu toplumsal ve kesintisiz bir idrak olduğundan [...] aktif ve değişen bir toplumda gerçekleşir... Ya da, daha doğrudan söyleyecek olursak, dil, bu aktif ve değişen deneyimin kelimelere dökülmüş halidir; dünyada dinamik ve kelimelere dökülmüş bir toplumsal mevcudiyet.[4]  

 

Tüketim Toplumunda Kişisel Kimlik

20. yüzyılın savaş sonrası “patlama” yıllarında, başta ABD olmak üzere tüm dünyada ufak ufak filizlenen tüketim bağlamlarında kimlik dilinin doğuşuna bakalım. Genellikle anlatılan hikâye şudur: Kapitalist Batı dünyasında gelişen tüketim toplumu, insanların kendi kimliklerini oluşturma biçimlerini ciddi şekilde etkilemiştir; daha önceleri kimlik oluşumunu etkileyen unsurlar kişinin aile içindeki rolü, iş ilişkileri ya da politik bağlantıları iken; 1950’lerden itibaren kimlik-oluşumu, esasen tüketim üzerinden gerçekleşmeye başlamıştır.[5] Fakat tabii bu hikâye, şimdilerde bildiğimiz anlamıyla kimlik mefhumunun tüketim çağından önceye dayandığı varsayımı üzerine kurulu. Aksi takdirde, tüketimin kimliği değiştirdiği düşünülemezdi. Ben bunun böyle olmadığını ileri sürüyorum.  

 

Thorstein Veblen, 1857-1929    

 

Fakat, bu tüketim çağının, insanların kendilik anlayışları ve başkalarıyla ilişkileri üzerinde bir etkisi olduğunu kabul etmek gerekir. Ben bu değişimlerin, nihayetinde, kimlik mefhumunda karşılığını bulduğunu düşünüyorum. Tüketim toplumunun büyük kuramcılarından bu konuda bir şeyler öğrenebiliriz – ama pek çoklarının sandığı gibi tüketimin kimlik üzerindeki etkisini tartıştıkları için değil, 1900’ler itibariyle tüketimin, toplumsal taklit ve temayüz [distinction] süreçleriyle bariz bir şekilde ilintili hale gelmesini analiz ettikleri için. Veblen, yeni gelişmekte olan sefa sınıfı hakkındaki teorisinde bu durumu, gösterişçi tüketim üzerinden analiz etmişti; Simmel ise, giderek genişleyen moda endüstrisi hakkındaki analizinde bu ilişkinin moda üzerinden kurulduğunu ileri sürmüştü.[6] Bir zamanlar seçkinlere mahsus olan bu tüketime dayalı taklit ve farklılaşma –Simmel’in deyişiyle “eşitlenme” ve “bireyselleşme”[7]– pratikleri, 20. yüzyılın ilerleyen aşamalarında, özellikle de savaş sonrası patlama yıllarında, daha önceleri bu süreçlerden dışlanan işçi sınıfı ailelerini de içine alacak şekilde daha geniş toplumsal gruplara doğru yayıldı. Öyle ki, 1960’lara gelindiğinde, toplumsal taklit ve temayüz pratiklerinin ticarileşmesi –yani, metaların, kişinin kendini ve başkalarıyla ilişkisini ifade etmesinin bir aracı olarak pazarlanması ve satılması– ileri kapitalist ekonomilerin işleyişi için vazgeçilmez bir unsura dönüşmüştü. Frankfurt Okulu’nda Herbert Marcuse, zamanında oldukça isabetli bir gözlem yaparak bu durumu şu sözlerle ifade ediyordu: “İnsanlar satın aldıkları mallarda kendilerini görüyorlar; arabalarında, yüksek duyarlıklı müzik setlerinde, teras evlerinde, mutfak gereçlerinde ruhlarını buluyorlar”.[8]     

Tüketme güdüsü ve baskısı arttıkça, bu durumun yarattığı yeni toplumsal ilişkileri ifade edebilecek bir dil bulma ihtiyacı doğdu. Dahası, tüketim pratiklerindeki bu değişimler –fiilen var olan sınıf eşitsizliğini olmasa da– sınıf çatışmasını bastırma ve yerinden etme eğilimde olduğundan, bu dil muhtemelen görünürde “nötr” ya da sınıf-dışı terimler üzerinden kurulacaktı. 1950’lerdeki McCarthy’ci baskı dönemi, ve sınıf çıkarlarından bahsedenlerin “komünist” ve “Amerikan-karşıtı” yaftası yemesi, bu ihtimali iyice pekiştirdi. Anlamlı ötekilerle hem özsel bir aynılığa hem de onlardan farklılığa işaret edebilen kimlik fikri işte tam da bu bağlamda ortaya çıktı ve toplumsal taklit ve temayüz ilişkileri için mükemmel bir ifade aracı sundu.   

İlginç bir şekilde, patlama yıllarında komünizm-karşıtı duyarlılığın hâkimiyeti ve “iyi yaşama” kapitalizm yoluyla ulaşma fikrine verilen hegemonik destek, tüketim toplumuna ve yarattığı baskılara yönelik her tür liminal direnişi yolundan saptırarak toplum tarafından daha makul karşılanan bir muhalefete, “kitle toplumu”na karşı direnişe yönlendirdi. Man in Grey Flannel Suit, The Organization Man ve The Lonely Crowd da dahil olmak üzere döneme ait pek çok kitap ve film, kurumsal standartlaşma ve baskıcı toplumsal homojenlik bağlamında insanın bireysellik duygusunu nasıl muhafaza edebileceği sorusuna cevap bulma gayesiyle yola çıkmıştı. Bu noktada ortaya çıkan kimlik mefhumu, kitle toplumunun sönük tekdüzeliğinden bir kaçış yolu sunmuş ve (basitçe) “bir kimliğe sahip olarak” farklı olma olasılığını gündeme getirmiş olmalı.     

Kişisel kimlik fikri, kişiye, kitle toplumunda bireyselliğini ve farklılığını ortaya koyma imkânı sunuyordu sunmasına ama, aynı zamanda, son derece homojenleştirici etkileri olan kitlesel tüketime katılımı da teşvik ediyordu. Adorno’nun Amerikan kapitalizmine ilişkin olarak söylediği gibi “tüketim mallarının standartlaşmış üretimi sayesinde herkese aynı şey sunuluyor” ama, bu, “beğeni dalaveresi ve resmî kültürün bireycilik yalanı” altında gizleniyordu. Adorno, Simmel’in moda eleştirisinden izler taşıyan bir gözlemle devam ediyordu: “herkesin satın almak zorunda olduğu malların türdeşliği, kendini, evrensel olarak uyulması zorunlu olan stilin eğilip bükülmezliği ardına gizliyor.”[9]

Amansız meta mantığının yarattığı temel aynılığı, “bireysel” (ama, son kertede, sınıf-temelli) temayüz vizyonu ardında gizleme imkânı sunan kimlik, bu tüketimci kapitalizm bağlamında son derece faydalı bir kavram gibi gözükmüş olmalı. Öyleyse, bireysel anlamıyla kimlik fikrinin kapitalist sınıf açısından da oldukça faydalı olduğu sonucuna varabiliriz.

 

Marie Moran’ın Historical Materialism dergisinin Kimlik Politikası dosyasında yayınlanan Identity and Identity Politics: A Cultural Materialist History başlıklı yazısından seçilmiş bölümlerin çevirisidir.



[1] Marie Moran, Identity and Capitalism (Londra: Sage Publications, 2015).

[2] Helen Merrell Lynd, On Shame and the Search for Identity (New York: Harcourt Brace, 1958), s. 14.

[3] Raymond Williams, Keywords: A Vocabulary of Culture and Society (Londra: Fontana, 1983), s. 15 [Türkçesi: Anahtar Sözcükler, çev. Savaş Kılıç (İstanbul: İletişim, 1. baskı 2005)].

[4] Raymond Williams, Marxism and Literature (Oxford: Oxford University Press, 1977), s. 37-8.

[5] Bkz. Don Slater, Consumer Culture and Modernity (Cambridge: Polity Press, 1997) ve Roberta Sassatelli, Consumer Culture: History, Theory and Politics (Londra: Sage Publications, 2007).

[6] Thorstein Veblen, The Theory of the Leisure Class: An Economic Study of Institutions (Londra: George Allen & Unwin Ltd, 1925 [1899]); Georg Simmel, “Fashion”, American Journal of Sociology, 62: 6 (1957[1904]), s. 541-58.

[7] Georg Simmel, “Fashion”, s. 550.

[8] Herbert Marcuse, One-Dimensional Man: Studies in the Ideology of Advanced Industrial Capitalism (Londra: Routledge, 1991 [1964]), s. 11.

[9] Theodor Adorno, “On the Fetish Character in Music and the Regression of Listening”, The Essential Frankfurt School Reader içinde, der. Andrew Arato ve Eike Gebhardt (Oxford: Blackwell, 2005 [1938]), s. 280.

kimlik