Kapitalizm: Çok Özel Bir Hezeyan II

Guattari, alternatif psikiyatri uygulamalarıyla tanınan La Borde kliniğinde

 

Biz [Deleuze ve ben] arzunun en kritik ve ileri evresini ele aldık: şizofrenin arzusu. İlaçlarla ve toplumsal baskıyla sakatlanmış, kapatılmış şizofrenin imkânlarının dahilinde ya da ötesinde bir şey üretebilen şizofrenle ilgileniyoruz. Kimi şizofrenlerin arzuyu serbest bir şekilde çözüp doğrudan dışavurabildiklerini düşünüyoruz. Peki arzu ekonomisinin kolektif bir biçimi düşünülebilir mi? Böyle bir şeyin yerel ya da münferit kalamayacağı kesin. Baskıcı toplumun akışlarına rağmen kendini muhafaza edebilen küçük, özgürleşmiş bir cemaat, tek tek özgürleşmiş bireylerin toplamı gibi bir şey tahayyül etmekte epey güçlük çekiyorum. Tam tersine, eğer arzu, yeniden üretim mekanizmaları da dahil olmak üzere tüm toplumun dokusunu oluşturursa, toplumun tümünde bir özgürleşme hareketi “kristalleşebilir”. 1968 Mayıs’ında olan buydu: ilk kıvılcımlardan mahalle çatışmalarına kadar, ayaklanma, devrimci hareketle uzaktan yakından alakası olmayan toplumsal grupları da (doktorlar, avukatlar, bakkallar gibi) kapsayacak şekilde toplumun tamamına yayıldı. İşin sonunda menfaatler galebe çaldı, ama önce ortalık yangın yerine döndü. Bu türden, ama daha şiddetli patlamalara doğru yol alıyoruz.  

Sorumluluk sahibi kimi militan devrimciler şöyle diyorlar: “Devrimin ilk aşamasında” aşırılık kaçınılmaz olabilir ama örgütlenme ve işlevsellik kazanma gibi daha ciddi işleri içeren ikinci bir aşama daha olmalı... Çünkü arzu öyle sıradan heyecan ve coşku anlarında özgürleşmez. Les Temps Modernes dergisinin Maocularla ilgili sayısında Pierre Victor ile Foucault arasında dönen tartışmayı hatırlayın.[1] Victor aşırılığa razıdır. Ama yalnızca “ilk aşamada”. Victor’a göre esas iş yeni bir devlet aygıtı oluşturmak, yeni normlar ve halk mahkemesine dayalı bir adalet tesis etmek, kitlelere dışsal bir hukuki süreç başlatmaktır. Kitleler arasındaki çelişkileri çözmeye ehil üçüncü bir tarafa ihtiyaç vardır.

Artık ezbere bildiğimiz o eski şema çıkıyor yine karşımıza: bir sözde-öncü kuvvet tahayyül edilmektedir; sentez oluşturma kabiliyetine sahip, devlet aygıtının çekirdeğini oluşturacak bir parti kurabilecek, iyi yetiştirilmiş, iyi eğitimli işçiler arasından seçilen bir öncü kuvvet. Zaten geriye kalan da toplumun artığıdır; her zaman şüpheyle yaklaşılması gereken lümpen proletaryadır (arzunun bildik mahkûmiyeti). Fakat, bu ayrımların kendileri, arzuyu hapsetmekten başka bir işe yaramazlar ve bu da her zaman bürokratik kademelerin işine gelir.

Foucault’nun buna cevabı üçüncü tarafı reddetmektir; halk adaleti diye bir şey varsa da bu, mahkemede zuhur etmeyecektir. “Öncü kuvvet/lümpen proletarya” ayrımının her şeyden önce burjuvazi tarafından arzu olgusunu ezmek ve marjinalleştirmek amacıyla kitlelere dayatıldığını çok açık bir şekilde ortaya koyar. Bütün mesele devlet aygıtı meselesidir. Bir partiden ya da devlet aygıtından arzuyu özgürleştirmesini beklemek abes olur. Daha iyi bir adalet istemenin daha iyi yargıçlar, daha iyi polisler, daha iyi patronlar, daha temiz bir Fransa istemekten farkı yoktur. Böyle deyince de cevabı yetiştirmekte gecikmezler: Parti olmadan tekil mücadeleleri nasıl birleştireceksin? Devlet aygıtı olmadan makinayı nasıl çalıştıracaksın?

Devrim yapmak için bir savaş makinasına ihtiyaç olduğu ortada; fakat bu devlet aygıtı olamaz. Aynı şekilde, kitlelerin arzularının analiz edileceği bir tahlil aşamasına da ihtiyaç duyar devrim; fakat bu analiz senteze dışsal bir aygıt tarafından gerçekleştirilemez. Özgürleşmiş arzu, arzunun kişisel fantezi açmazından kurtulması anlamına gelir: amaç arzuyu uyarlamak, toplumsallaştırmak ya da disipline etmek değil, işleyişi toplumsal bünye tarafından kesintiye uğratılmayacak ve kolektif bir ifade bulacak şekilde devreye sokmaktır. Önemli olan, otoriter bir birlikten ziyade bir tür sonsuz yayılmadır: arzunun okullar, fabrikalar, mahalleler, çocuk yuvaları, hapishaneler boyunca yayılması. Mesele yönlendirmek, bütünselleştirmek değil, aynı salınım düzlemine bağlanmaktır. Anarşinin güçsüz kendiliğindenliği ile bir parti örgütünün bürokratik ve hiyerarşik kodları arasında seçim yapmak zorunda kaldığımız müddetçe arzu özgürleşmeyecektir.    

Şizofreni, kendisi de asli bir sızıntı olarak kavranılan kapitalist sistemden ayrı düşünülemez: nev-i şahsına münhasır bir illet. Başka toplumlarda, kaçış ve marjinalleştirme farklı görünümler alır. Sözde ilkel toplumlarda asosyal birey kilit altında tutulmaz. Hapishane ve akıl hastanesi oldukça yeni mefhumlardır. Onun yerine, köyün sınırına kadar kovalanır ve komşu köyde kendine bir yer edinemediği takdirde ölür. Kaldı ki, her sistemin kendine özgü bir hastalığı vardır: ilkel toplumların histeriği, büyük imparatorlukların manik-depresif paranoyakları vardır. Kapitalist ekonomi kodları çözerek ve yersiz-yurtsuzlaştırarak işler. Uç örnekleri vardır, en son sınıra kadar kendi kendilerini kodsuzlaştıran ve yersiz-yurtsuzlaştıran şizofrenler gibi; ama aynı zamanda aşırı sonuçları da vardır: devrimciler gibi.  

 

  

“Capitalism: A Very Special Delirium” başlıklı söyleşiden alınmış pasajlar. Caosophy: Texts and Interviews 1972-1977 içinde, ed. Sylvère Lotringer, çev. David L. Sweet, Jarred Becker, Taylor Adkins, Semiotext(e), s. 35-43.

Aynı söyleşiden Deleuze’e ait pasajlar için bkz. Kapitalizm: Çok Özel Bir Hezeyan



[1] 5 Ekim 1972’de Pierre Victor ile Michel Foucault, Sartre’ın çıkardığı Les Temps Modernes dergisinin özel sayısında, Maocuların kurduğu “halk mahkemeleri”ni tartışmak üzere biraraya geldi. 1970’te 16 işçinin bir maden kazasında öldüğü olayın sorumlularını yargılamak üzere, Sartre’ın başkanlık ettiği böyle bir mahkeme  kurulmuştu ve bu fikir Maocuların safları arasında hayli rağbet görüyordu. Amaç, devletin yargısının hasıraltı ettiği, halka yönelik suçları yargılamak ve cezalandırmaktı.

Pierre Victor bu fikrin önde gelen savunucularındandı; Foucault ise ister devlet adına ister halk adına olsun “mahkeme” formunun kendisine karşı çıkıyor, “halkın adaleti”nin mahkemelerde değil “sokaklarda” tecelli edeceğini savunuyordu. Adaletin sokakta tecelli edişine verdiği somut örnek, 1792’de hain oldukları gerekçesiyle binden fazla insanın devrimciler tarafından öldürüldüğü Eylül Katliamları idi. Kaynak: James Miller, The Passion of Michel Foucault, s. 203-204 – ç.n

Guattari, deleuze ve guattari