İnsanın yetişkinliğe adım atmasını engelleyen iki şey vardır: biri aile, diğeri cemaat/camia. En azından, 1970’te kent hayatının sorunlarını inceleyen sosyolog Richard Sennett [The Uses of Disorder] bu sonuca varmıştı. Sennett’a göre insan davranışı büyük ölçüde ergenlikten çıkamıyordu. Ergenlerin tipik özelliği, kendi bireyselliklerini korumaya almak için karmaşaya veya düzenlerini bozacak şeylere kendilerini kapatmalarıdır. Özne, mutlak inançları savunup ilkelerine katı biçimde bağlılık göstererek, kendi katışıksız kimliğini korumaya alır. Ergenler hep dışardaki dünyadan kendilerine yönelebilecek tehditlerin korkusuyla yaşarlar. Muğlaklığa mahal vermeyen bir imaj yansıtma arzuları, onları aşırı püriten davranışlara, ve durmaksızın benliklerini olumlaması gereken bir retoriğe sürükler.
Bugün birçok insan, internet ve diğer mecralar üzerinden, ne hissettiği, hangi vasıflara sahip olduğu, neyi beğenip neyi beğenmediği konusunda hem tanıdığı hem de neredeyse hiç tanımadığı insanlarla ciddi ve uzun tartışmalara giriyor. Sosyal çevremiz bizi durmadan kendimizi ifade etmeye teşvik ediyor; bu kendini ifade sürecinde öznellik, benliğin olumlayıcı biçimde dışavurulmasıyla biçimleniyor. İçine kapalı çekirdek aile hayatı ve nispeten homojen camialar, yetişkin bireyleri, sorunlarla dolu bir dış dünyada kendi bütünlük duygularını sekteye uğratabilecek rahatsız edici karşılaşmalardan koruyor. Böylece günümüz öznesi, bir kimliğe tutunuyor. Kimlik [identity] kelimesi Latince “özdeşlik” anlamına gelen identitas’tan gelir. Aileler ve cemaat/camialar, oluşturdukları bağlar aracılığıyla bu özdeşliği onaylar, böylece “biz”im biricik kimliğimiz ancak ve ancak Öteki’ne veya ötekiliğe karşıtlığı üzerinden ifade edilir hale gelir (tabii, insanın kimliği üzerinde son derece istikrarsızlaştırıcı etkiler yaratabilen kimi istisnai aile ve cemaatlerin var olabileceği gerçeği bu söylediğimizle çelişmiyor).
Richard Sennett, George-Eugène Haussmann’dan beri kent hayatının da mekânsal açıdan bu şekilde düzenlediğini öne sürerek önemli bir noktaya dikkat çekiyordu. Haussmann’ın görüşü doğrultusunda, kentte açılan büyük caddeler farklı toplumsal kökenlerden insanların yaşadığı mahalleler arasına keskin sınırlar çizmişti. Bu rasyonel kent plancılığı, sadece verimli ve işler bir kent mekânı yaratmakla kalmamış, kent kalabalığını toplumsal açıdan nispeten türdeş mahallelere, çelişkiden azade topluluklara bölmüştü. Daha yalın ifadesiyle, Haussmann ve şürekâsı kent sakinlerinin nispî bir özdeşlikte inzivaya çekilebilmelerini, böylelikle kökten Öteki’yle her gün karşılaşma ihtimallerini olabildiğince azaltmalarını temin etmişti. Böylesi bir ayrışma sayesinde fiilî meydan okumaların, rahatsızlıkların, uyuşmazlık ve çelişkilerin bertaraf edilmiş olması, biyolojik yaşları itibariyle yetişkin olan insanların ergenlikte debelenmeye devam edebilecekleri anlamına geliyordu.
Bugün biz de Sennett gibi, birçok kentte Öteki’yle yetişkinlere yaraşır her türlü teması engelleyen şehir plancılığının hâlâ içimizdeki ergeni beslediğini görebiliriz. Kent hayatının rasyonel düzenlemesinde doğrudan yüzleşmelerin bulunmayışı, şehir sakinlerinin kendi varoluşlarını savunma veya kendi alanlarını koruma mecburiyetiyle nadiren karşı karşıya kalmaları anlamına gelir, çünkü –özellikle de orta sınıftan kentliler söz konusuysa– incelikle hesaplanmış kent plancılığı bu işi onlar adına çoktan yapmıştır. İnsanın kimliğine yönelik hiçbir meydan okuma veya sorgulamanın olmadığı durumlarda, politika da tam anlamıyla şahsi bir mesele haline gelir ki demokrasilerde onun çaresine de seçim sandıkları bakar. Başka deyişle, işlevsel olarak düzenlenmiş şehirde politika sokaklardan men edilir. Kamusal alan artık yabancıyla, bilinmeyenle, farklı fikir veya inançları olanlarla karşılaşılan bir yer olmaktan çıkınca, politik anlamda da otomatik olarak nötr hale gelir. Veya: Kamusal alan, başkalarıyla karşı karşıya gelmemizi sağlamak yerine, (internetin sanal mekânında tek bir tıkla yapabildiğimiz gibi) onları görmezden gelmemize veya yanlarından geçip gitmemize imkân verdiğinde, varlığını da fiilen kaybeder. O zaman politika da gündelik hayattan çekilir, kamusal alan politikadan arınır.
İyi ama, diye sorulabilir, insanın kendi ailesi veya cemaati/camiası içinde huzur dolu, korunaklı ve apolitik bir hayat sürmesi neden trajik bir durum olsun? Bunun ilk bakışta olsa olsa arzu edilir bir durum olduğu zannedilebilir. Ancak Sennett’a göre, çelişkiden, veya en azından rahatsız edici karşılaşmalardan uzak bir hayat sürmenin paradoksal sonucu, şiddet patlamalarını teşvik etmesidir. Ergenliklerinin saf kimliği içinde tedirginlikle saklananlar, alıştıkları rutini bozan birileri nihayet çıktığında hemen şiddete meyledeceklerdir. Çünkü bu ergenler, oldum olası dış dünyaya kapalı camiaları içinde yaşadıklarından, çelişkili ortamlarda kendilerini ifade etme yükümlülüğünden kurtulmuş, bu yüzden de başkalarıyla çekişmeli [agonistic] bir tarzda ilişki kurmayı öğrenmemişlerdir. Net sınırlara ayrılmış kentlerde toplumsal türdeşlik çok güçlü olduğundan, kamusal alan farklılıkları ifade etme işlevini kaybetmiştir. Bölünmüş kentlerde Öteki’yle fizikî karşılaşmalar zaten en aza indirilmiştir, bu da sözlü yüzleşmelerin de yaşanmaması anlamına gelir. Sennett, Öteki’yle karşı karşıya gelinen yerlerin geçmişte var olup olmadığı, var idiyse neye benzedikleri konusunda açık bir şey söylemiyor; ama The Uses of Disorder (1970) kitabında, şehirlerde daha fazla anarşiye ihtiyaç olduğunu savunurken kastettiği, bu tür yerler.
Pascal Gielen’in “Performing the Common City: On the Crossroads of Art, Politics and Public Life” başlıklı makalesinden seçilmiş pasajların çevirisidir, Interrupting the City içinde, ed. Sander Bax, Pascal Gielen, Bram Ieven (Amsterdam: Valiz, 2015) s. 274-77