Kadim ve Evrensel Hayal Gücü

Aşağıdaki metin, Stephen Asma’nın “Imagination is Ancient” başlıklı yazısından seçilmiş bölümlerin çevirisidir. Asma, Chicago’daki Columbia College’da felsefe profesörüdür ve Zihin, Bilim ve Kültür Araştırmaları Grubu (Research Group in Mind, Science and Culture) üyesidir. Bu yıl yayınlanan son kitabı Hayal Gücünün Evrimi başlığını taşımaktadır.

 

Ceylanlar, sığırlar ve insanlar, Güney Afrika, Balmoral, MÖ 8000-2000. Suluboya kopya: Maria Weyersberg, 1929 (Büyütmek için resme tıklayınız).

 

Aristoteles ve Kant’ın eserlerindeki kimi örtük pasajları saymazsak, felsefe hayal gücü konusunda neredeyse tek kelime söylememiştir; söyledikleri de, sanatçıların ve diğer insanların “hayal gücüne dayalı” diye tarif ettikleri yaratıcılıktan hayli kopuk gibi görünmektedir. Aristoteles hayal gücünü, insanlarda (ve diğer hayvanların çoğunda) bulunan, çeşitli zihinsel faaliyetlerde kullandığımız imgeleri üretme, saklama ve hatırlama yetisi olarak tanımlar. Uykumuz bile gayri iradi hayal gücümüzün düşleriyle harekete geçer. Immanuel Kant’a göre hayal gücü duyular ile anlama yetisi arasında sentez kurar. Aristoteles’in felsefesi ile Kant’ınki arasında sayısız fark olmasına rağmen, Kant da hayal gücünün duyu algılarını biraraya getiren ve onları evrensel kavramsal boyutu olan bütünlüklü temsillere dönüştüren bilinçdışı bir sentez yetisi olduğunda hemfikirdi. Hayal gücü, duyuların tikelliği ile –sözgelimi, “parlak mavi renkler” ile– kavramsal anlama yetimizin evrenselliği –sözgelimi “Marc Chagall’in mavi renkli Amerika Pencereleri (1977) adlı eseri güzeldir” önermesi– arasında ilişki kuruyordu. Bu iki filozofa göre hayal gücü bir tür bilmeydi, daha doğrusu bilme sürecinden önce gerçekleşmesi şart olan bir “gruplandırma işlemi”ydi. Bilinçdışı olarak işliyor ve bilginin yolunu açıyordu, ancak gerçek bilgi yerine geçecek kadar soyut veya dilbilimsel değildi. 

Hayal gücüne yönelik bu hayli mekanik yaklaşım, zihinle ilgili daha yakın tarihli bilgisayımsal [computational] ve modüler kuramlarda tekrarlanmaktadır; bu kuramlara göre insan düşüncesi doğuştan gelen işlemciler tarafından paketlenir. Örneğin Amerikalı filozof Denis Dutton, Art Instinct (2009) adlı kitabında manzara resimlerinin, olası tehdit veya kaynakların yerini tespit etmek üzere etrafı gözleyen atalarımızdan devraldığımız içgüdüsel bir tercihi tetikledikleri için popüler olduklarını öne sürer. Çağdaş evrimsel psikolojide egemen olan bu görüş, sanatçıların, hatta mühendislerin, yaratıcı hayal gücü görüşünden bir hayli uzaktır. 

Filozofların ve bilişsellik kuramcılarının hayal gücüne dair hayli yavan bir görüşleri olmasına belki de şaşmamak gerek, ama hayal gücüyle ilgili sıradan fikirlerimizin de bunlardan daha iyi olduğu söylenemez. Yaratıcılığı o kadar romantize ettik ki, kafalarımızın içinde akıl sır ermez bir esrarın bulunduğu noktasına geldik. Esin perilerinin etkisinde kalma fikrine eskisi gibi inanmıyor olabiliriz, ama bu “gizemci” görüşün yerine daha iyisini de koyamadık.

Evrim düşüncesi bu karmaşadan çıkmamızı sağlayacak bir yol öneriyor. İnsan zihninin evrim geçirmiş diğer yönleri gibi hayal gücünün de bir tarihi var. Hayal gücüne, verimli bir kazı alanına bakan bir arkeolog gibi bakabiliriz: birbiri üzerinde birikmiş yeti tabakaları gibi. Hayal gücü uzun zaman dilimleri boyunca, hayvanlarla paylaştığımız kalıtım üzerine inşa edilen, kesintili bir denge süreciyle ağır ağır ortaya çıkar. Bu yetiyi anlamak için, zihnin tortul tabakalarını kazmamız gerekir. Charles Darwin, İnsanın Türeyişi (1871) başlıklı kitabında şöyle der:

 

Hayal gücü insanın en üstün yeteneklerinden biridir. Bu yeti sayesinde önceki imge ve fikirleri iradeden bağımsız biçimde birleştirir, böylece parlak ve yepyeni sonuçlar yaratır. [...] Rüya, bu yetinin en iyi tarifini sunar bize; [şair] Jean Paul Richter’in dediği gibi: “Rüya, gayri iradi bir şiir sanatıdır”.

 

Richard Klein, Maurice Bloch ve başka paleoantropologlar hayal gücünü insan türünün geçmişi içinde hayli geç bir tarihe yerleştirirler, anatomik açıdan modern insanın doğuşundan binlerce yıl sonrasına. Bu görüş, mağara resimlerinin nispeten geç bir tarihte, Geç Paleolitik dönemde (ykl. 38 bin sene önce) ortaya çıkmış olmasına dayandırılır. Arkeologlar genelde hayal gücünün geç evrimleştiğini, dilden sonra geliştiğini, ve mağara resimlerinin de tıpkı bizim bugün yaptığımız gibi düşünen ve yaratan zihinlerin işareti olduğunu varsayarlar.

Ben bu yorumun aksine, doğru anlamıyla hayal gücünün en eski insan yetilerinden biri olduğunu, hiç de geç gelişmediğini öne sürmek istiyorum. Düşünmenin ve iletişim kurmanın dil sayesinde muazzam ölçüde ilerlediği doğrudur. Gelgelelim, “imgelerle düşünmek”, hatta “bedenle düşünmek”, dilin gelişmesinden yüz binlerce yıl öncesine denk gelmiş olmalıdır. Dünyaya ilişkin duygusal olarak kodlanmış temsilleri okumak, saklamak ve geri getirmek, memeli kalıtımının bir parçasıdır ve bunu önerme kodlamalarıyla değil, koşullandırılmış çağrışımlar aracılığıyla yaparız. 

 

Kafile, Zimbabwe, Massimbura, MÖ 8000-2000. Suluboya kopya: Elisabeth Mannsfeld, 1929

 

Çağdaş felsefede “temsil” [representation] genelde dil çerçevesinde anlaşılır. Temsil, dış dünyayla olan mütekabiliyeti üzerinden veya başka anlamlı deneyimler (yani başka temsiller, kurallar, şemalar vs.) üzerinden anlam kazanan içsel bir zihinsel varlıktır. Sahip olduğum “köpek” temsili, dünya üzerindeki etten kemikten bazı memelilere vekalet eder. Ampirizmden pozitivizme, hatta bazı göstergebilim kuramlarına kadar geleneksel semantik kuramlarında anlamın temel öğesinin kelime olduğu varsayılmıştır – “köpek”, “dog”, “chien” veya “gou”.[1] Ancak, Oregon Üniversitesi’nden Mark Johnson gibi bazı filozoflar bu anlam modeline karşı çıkmış, dilin kendi içinde daha derin cisimleşmiş metafor yapıları bulunduğunu ve anlamın (zihinde değil) bedende kök saldığını göstermişlerdir.

Bugün sahip olduğumuz doğaçlama ve hayal gücü yetilerinin, atalarımızın zihnine dolaylı bir erişimi var. Biyosemantik adı verilen ve gittikçe genişleyen araştırma alanı, bu bağı anlamaya çalışıyor; sadece insan dilinde değil, sosyal primatların cisimleşmiş etkileşimlerinde de anlam’a zemin kazandırmayı hedefliyor. Büyük maymunlar olarak biz insanların, bütün sosyal primatlarda gördüğümüz, karşılıklı okumaya [antiphonal] ve beden diline dayanan o incelikli iletişim türüne girdiğimiz neredeyse kesindir. Beyond the Brain (2011) kitabının yazarı Louise Barrett gibi primat psikologları, gelişim sırasında yavaş yavaş biriken ve primatların sonunda üstünlük ve teslimiyet, çiftleşme, sosyal birlik, yiyecek paylaşımı, erzak temini gibi daha kapsamlı işlevleri yerine getirmelerine yarayan bir tür jest sözlüğü sağlayan etkileşim ağlarının izini sürmeye başladılar. Fakat biz insanlar da, anlamla ilgili bu cisimleşmiş jest sistemlerini farkında olduğumuzdan çok daha büyük sıklıkla kullanıyoruz. Bebekler arasında yaşanan ve dünyayı betimlemek veya enformasyon aktarmak yerine tamamen duygusal dışavurum, sırayla kendini ifade etme ve bağ kurmaya dayanan olağanüstü bir iletişim örneği için, “konuşan” ikiz bebekleri gösteren aşağıdaki videoyu izleyebilirsiniz.

 

 

Primat kuzenlerimiz, motor aktiviteleri sıraya dizme yönünde (beyinciğe dayanan) etkileyici yeteneklere sahiptirler – örneğin, yenmeyecek bitkileri yenebilir gıdaya dönüştürmek için işlemden geçirdikleri karmaşık bir dizi eylemi yerine getirmede yararlandıkları bir tür görev grameri vardır. Sözgelimi goriller, ısırganotunu ancak titiz bir toplama ve yaprak katlama işleminden sonra yerler, aksi halde dikenler yüzünden ağızları yaralanır. Bu, beden ile çevre arasında daha zekice hamleler arayan (ve başarılarla başarısızlıkları “kümeleyen”) bir sorun çözme düzeyidir. Bu tür bir motor sıralama, doğaçlama ve hayal gücü gramerinin ilk düzeyi olabilir. Dilin ortaya çıkışından çok daha önce, imgeler ve davranış sıralamaları, görev grameri aracılığıyla zihinde yeniden düzenlenebilir. İnsanlar bundan çok daha sonra dilsel sembollerle düşünmeye başlamışlardır. Giderek daha da soyutlaşan, kelime gibi semboller, temsillerin ve uyarıcıların dolaysız deneyimden kopmasını büsbütün pekiştirirken, aynı zamanda, hikâye anlatıcıları ve dinleyenlerinde, (duygular gibi) cisimleşmiş kadim sistemleri harekete geçirmek suretiyle anlamı yaratmış ve taşımışlardır.

Zihinlerimizi Google aramasıyla eşitleyen bilgisayımsal [computational] zihin kuramları,  daha yakın bir tarihte gelişmiş olan dile dayalı düşünme yetimizle uyumlu olabilir, ama çok daha eskilere dayanan hayal gücüne dayalı bilme yetimize uygun değiller. İmgeye dayalı düşünme, bilgi bakımından zengin ayrıntı yapılarını, duygusal ve motor çağrışımları devreye sokar. İmge ve jestleri kodlayıp manipüle ederek, bunu izleyen anlamın temelini oluştururuz. Eric Kandel’in The Age of Insight (2012) kitabında dediği gibi:

İnsanın evrim sürecinde, kendimizi sanatla –resim diliyle– ifade etme yeteneğimiz, sözlü dille ifade etme yeteneğimizden daha önce ortaya çıkmış olabilir. Bunun neticesi olarak, insan beyninin sanat açısından önemli olan işlemleri, belki de bir zamanlar evrenseldi ama evrensel bir yetenek olarak dilin evrimleşmesiyle birlikte bunların yerini dil aldı. 

 

 



[1] Köpek kelimesinin sırasıyla İngilizce, Fransızca ve Çince karşılıkları –ç.n.