Jacques Rancière’le Söyleşi

 

 

 

Maria Kakogianni: Bir metninizde, günümüzde düşmanın bulunmadığını söylemiştiniz – düşmanın var olmaması anlamında değil de, yerinin saptanamaması anlamında; ve eşitsizlik ile eşitlik arasındaki karşılaşma imkânının giderek azaldığını belirtmiştiniz.

Buradan hareketle, Gabriel Gauny’den bahsetmek istiyorum. 19. yüzyıl işçi sınıfı üzerine yaptığınız çalışmalarda, işçi sınıfı kimliğiyle ve bu sınıfın çıkarlarını savunmakla ilgili derdi olmayan, tam tersine işçi olmamayı isteyen, hayatını değiştirmek isteyen işçileri keşfetmiştiniz. İşçi Gauny’nin burjuvalarda gıpta ettiği, zenginlik gibi pozitif bir özellik değil, negatif bir özellikti: boş veya serbest zaman.

Bugün, işsizlere, düzensiz veya güvencesiz çalışanlara baktığımızda, eksikliği çekilen şey boş zaman değil gibi görünüyor. Buna mukabil, zengin ve başarılı olanların da tarihin hiçbir döneminde bu kadar fazla çalıştığı görülmedi. O zaman aklıma şu soru takılıyor: Bugün Gauny gibi düşünmemiz mümkün mü? Burjuvalarda gıpta edeceğimiz negatif özellik boş zaman değilse, ne olabilir? Belki boş zaman özleminin yerini bugün mekân özleminin aldığını öne sürebiliriz şimdilik, her şeyden çok da boş mekân özlemi: yani hiçbir işlevi olmayan, herhangi bir amacın veya kullanımın işgal etmediği mekân. Günümüzdeki karşıtlık, aylak burjuva ile durmadan çalışmak yüzünden yabancılaşmış işçi arasında değil, hiperaktif başarılı insan ile işsiz olup sosyal yardımlara bağımlı olan, dolayısıyla bir sürü “boş” zamanı olan insan arasında. Genç nüfusun yarıdan fazlasının tam zamanlı çalışmadığı birçok ülke var. Buna paralel olarak, müşterek mekânların da hızla yok olması söz konusu.

Peş peşe gelişen işgal hareketlerinde, mekân parametresinin zamana ve gelecekle ilgili vaatlere ağır bastığı bir değişime tanıklık ediyor olabilir miyiz? Tabii bu, ‘yeni ekonomi’de çalışma zamanının sömürülmediği anlamına gelmiyor. Özgürleşme her zaman müştereklerin üretilmesini içerir: müşterek bir zaman ve müşterek bir mekân. Ama somut durumlara baktığımızda, eskiden iki işçi boş zamanları olmadığı için buluşamazken, şimdi sorun, iş yerleri sürekli değişen iki serbest ya da geçici çalışanın somut bir mekânda fiziken biraraya gelemiyor olması.

 

Ranciere: Şahsen, mazide kalmış bir boş zaman arzusu ile bugüne ait bir boş mekân arzusunun bu şekilde karşı karşıya konabileceğinden emin değilim. Keza, zenginlerin hiperaktifliği ile yoksulların aylaklığı arasında kurduğunuz ilişkiden de şüpheliyim. Sosyal yardım konusunda demek istediklerinizi anlıyorum. Fransa’da seçimler sırasında seçim kampanyasının tamamını sosyal yardımları kesme teması üzerine kurmuş bir aday gördük; sonunda cumhurbaşkanlığına yükselen bu aday bahsettiğiniz hiperaktif adam imajını benimsedi: halkını bu genelleşmiş yardım bağımlılığından kurtarmak için yapılması gereken her şeyin bedenleşmiş hali oldu. Fakat yine de, bir tarafta zenginlerin hiperaktifliği, öte tarafta sosyal yardımla geçinen yoksullar gibi bir karşıtlık kurabileceğimize inanmıyorum. Hiperaktiflik, toplumsal piramidin bütün basamaklarına yayılmış bir hal. Sadece cumhurbaşkanına, gecesi gündüzüne karışmış yöneticilere has değil; gittikçe daha da acımasız bir çalışma ritmine mahkûm edilen fabrika işçileri de böyle. İnsanın belli bir ritme uymadıkça kovulma tehdidiyle karşı karşıya olduğu, ritmi gittikçe hızlanan düzenli çalışma ile, bu boş gezme, avarelik, işsizlik, kâh işsiz kalıp kâh çalışma, kısa süreli işlerin birinden diğerine koşma vs. düzeni arasında ikili bir bağ var.

Bence zamanın sorun olmaktan çıktığı, asıl meselenin mekân olduğu bir duruma geçmedik. Hayır, her şeye rağmen, herkesin yüz yüze olduğu sorun, sömürüyle belirlenen zamansal ritimle kurulabilecek ilişkiyle ilgili – ya hiperaktifliğin, yani klasik terimlerle emek sürecinin yoğunlaştırılmasının ritmi, ya da işsizlik veya sosyal yardım ritmi. Bu model eskinin etkin/edilgin insan karşıtlığını yeniden üretiyor; etkin insanların düzenli işe sahip oldukları ve para harcadıkları vs. için topluma katılan özneler olduğu, diğelerininse salt edilgin yurttaşlar olduğu, 19. yüzyılda dendiği gibi toplum içinde olup topluma ait olmayan insanlar oldukları fikri… Hepimizin karşısında duran soru şu: bu zamansal ritimle ilgili ne yapabilirim, yoğunlaşmanın dayattığı sınırlamaları esnetmek için ne yapabilirim?

Bunlar bir tarafa, zamansal ritimle ilgili çatışmaları kolektif hale getirebilmek için müşterek mekânların inşa edilmesi gerektiği açık; bugün eylemleri bölen, boğan ve bir anlamda öznellikten mahrum bırakanın bu tür bir zaman kullanımı olduğu da açık. O zaman nihai soru şu: başka zaman kullanımı türleri aracılığıyla ilerleyebilecek bir yeniden özneleşme tasavvur edebilir miyiz? Bu soruyla birlikte, az önce bahsettiğimiz özgürlük ekonomisi sorunsalına geri dönüyoruz. Özneleşmenin bu yeni nüveleri, ya aşırı sömürüden kazanılabilen zamanı yeniden ele geçirme çabasıyla ya da dayatılan ve insanın yeniden ele geçirmeye çalıştığı zaman yoluyla ortaya çıkıyor. Müşterek mekânların inşasıyla işe başlamak, bu tür bir gerilimin, bu özneleşme biçiminin, bu zamansal çarpıtmanın bir çatışma haline gelmesini, kolektifleşmesini sağlayabilir pekâla.

 

Bilgeler Hiçbir Şey Bilmez

MK: 1968 olayları hakkında sık anlatılan bir hikâye vardır: 68’in, otorite figürlerine (baba, hoca vs.) karşı genel bir başkaldırı olduğu söylenir. 68 ruhuna karşı beslenen nefret, liberal uyarlanmanın yolunu açan, özneleri sersemleştirici bir tüketimciliğe hazırlayan bir Mayıs 68 anlatısına yansıtılır. Bu durumda hekimlerin önerdiği tedavi de “Okul’da otoriteyi yeniden tesis etmemiz lazım” türünden bir şey olacaktır. Fakat benim derdim Mayıs 68’le ilgili hakikati ortaya çıkarmak değil. Biraz konu dışına çıkıp, üç karakterden oluşan bir sahne düşünelim. Bir tarafta, bilge yani sophos karakteri var: sophia’nın sahibi. Bu sophia’nın, ona sahip olmayanlara aktarılması gerek. Öte tarafta sofist ve onun yapısöküm uğraşı var; bilgenin sözümona doğru söylem iddialarını bir bir söküyor. Sophos, kişisel evrenselin bedenleşmesi gibi bir şey, sofist ise ister kişisel ister müşterek olsun her türlü evrensellik ehliyetini ortadan kaldıran ilme sahip. Sophos’u gizemden arındırmaya yönelik eleştirinin zirvesi, mutlak rölativizm.

Bazı açılardan, 1968’de Marksist bilim kendini bir tür sophia olarak sundu ve bizi nihai zafere götürmesi beklendi. Bizi mülkiyet rejiminden ilelebet kopmaya götürecek yol, “mülksüzlerin mülkiyetindeki bir bilim” paradoksu olacaktı. Ardından koca bir yapısöküm çalışması başladı. Bugün yeni bir halk mücadelesi silsilesiyle karşı karşıyayız: şimdi, devrimci bir sophia türünden bir şeyi yeniden tesis etmeyi isteme riskimiz var. Bu sophia belki yeni sözcüklerle konuşacak, belki son moda kavramlar imal edecek, ama yine aynı işlevi görecek.

Eski kelimeleri, kendi özgül sorunlarımızın gerektirdiği şekilde temellük ediyoruz. Acaba başka bir Platon’u sahiplenebilir miyiz diye merak ediyorum, daha doğrusu Platon’u bir seçim  önermek üzere ikiye ayırabilir miyiz… Bir yanda, sofiste tepki gösteren, sophos’u yeniden  tesis etmek isteyen Platon var; bizim durumumuzda bu, devrimci sophia’yı yeniden tesis etmek isteyen Platon olur. Bu Platon, eşitlikçiliğe karşı: filozof-kralı istiyor. Öte tarafta belki başka bir Platon daha mümkün: sofistin yapısöküm emeğinin başlı başına bir rejim haline gelebileceğini görmemizi sağlayan bir Platon.

Aslında Platon önemli değil; gerçek bir çehre yok sadece çoğalıp çeşitlenen maskeler var. Mesele, bir düşünce tavrı; iki cephede süren bir düşünce mücadelesi. Ne ilerleme ne geriye dönme. Ne sophia ne sofizm. Ne üniforma sevdalısı olan, ne de aynı anda farklı gömlekler giymeye bayılan, ama yer değiştiren bir düşünce. Geçmişin mücadelelerine şu ya da bu biçimde sadık kalmak, o mücadelelerin lafzına ihanet etmek anlamına gelmiyor mu? Anti-otoriter mücadelelerden anti-liberal mücadelelere, sorun aynı: eşitlikçi bir şimdi yaratmak.

 

JR Sophos’un ve sofistlerin, filozofun ve anti-filozofların inşasının, 68’den günümüze kadar olan dönemde geçilen uğrakları yorumlamak için, ve bugünü yorumlamak için iyi bir yol olduğuna katılıyorum. Fikir aynı: Ne olursa olsun, bir filozof-kralımız olmalı – en azından, genç demokratik aileyi yolunu kaybetmekten koruyacak, isyan zannettiği ama aslında tüketimden ibaret olan yanılgılar labirentinde yolunu şaşırmaktan sakınacak bir filozof baba… Farklı yollarla da olsa, Marx’ta veya Lacan’da, bence hep aynı mantığa dönüyoruz: her şeye rağmen, ne yaparsak yapalım, önce bize yol gösterecek babaların bulunduğundan emin olmamız lazım.

Bence bu konuda söylenebilecek iki şey var. Öncelikle, çok temel bir şey: Bilgeler hiçbir şey bilmez. Ama ikincisini de hemen eklemeli: bilgelerin hiçbir şey bilmediğini söylemek için, sofistlerin haklı olduğunu kabul etmek hiç de şart değil. Fakat bugün sofistlik Platon’un dönemindekinden farklı. Günümüzün sofistleri, var-olmayan temelinde, veya hiçlik temelinde  argüman üretmiyor; görünürde “pozitif” bilgi ve sınıflandırmalar temelinde, çeşitli sosyal bilim türlerini vs. devreye sokarak konuşuyorlar. Onun için bugün sorulması gereken soru şu: Bu tür sahte bilgilerden uzak bir alan nasıl açılır; boşluk nasıl yaratılır?

 

Radical Philosophy dergisinin Ekim 2013 sayısında yayınlanan A Precarious Dialogue başlıklı söyleşiden alınmıştır.

Rancière