Carl Larsson, "Kırmızı Başlıklı Kız", 1881
19. yüzyılda yöresel halk hikâyelerini yazıya döken Grimm kardeşlerin amacı, bunlar üzerinden bir Alman Volk’u tarif etmek ve Alman halkını modern bir ulus halinde birleştirmekti. Değerlerin tanımlanmasında dilin ve halk geleneklerinin rolünü vurgulayan Johann Gottfried von Herder’in felsefesinden etkilenmişlerdi. Herder, Dilin Kökeni Üzerine (1772) başlıklı kitabında, dilin “anlama yetisinin doğal organı” olduğunu öne sürüyor, Alman yurtseverlik ruhunun da ulusun dilinin ve tarihinin zaman içinde gösterdiği gelişmede yattığını düşünüyordu. Herder ve Grimm kardeşler, o dönem için yeni olan bir fikri savunuyorlardı: bir ülkenin yurttaşlarının, akrabalık veya toprak üzerinden değil, bir dizi ortak değer üzerinden birbirine bağlanması gerektiği fikrini. Grimm kardeşler için, “Vaftiz Baba”, “Çanta” veya “Şapka ve Borazan” gibi hikâyeler, dillerinden kaynaklanan saf düşünce biçimini ortaya çıkarıyordu.
Bir dizi hikâyelendirilmiş özsel vasıf ve değer üzerinden Volk’u birleştirmenin doğal sonucu, bu kültürün dışında kalan insanların Almanların kendine ait saydıkları değerlerden yoksun gözükmesidir. Herder, bu fikrin kitlesel şiddete zemin hazırlama potansiyelinin farkına varmış olacak ki, insan kültürlerinin muhteşem çeşitliliğine övgüler düzmüş ve özellikle de Alman Yahudilerinin Alman Hıristiyanlarla aynı haklara sahip olması gerektiğini savunmuştur. Buna rağmen, Grimm kardeşlerin projesi Avrupa’ya doğru yayıldıkça, barındırdığı milliyetçi potansiyel de arttı. Halkbilimciler, ulusal karakteri tanımlama niyetiyle ulusal folklor kitapları yazmaya başladılar. Daha da önemlisi, pek çok modern ulus, “ötekini” ahlaki açıdan bir tür canavar olarak yansıtma eğilimindeki düşünce tarzının istismara ne kadar elverişli olduğunun farkına vardı ve bundan sonuna kadar faydalandı.
Amerikalı akademisyen Maria Tatar, The Hard Facts of the Grimms’ Fairy Tales başlıklı kitabında, Wilhelm Grimm’in olup olmadık yerlere, örneğin verilen sözü tutmanın önemiyle ilgili veciz sözler sıkıştırdığından bahseder. Tatar’ın iddiası şudur: “[Grimm] Ortada herhangi bir ahlaki düzen olmadığını kabul edeceğine, [...] çıkarılacak herhangi bir ders olmadığı yerde bile ısrarla ahlaki beyanlarda bulunuyordu.” Bu tür ilaveler, bu hikâyelerde dramatize edilen çatışmalarda mevzu bahis olanın (örneğin sadece yemek değil) değerler olduğu fikrinin yerleşmesine sebep oldu. Grimm kardeşlerin yaptığı bu ilavelerin, her zaman ders çıkarılacak fabllar olarak anlatılmamış olsalar bile halk masallarının ahlaki olduğunu savunan Betteelheim ve Campbell gibi halkbilimcileri etkilediğine şüphe yok.
Yeni yeni uyanan bu milliyetçi bilincin bir başka sonucu da, yazarların eski hikâyeleri yeniden yazarak, farklı karakterler (mesela Robin Hood ile Nottingham Şerifi) arasında ahlaki bir ayrım yapmaları oldu. Joseph Ritson’un 1795 tarihli yorumundan önce yazılan hikâyelerin çoğunda Robin Hood, sarhoş arkadaşlarıyla beraber ormanda kafa çeken bir kanun kaçağı olarak sunuluyordu. Ritson’un versiyonuna kadar Robin Hood’un zenginden çalıp fakire verdiği falan yoktu – Fransız Devrimi’nin ardından Britanya’da da bir halk ayaklanmasının kıvılcımını çakmak niyetiyle yazılmıştı bu hikâye. Ritson’un yorumu öylesine rağbet gördü ki modern Robin Hood yorumları, mesela Disney yapımı 1973 tarihli çizgi film ya da Robin Hood: Hırsızlar Prensi (1991) başlıklı film, kanun kaçaklarının şamatalarından ziyade ahlaki sorumluluklarını merkeze aldılar. Nottingham Şerifi, hikâyedeki basit bir hasımdan, güçsüzler aleyhine iktidarın istismar edilmesini sembolize eden birine dönüştü. (Robin Hood örneğinde olduğu gibi) tek bir ulus ve hatta (Sindirella örneğinde olduğu gibi) tek bir hane içinde bile dönen küçüklü büyüklü her türden çatışma, bir değerler çatışması olarak sunulmaya başlandı.
Thomas Bewick, Joseph Ritson’ın “Robin Hood” hikâyeleri için desenler, 1795
Ele alınabilecek bir diğer örnek ise Kral Arthur efsanesidir. 12. yüzyılda Kral Arthur hakkında yazan şairlerin çoğu Chrétien de Troyes gibi Fransızlardı çünkü o zamanlar bu efsanevi kral Britanya ruhuyla bu denli yakından ilişkilendirilmiyordu. Dahası, o zamanlar Arthur’un düşmanları çoğunlukla, ahlaki zaafları sembolize eden insanlardan ziyade bilfiil canavarlardı. Alfred Tennyson’ın 19. yüzyılın başlarında kaleme aldığı Idylls of the King adlı kitapla, Kral Arthur, Britanya’ya özgü yiğitliğin ideal temsilcisi haline geldi ve ahlaki zaafları temsil eden insanlarla savaşmaya başladı. 20. yüzyıla gelindiğinde ise, efsanedeki Camelot şehri, Dünya’da var olamayacak kadar idealist bir krallık anlamında kullanılıyordu.
İyiler ve kötüler hakkındaki hikâyeler yapıları gereği ahlaki hikâyelerdir – öyle ki, bir insanın tüm toplumsal kimliğini, ahlaki bir mesele hakkında fikrini değiştirmeyeceği varsayımı üzerine inşa ederler. Ama sonuçta, her tür ahlaki düşüncenin önüne taş koymaktan başka bir işe yaramazlar. İlyada, Mahabharata ya da Hamlet’te olduğu gibi çatışma halindeki çokboyutlu karakterler üzerine kafa yoracaklarına, insanları, sembolize ettikleri değerlere göre kategorize eder, etik eylemin gerektirdiği derin düşünce ve hayal gücünü dümdüz ederek basit bir evet/hayır’a indirgerler. Buna göre, bir insan ya İyiler Takımına uygundur ya da Kötüler Takımına.
İyiler/kötüler hikâyeleri ahlaki incelikten yoksundurlar yoksun olmasına ama toplumsal istikrarı teşvik etmekte üstlerine yoktur. İnsanları orduya yazdırıp başka uluslarla savaştırmaya da yararlar. Yaydıkları değerlerler ahlaki değerlermiş gibi gözükür, folklor ve mitolojiyle olan ilişkileri de onlara bir meşruiyet izlenimi kazandırır. Ama aslında kökenlerinde ahlaki bir bakış açısı bulunmaz. Daha ziyade, politik bir vizyonda kök salmışlardır. Bu yüzden de, bizi, eylemlerimizin anlamı üzerine durup düşünmeye sevk etmezler. Tıpkı Grimm kardeşlerin masalları gibi, ulusları birarada tutmak amacıyla tasarlanmış politik araçlardır.
İyiler/kötüler temalı film, çizgi roman ve oyunların büyük, tutkulu ve kolayca fikir değiştirebilen hayran kitlelerini peşlerinde sürüklemeleri tesadüf sayılamaz. Dahası, haklı bir dava uğruna mücadele eden ya da dünyayı kurtarmak için savaşan süper kahramanlar hakkındaki bu hikâyeler insanları gerçek anlamda güçlenmeye yönlendirmez. İyilerin bize öğrettiği tek şey, öteki takımdaki insanların bizim gibi olmadığıdır. Dahası, kötüler o kadar kötü, bahisler o kadar yüksektir ki, zafer yolunda her tür kural ihlali mubahtır.
One Long Night: A Global History of Concentration Camps (2017) başlıklı kitabın yazarı Andrea Pitzer’e, çatışmaların farklı taraflarında yer alan insanların farklı ahlaki vasıflara sahip olduğu fikri hakkında ne düşündüğünü sordum. Pitzer şöyle dedi: “Birbiriyle çakışarak temerküz kamplarının ortaya çıkmasına sebep olan üç icat var: dikenli tel, otomatik silahlar, ve belirli bir kategoriye giren insanların tamamının kapatılması gerektiği inancı”. Kötülere karşı savaşan iyiler hakkındaki hikâyeleri okuyup anlattığımızda ya da seyrettiğimizde, kendimizi şuna inandırırız: Karşı taraftakiler, insan hayatına bir nebze olsun saygı duysalar ya da değer verseler bizimle savaşmazlar, hatta daha en baştan öteki takımda yer almazlardı. Kısacası, bu tür hikâyerlerde, ahlaki vasıfların tek tek bireylere değil, insan kategorilerine ait olduğu fikrini tekrarlarız. Grimm kardeşlerin ve Herder’in vizyonunu, milliyetçilik ekseninde mantıksal sonucuna götürdüğünüzde “belirli bir kategoriye giren insanların tamamının kapatılması gerektiği” fikrine varırsınız.
Catherine Nichols’ın The Good Guy/Bad Guy Myth başlıklı yazısından seçilmiş bölümlerin çevirisidir.