İstanbul Resim ve Heykel Müzesi (İRHM), nihayet, “Serginin Sergisi II” ile yeniden kapılarını açtı. Koleksiyonun bir kısmını içeren bu sergi, sembolik bir açılış. Büyük açılış için, Müze’nin kurulduğu (1937) güne denk gelen 20 Eylül tarihi telaffuz ediliyor. Ama sembolik olsun olmasın, bu açılış, artık umudunu kaybetmiş, hatta bir buçuk asırlık bir modern/ulusal müzemiz olduğunu unutmuş olanlar arasında büyük bir heyecan yarattı. Hatırlayanlar olacaktır, İRHM 2012’de Dolmabahçe Sarayı Veliaht Dairesi’nden hile ve desiseyle atılmış ve yerine bir Osmanlı Batı sanatı müzesi açılmıştı.[1] Aradan geçen 10 yıla yakın süre içinde Müze’ye dair iyi-kötü, olumlu-olumsuz pek çok şey yaşandı, yazıldı.[2] Ama en büyük endişe, kuşkusuz, Müze’nin iştahı oldukça kabarık olan sanat piyasasına ve içine aldığı her şeyi yutan bürokrasiye nasıl direneceğiydi. Türkiye’nin modernlik deneyiminin ürünleri olan bunca değerli eserin gözden ırak, kapalı bir depoda kalması endişe veriyordu. Hele ki, Türkiye’de sanat aşkının alevlendiği 2000’ler sonrasında, bu koleksiyon için hayırlı bir son düşünmek zorlaşıyordu. Ne var ki, olağandışı bir şey oldu. İRHM, “Serginin Sergisi II” ile yeniden doğacağının ilk işaretini verdi.
Bu olay olağandışı, çünkü çağdaş sanat dünyasında Müze’yi talep eden bir çoğunluk yok. Bu dünya, farklılaşma üzerine kurulu kakafonik bir sahne. Kakafonik, çünkü farklı olduğunu iddia eden her şeyin kabul edildiği bir düzen. Tek kıstas, çağdaş ve yeni olmak. Çoğunluğu temsil eden bu dünya için İRHM’nin yokluğu hiç rahatsız edici değil. Çünkü, Müze, modernitenin, tarih ve eleştirinin eskimediğini gösteriyor. Sanatın –yüzyıllardır süren– farklılaşma oyununun esasen belirli kıstaslar üzerine kurulu olduğunu anımsatıyor. Söz konusu kakafoni içinde kimi melodileri, besteleri, güzel sesleri duyabilmenin tek yolunun buradan geçtiğini de…
Tam da bu nedenle, çoğunluk içindeki küçük bir azınlık, sessizce ve ısrarla Müze’sini istemeye devam etti. Dergilerde yayınlanan tek tük yazıların yanında Görsel Sanatlar Derneği Platformu’nun “Müzemi İstiyorum” hareketi[3] ve e-skop’un ısrarlı takibi gibi İRHM’nin peşini bırakmayanlar var. Bu sessiz azınlık, kakafonik çoğunluk içinden, gariptir ki, güçlü biçimde duyuluyor. Kamusallık üzerine çalışmaları olan sosyolog Craig Calhoun’un, bunun gibi olağandışı vakalara dair şöyle bir açıklaması var. Calhoun’a göre kamusal alanın gücü kişi sayısı, grubun büyüklüğü ya da yapılanların görünürlüğüyle ölçülemez. Kamusallığın gücü, insanların kendi konfor alanlarından çıkıp ortak bir fikre yönelik olarak birlikte hareket etmelerine bağlıdır. Kimi zaman örgütlü kimi zaman doğal olarak gelişen bu birliktelikteki en önemli unsur, bireylerin kendi özel çıkarlarının dışında bir amaç için birarada olmalarıdır. Güç, konfor alanları dışına çıkıp ne pahasına olursa olsun birlikte hareket eden bu kişilerden doğar. Calhoun, şunu da ekler: Bu güç bir anda, radikal bir dönüşüm getirmeyebilir. Bazen de ağır ağır ama güçlü biçimde etkisini gösterir.[4] İRHM, Calhoun’un tarif ettiği gibi, sessiz bir azınlıktan doğan, güçlü bir kamusallık yaratmış gibi görünüyor.[5]
“Serginin Sergisi II” her yönüyle aslında bu olağandışılığı müjdeliyor. Küratoryal ekibin, MSGSÜ’nün (Akademi) sanat tarihi bölümü hocalarından, Prof. Dr. Zeynep İnankur, Prof. Dr. Burcu Pelvanoğlu ve Dr. Ali Kayaalp’ten oluşması bile bunu işaret ediyor. Sergi, her bakımdan sanat tarihini kendine kerteriz belirlemiş. Çağdaş dünyanın tarihsizliğinden ve belleksizliğinden uzak duruyor, Müze’nin yiten hafızasına atıf yapıyor. Hatırlayanlar olacaktır, “Serginin Sergisi”nin birincisi 2009’da Veliaht Dairesi’nde düzenlenmişti. Bu sergi de 1990’ların ikinci yarısından beri kapalı duran Müze’nin açılışını müjdeliyordu. O nedenle, 1937’deki ilk serginin bir tekrarıydı. İRHM yeniden doğacaksa, bu olayı ilk sergisine referansla duyurulmalıydı. 1937 sergisi yenilik ve tazeliğin getirdiği heyecan ve umudu ifade ediyordu. 2009 sergisi ise, mücadele ve azmin sembolüydü. “Serginin Sergisi II” ise, Müze yeni yerinde açılırken kurumun geçmişine sahip çıkacağını ima ediyor. Serginin Akademi’nin sanat tarihi bölümünün eşsiz hocası Prof. Dr. Semra Germaner’e adanması bunu daha da güçlendiriyor. Çünkü Germaner’in çok titiz bir akademisyen, ufuk açıcı bir eğitmen olmasının yanı sıra Müze’nin yeniden açılması için harcadığı büyük emek herkesçe biliniyor. Müze kendi belleğine eklemleniyor, onu koruyor. Modernizmini görmezden gelmeye meyilli sanat çevresine, bu tarihi hatırlatıyor. 2022’de yeniden açılmaya hazırlanırken Müze iki noktayı vurguluyor: Hem kendi belleğine, hem de yitirilmeye çalışılan modernizm tarihine sahip çıkacağını gösteriyor.
Bu vurgu çok önemli. Çünkü, karşımızda yeni logosu, yeni binası, yeni teşhir mekanlarıyla farklı bir İRHM var. Doğduğu, 75 yıl yaşadığı Veliaht Dairesi’nden zorla göç ettirilmiş, belleğinden koparılmış bir müzeden bahsediyoruz. Müze’nin ilk sergisi de bu bellekten kurtularak, çağdaş dünyanın gerektirdiği gibi yeni’nin peşinden gidebilir, sıfırlanabilirdi. Neyse ki, “Serginin Sergisi II” ile geçmişe ve geçmişine eklemlenmeyi tercih etmiş gibi görünüyor. Nitekim, birinci sergiye sadık kalarak kronolojik bir anlatıyla sunulan eserler kimi noktalarda tematik olarak biraraya getirilmiş. Böylelikle hem tarihsel bir anlatıyı takip edebiliyorsunuz, hem de farklı temalara girip çıkabiliyorsunuz. En kritik nokta ise, dışarıya ödünç verilmiş eserlerin sergilenmesi. Çoğu Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na olmak üzere geçici olarak verilen bu eserlerin tematik bir düzenle görünmez olmaları sağlanabilirdi. Tam tersine, her eserin küçük boyutlu röprodüksiyonları yan yana asılmış, ödünç verildiği yer yazılmış, verilme zaman aralığı boş bırakılmış… Bu biçimde bir görünürlük rahatsız edici, hüzün verici. Ama sanki Müze “artık hazırım” demeye çalışıyor. Tarihinin talep etmediği bir müze, ona rağmen yeniden doğuyor.
“Serginin Sergisi II” sıradan bir sergi değil. Müze’nin vaatlerinin, yapabileceklerinin ve sınırlarının bir temsili. Bu vaatler içinde, ne yazık ki, böylesine birikimi olan bir müzenin verebilecekleri yok. Ama İRHM, daha zor bir şey vâdediyor: sessiz bir kamusallıkla beslenen, geçmişle yüzleşmeye hazır bir müze. Bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği, Müze’nin kendisi kadar onu görmeye, eleştirmeye, destek vermeye, kısaca var etmeye niyetli olanlara da bağlı. Kapalı olduğu günlerden beri onu talep eden azınlığın sesinin yükselmesine, çoğalmasına bağlı. Ancak o zaman Müze sözünü tutabilir; tek başınayken değil…
[4] Craig Calhoun, “Civil society and the public sphere”, Michael Edwards (ed.), The Oxford Handbook of Civil Society (Oxford University Press, 2011) s. 311-323.