İstanbul Bienali'nden Geriye Kalan

11/1/2012 / skopbülten / İlke Yılmaz

Kamusal Sanat Laboratuvarı ile ilk olarak 12. İstanbul Bienalinde sergiledikleri “İsimsiz Mektup” adlı performanslarıyla tanıştık. Hakikate ve toplumsal geçmişimize samimi bakışlarından dolayı da hemen tavırlarını benimsedik ve onları uzunca zaman konuştuk. Performanslarının üstünden neredeyse dört ay geçti. Ama buna rağmen, 12. İstanbul Bienali’nden geriye kalan; geçici, uçucu, güncel ve tarihsiz onca çağdaş sanat gösterisi değil de, bu kolektif tavır oldu. Bu kadar etkili olmasının sebebi ise kanımca hakikatle kurduğu bağ idi. Hakikatin sadece bu an ve burada var olmadığını, düz ve ilerleyen bir zaman çizgisinde geride kalmadığını, zaman ve mekânın nasıl bir spiral gibi iç içe geçip geçmişi de önümüze her an çıkarabileceğini gösterdi. Böylece, 12 Eylül dönemiyle artık hesaplaşmamız gerektiğini hatırlattı. Hepimize bir tür ödeşme duygusu yaşattı. Travmalarımızla nasılbaşa çıkabileceğimize işaret etti. Ayrıca, hakikatle olan bağımızın çağdaş sanat ve siyasette hâkim olan “şimdi ve burada” olana ait bir kurgudan ibaret olmadığını gösterdi. Tarih ve hakikat arasındaki ilişkiyi tekrar düzenledi. Tarihin şeylerle olan ilişkilerimizin kaydı olduğunu ve bizim, bu şeylerin ürünü olduğumuzu, bizi biz yapan hakikati unutmamızın mümkün olmadığını ifade etti. İşte, tüm bu nedenlerden dolayı bu “isimsiz” performansın üstüne tekrar düşünmenin önemli olduğunu sanıyorum.

İlk olarak bu fikrin sahibinden başlayalım: Niyazi Selçuk, hiçbir galeriye bağlı olmadan çalışmayı tercih etmiş, kendi parasını sanat eğitmenliğinden kazanan genç bir yeni medya ve performans sanatçısıdır. 12. İstanbul Bienali’nin farklı açılışlarında ve partilerinde gerçekleşen performansı Niyazi Selçuk, Kamusal Sanat Laboratuvarı ile birlikte Laboratuvarın ilk performansı olarak gerçekleştiriyor. Kamusal Sanat Laboratuvarı, sanat ve sermaye ilişkisini eleştirmek için bir araya gelen öğrenciler, akademisyenler ve gazetecilerden oluşan bir kolektif. Laboratuvar, Marmara Üniversitesi’nde asistan olan Ezgi Bakçay Çolak’ın çabaları sonucu ortaya çıkıyor. İlk olarak Ezgi Bakçay Çolak, Mehmet Aksoy’un “insanlık” anıtının Tayyip Erdoğan’ın talimatıyla başlayan yıkımını ve sanat ve ifade özgürlüğü üzerinde var olan sansürü protesto etmek amacıyla “ucube suretler mail grubu”nu kuruyor. İletişimini mail grubu üstünden sağlayan grup üyeleri yaptıkları toplantı ve yazışmalar sonucu Heykeltıraşlar Derneği ile birlikte insanlık anıtının yıkılmasına karşı çıkmak için Kars’a gidiyor. Sonrasında ise Kamusal Sanat Laboratuvarı kuruluyor.

Bienal’deki performansın medyasını kazınabilen gri kartlar oluşturuyor. Bu kartlar 12. İstanbul Bienali’ndeki tanıtım kartlarıyla ölçü, renk ve tipografi olarak aynı tasarıma sahip. Ama tek farkla: Üst sağ köşede “kazıyınız” yazan bir ibare var. Kazındığında ise altından Vehbi Koç’un 3Ekim1980 tarihinde Kenan Evren’e yazdığı mektup çıkıyor. Yedi sayfalık onay, tavsiye ve önerilerle dolu olan ve “Türkiye Cumhuriyeti Ordusu”nun iktisadi ve siyasi olarak bu dönemde nasıl hareket etmesi gerektiğini bildiren 15 maddelik mektubun sadece son bölümü sanatçı tarafından alıntılanmış. Gri renkli replika kartlar kazındığında altından çıkan o tarihi satırlar şöyle:

Sayın Kenan Evren,

Yakalanan anarşistlerin ve suçluların mahkemeleri uzatılmamalı ve cezaları süratle verilmelidir. Polis teşkilatı teçhiz edecek ve onu kuvvetlendirecek imkânlar genişletilmeli, gerekli kanunlar bir an önce çıkarılmalıdır. İşçi-işveren ilişkilerini düzenleyecek olan kanunlar asgari hata ile çıkarılmalıdır. Bazı sendikaların Türk Devleti’ni ve ekonomisini yıkmak için bugüne kadar yaptıkları aşırı hareketler, göz önünde bulundurulmalıdır. DİSK’in kapatılmış olmasından dolayı bir kısım işçiler sendikal münasebetler yönünden bekleyiş içindedirler. Militan sendikacılar bu işçileri tahrik etmek ve faaliyeti devam eden sendikaların yönetim kadrolarına sızarak davalarını devam ettirmek niyetindedirler. Bu durum bilinerek hazırlanacak kanunlarda gerekli tedbirler alınmalıdır. Komünist Parti’nin, solcu örgütlerin, Kürtlerin, Ermenilerin, birtakım politikacıların kötü niyetli teşebbüslerini devam ettirecekleri muhakkaktır, bunlara karşı uyanık olunmalı ve teşebbüsleri mutlaka engellenmelidir. Zatıalilerine ve arkadaşlarınıza muvaffakiyetler temenni ediyorum. Emrinize amadeyim.

Vehbi Koç

Performans fikri sanatçının kafasında “İsimsiz” olarak adlandırılan 12. İstanbul Bienali’nin tanıtımı için yapılan ilk basın toplantısından sonra beliriyor.10 Nisan 2011’deki bu toplantıda dağıtılan basın dosyası içinde bulunan dört farklı renkteki, üstünde “isimsiz” yazan 12. İstanbul Bienali’nin tanıtım kartları birden Selçuk’u kışkırtıyor. Sanatçı bu performans için beş aylık bir araştırma ve çalışma sürecine giriyor. Araştırmaları, Bienal’in 2007’den itibaren 15 yıllığına sponsorluğunu üstlenen Koç Holding ile Eczacıbaşı ailesinin kurucusu olduğuBienal organizatörü İKSV üstüne yoğunlaşıyor. Fikrini gerçekleştirecek bir platform ararken Marmara Üniversitesi’nden Ezgi Bakçay Çolak ile iletişime geçiyor ve Kamusal Sanat Laboratuvarı ile tanışıyor. Bir ay sonra da, Bienal’in basın açılışında on üç kadar performansçıyla “isimsiz mektup” performansını gerçekleştiriyorlar. Bu eylem, Kamusal Sanat Laboratuvarı’nın ilk performansı oluyor.

Performans için 2500 adet kart basılıyor ve Kamusal Sanat Laboratuvarı tüm giderleri kendisi karşılıyor. Çalışmanın en ilginç ve en örgütlü olan yanı ise, dört farklı etkinlikte dağıtım yapmayı amaçlayan grubun davetiyeleri temin aşaması. Açılışlara ve partilere girebilmek (Bienal’in basın açılışı, açılış kokteyli ve iki farklı partinin davetiyeleri) içinse yine hikâyesi etkileyici olan bir organize hareket gerçekleşiyor. Kaynağını Niyazi Selçuk’un bile bilmediği, üst düzey yöneticilere mahsus 13 kadar çalıntı davetiye, Bienal açılışının bir gece öncesinde tanımadığı biri tarafından Taksim’de Niyazi Selçuk’a ulaştırılıyor. Bu şekilde grup, 12. İstanbul Bienali açılışlarına ve partilerine sızıyor ve Koç’un Evren’e mektubunu gizleyen sahte kartları Bienal izleyicisine dağıtıyor.

 

 

Bu dağıtımlar için kartlar beyaz zarflara koyuluyor ve üstüne isimsiz yazılıyor. Bienal’in açılışında Mustafa Koç’a ve Bülent Eczacıbaşı’na da veriliyor ve Eczacıbaşı ile hatıra fotoğrafı çektiriliyor. Tabii ki kartları Koç ve Eczacıbaşı açmıyorlar. İlk başta Eczacıbaşı’nın korumaları zarfları açıp içinde kimyasal ya da muzır bir şey var mı diye kontrol ediyorlar. Dolayısıyla aradaki farkı göremiyorlar. Üç saat sonra, Bienal’in organizasyonundan sorumlu olan biri kartların aynı olmadığını fark ediyor. Çünkü herkes tanıtım masasına giderek kazınabilen gri kartlardan istemeye başlıyor. Sorumlu, bir güvenlik görevlisiyle birlikte Niyazi Selçuk’tan dağıtımı hemen bırakmasını istiyor. Selçuk dağıtımını durduruyor; ama zaten o sırada yaklaşık 12 kişi daha içeride dağıtım yapıyor.

 

 

Peki, Bienal’in sanat yöneticileri ne yapıyor? Hiç. İKSV ise replika gri kartların farkına varınca tüm bastıkları gri kartları toplatma kararı alıyor ve tüm gri kartları Bienal’den çekiyor. Yani, kitlesel bir sansür uyguluyor.

Niyazi Selçuk bu performansı, bir önceki Bienal’de yanıtı aranan ve Brecht’ten alıntılanan “insan neyle yaşar?” sorusuna cevap olarak düşündüğünü söylüyor. Performansını tarihsel bir travmayla hesaplaşma ve politik bir duruş olarak niteliyor: Liberal sermayedarlara 12 Eylül cuntasıyla yaptıkları işbirliğine ilişkin bir hatırlatma, bir yüze vurma. Ve bu yüze vurma, onların “halkla ilişkiler” kapsamında tasarladıkları etkinlik alanlarında bir virüs gibi davranarak yapılıyor.

“Davetsiz” sanatçıların, “İsimsiz” Bienali’nde yaptıkları ve gene “isimsiz” olan bu performans, sanatçıları finansal olarak destekleyerek kamusal alanda görünür olmaya çalışan kültür kuruluşlarının, vakıfların, müzelerin ve şirketlerin, sanatçıların eserlerini filitreleyerek sansürden geçiren ve sanatçılara çalışma koşulları dayatan bir iktidara sahip olduğunu teşhir ediyor. Bu filtreleme ve sansürleme sürecinin sanatın ufkunu nasıl daralttığını biliyoruz. Ayrıca şirketlerin yönetimindeki “kurumsal sanat”ın aslında yeni kimlik politikalarından türediğini de. Bu sistemin kendini “alternatif” veya “protest” ilan eden sanat hareketlerini ve sanatçıları nasıl öğüttüğünü de. Şu an sanat piyasası içinde kendini alternatif diye tanımlayan ve sistem tarafından markalaştırılan çoğu sanatçının artık hakikatle bir alakalarının kalmadığını da görüyoruz. Alternatif kavramının nasıl anlamsızlaştırıldığı da ortada. Sanatın hakikatine bağlandıklarında sanatçıların nasıl “davetsiz” durumuna düştüklerini de görüyoruz. Ve “davetsiz” kalmamak için nasıl kendi kendilerini sansürlediklerini de…

“Güncel” sanat dinamikleri açısından bakıldığında, Kamusal Sanat Laboratuvarı Bienal’in kamuya iki yıl önce sormuş olduğu sorunun cevabını vermek gibi bir yanlışta bulunmuştur. Yanlıştır, çünkü Bienal de tıpkı “güncel” sanat gibi belleksizdir. İşte, iki yıl önce olmuş bitmiş ama sorduğu soru cevapsız kalmış bir Bienal’in konusuna, bir sonraki Bienal’de “davetsiz” olarak cevap verme arzusu, kendi belleğinin izini süren bir varoluşun tepkisidir.

Kazımak eylemi bu performans içinde bir metafor gibi çalışıyor. Bu iş bize şimdinin göründüğü gibi olmadığını ve onun hakikatine ulaşmak için eylemde bulunmak (kazımak) gerektiğini düşündürüyor. Ayrıca, buradaki kazıma eylemi geçmişe yönelik değil, tam tersine şimdiye yönelik bir eylem. Çünkü kart kazınınca ortaya çıkan, geçmişe ait bir belge değil, şimdinin geçmişi nasıl saptırmış olduğu. Kanımca bu performansın tartışılmaya değer olan diğer bir yanı, tek bir sanatçıya ait olan bir fikrin topluca hayata geçirilmesidir. Böylece Niyazi Selçuk, sanat piyasasının sanatçıları tek tek markalandırmasına direnerek, kişisel fikrini adeta bir sokak hareketine dönüştürmüştür.

 

 


İstanbul Bienali