Nakş-ı Cihan Meydanı, İsfahan. Fotoğraf: Bernard Gagnon
Irak ve İran’da geçen hafta yaşanan olaylar, bölge sakinleri ve olanları çaresizce izlemekten başka bir şey yapamayan uzaktaki insanlar için tedirgin edici, hatta korkutucuyu: suikastlar, misilleme niyetine yapılan füze saldırıları ve topyekûn savaş ihtimali... En tedirgin edici olaylardan biri de, ABD Başkanı Donald Trump’ın İran’ın kültürel alanlarına yönelttiği tehditlerdi. Tüm dünyadan gelen sert kınama mesajlarının ardından, önce Savunma Bakanı Mark Esper, ardından da bizzat Trump geri adım attı.
Bir konuda açık olalım: İran’ın kültürel alanlarını saldırıların hedefine oturtmanın ürkütücü olmasının sebebi, bunun, çok sayıda insanın ölmesi ve İranlıların yaşamlarında merkezî yer tutan yerlerin hasar alıp yıkılması anlamına gelecek olması. Ama kınama mektuplarından ve açıklamalardan bu sonuca varmak imkânsız. Onun yerine, İran’ın kültürel alanlarını hedef almanın savaş suçu işlemek anlamına geleceğini okuyoruz – ki, bunda tartışılacak bir şey yok. Tekrar tekrar karşımıza çıkan bir başka ifade de, İran’ın kültürel mirasının aslında dünya mirası olduğu. “Kültürel mirasın tek bir ulus ya da ülkeye ait olmadığı” söylenip duruyor.[1] Getty Vakfı’nın yaptığı bir açıklamaya göre, İran’ın mirası esasen “hepimizin ortak mirası”,[2] Amerikan Müzeler Birliği’ne göreyse “bizim küresel mirasımız”.[3] Ulusal Tarihî Çevre Koruma Vakfı ise, İran’ın mirasının “hepimize ait” olduğunun altını çiziyor.[4]
Fakat, bu açıklama ve yazılardan hemen hemen hiçbiri, söz konusu alanlara saldırmanın insan ölümleriyle sonuçlanacağından bahsetmiyor. Suriye’de yaşananların bir tekrarına tanıklık ediyoruz: O zaman da, Palmira’daki antik harabelerin, ABD ve Avrupa’da yaşayan bizlerin mirasının bir parçası olduğunu dinleyip durmuştuk, ama oradaki 50 bin nüfuslu modern şehrin lafı edilmemişti. İranlıların bizzat kendi anıtlarının hikâyesinden dışlanması, en hafif ifadeyle, müzelerin ve miras alanında çalışan örgütlerin başarısızlığına delalet ediyor.
UNESCO dünya mirası listesinde yer alan, 2003’te deprem nedeniyle hasar gören Bem Kalesi restorasyon çalışmaları. Kaynak: Reconstruction of Arg-e Bam Citadel
Bu açıklama ve yazıların birçoğunda, Trump’ın tehditlerinin ABD politikalarından bir kopuşa işaret ettiğini; Trump’tan önce, kültürel mirasın korunmasında ABD’nin küresel bir lider olduğunu okuyoruz. Ama ABD’nin geçmişte neden böyle bir duruş benimsediği açıklanmıyor. Güçlü modern devletler, en azından Napolyon’un Mısır seferinden bu yana, antik kalıntı sevdasını bir işgal gerekçesi olarak kullanagelmişlerdir. Günümüzde de değişen bir şey yok. Fransa’nın, Kuzey Afrika’nın kültürel mirası için sağladığı korumayı, yerel halkı bölgedeki askerî mevcudiyetine razı etmek için kullandığı alenen kabul ediliyor.[5] ABD ordusu ve NATO’nun talimname ve tavsiye raporlarında da, kültürel mirasın taşıdığı bu değerden bahsediliyor.[6] Eylül 2014’te, dönemin Dışişleri Bakanı John Kerry, Metropolitan Sanat Müzesi’ndeki bir sergi açılışını fırsat bilerek, ABD’nin kültürel mirası korumak amacıyla Suriye’deki IŞİD güçlerine bombardıman düzenleyeceğini açıklamıştı.[7] Miras kurtarıcısı rolüne soyunmakta övünülecek bir şey yok. Bu bir savaş silahı.
Kurtarıcılık taslamanın bir savaş taktiği olduğu, ne kadar seçici bir şekilde kullanıldığından belli. Son 20 yılda ABD, hem Demokrat hem de Cumhuriyetçi hükümetler altında, birden çok Batı Asya ülkesini istila etti ve bombaladı. Bu süreçte, birçok tarihî anıtı tahrip etti. Irak istilasının ardından, Babil antik şehrinde bir askerî üs kurarak alanda ciddi hasar yarattı. Daha yakın bir tarihte, Musul’u IŞİD’den almaya çalışan koalisyon güçlerine öncülük ederken hem tarihî hem de modern yapıları viraneye çevirdi. ABD, Yemen’de Suudi Arabistan öncülüğündeki koalisyona yıllarca destek verdi ve bu süre zarfında, ülkenin kültürel mirasına muazzam bir zarar verdi. Bunun dışında işlediği suçlardan bahsetmiyorum bile: fetih savaşları, işkence, toplu cezalandırma yöntemleri ve daha niceleri. Trump’ın tehditleri ani bir değişikliğe işaret etmiyor. Yeni olan şey, Trump’ın, gizli niyetlerini inkâr etmek ya da üstünü örtmeye çalışmak yerine alenen açıklaması. Her zamanki gibi, Trump’ı eşsiz kılan şey, kaba sabalığı ve yontulmamışlığı; yani, tamamıyla üsluba ilişkin meseleler.
Bem Kalesi restorasyon çalışmaları. Kaynak: Reconstruction of Arg-e Bam Citadel
Sanat eleştirmeni Philip Kennicott’un Washington Post’ta yayınlanan yazısı, ABD’nin siyasal tarihinde Trump’ın bir benzerinin daha olmadığı yolundaki görüşün ne kadar problemli olduğuna iyi bir örnek:
Onyıllar boyunca, ABD, [barbarlık] kelimesinin, sanata, mimarlığa, kütüphane, arşiv ve tarihî ya da manevi öneme sahip yerlere yönelik barbarca yıkım faaliyetlerini içerecek şekilde genişletilmesine liderlik etti. Liderliğimiz kusurlu ve zaman zaman da riyakârcaydı. Ama, 2003 Körfez Savaşı sırasında ABD’nin liderlik açığı Bağdat’ın eski eserlerinin ve müzesinin yağmalanmasıyla sonuçlanınca, ABD, kültürü tahrip etmek gibi temel bir hakkı olduğunu iddia etmeye kalkmadı. Onun yerine, “savaşın yarattığı puslu havayı” ileri sürdük. Bu, savunma amaçlı, bulanık ve yanlış bir iddiaydı, ama ahlakdışı değildi.[8]
Peki, Bağdat Müzesi hangi bağlamda yağmalanmıştı? Yüz binlerce insanın ölümüyle sonuçlanan, milyonları yerinden eden, bir ülkeyi yıkıma sürükleyen ve günümüzdeki durumun taşlarını döşeyen bir savaşı başlatabilmek için aylar boyunca söylenen yalanlar, basitçe bir “bulanıklığa” ve “liderlik açığı”na işaret ediyordu da, tarihî anıtlara yönelik çocukça bir tehdit mi ahlakdışı? Tarihimizi nasıl bu kadar çabuk unuttuk?
İran’ın kültürel mirasının dünya açısından önemine ve ABD’nin soylu geçmişine yapılan bu vurgular, Trump’a yönelik liberal tepkilerin hatasını ortaya koyuyor: Kendinden önce gelenlerin abartılmış halinden, karikatüründen ibaret olan Trump’ı, büyük ölçüde soylu bir ulusal tarihte tamamıyla yeni ve sapkın bir görüngü olarak ele almak. Trump’tan kurtulduğumuz anda, eski, normal yaşamlarımıza döneceğimizi düşünmek ne kadar cazip olsa da fena halde yanıltıcı.
Kültürel mirasa yönelik tehditleri nasıl daha düşünceli bir şekilde ele alabiliriz? Kendileri için önemli olan kültürel alanların fotoğraflarını #IranCulturalSites etiketiyle tweet’leyen İranlılar, bu konuda bize yol gösteriyor. Bölge konusunda uzmanlaşan İran asıllı Amerikalı bir akademisyen olan Seema Golestaneh, CNN’de yayınlanan yazısında, kültürel mirasın insani boyutunu vurguluyordu.[9] İran üzerine akademik araştırmalar yapan 80 bilim insanının imzasıyla The Guardian’da yayınlanan bir mektupta, İran halkıyla dayanışma mesajı veriliyordu.[10] Demek ki, mirasın, onunla birlikte yaşayan insanlardan dolayı önemli olduğunu vurgulamak pekâlâ mümkün.
İran’ın kültürel mirasını hedef almanın ahlaken yanlış olmasının en önemli sebebi, İranlılar üzerinde yıkıcı etkileri olacak olması. Dünyanın geri kalanındaki bizler, bu tür saldırılar sonucunda gerçek bir kayıp hissine kapılabiliriz ama bu yalnızca ikincil öneme sahip. Kültürel mirasın evrensel değeri hakkındaki klişe ya da soyutlamalara bel bağlamaktan vazgeçmeliyiz. Kültürel miras, etten kemikten insanlardan oluşan canlı toplulukların temelinde yer alan yaşayan bir varlıktır. Burada gerçekten risk altında olanın ve gerçekten önemli olanın ne olduğunu anlamak ve ifade etmek son derece önemli.
Michael Press’in 10 Ocak 2020’de Hyperallergic’te yayınlanan Targeting Iran’s Cultural Heritage Means Targeting Human Beings başlıklı yazısından çevrildi.