Geçtiğimiz günlerde İstanbul’daki IKEA mağazasına gidenler birtakım tuhaflıklarla karşılaştılar. Bir IKEA reklamı olarak mağazanın değişik yerlerindeki ekranlardan gösterilen film yabancı bir görüntüyle sabote edilmişti. Bir grup aile üyesi ve arkadaşın, nasıl da IKEA ürünlerinin “evimizin her şeyi” olduğunu ifade ettikleri filmin bir noktasında, mağazaya ait kâğıt ve cetvellerle kırbaçlanan bir çıplak ortaya çıkıyor ve ardından hemen kayboluyordu. Anlaşılan, mağazaya ait reklam filminin DVD’leri gizlice yerlerinden alınmış, istendiği gibi yeniden montajlanmış ve geri gösterime sürülmüştü. Diğer bir tuhaflık, giysi ve döşemeler üzerindeki tüyleri temizlemeye yarayan yapışkan bantlı ruloların ambalajı açıldığında ortaya çıkan ünlü sanat eserlerinin röprodüksiyonlarıydı. Ufak çaplı bir sergi oluşturan bu eserler, Luis Bunuel ile Salvador Dali’nin Un Chien Andalou (1929) ve Nagisa Oshima’nın In the Realm of Senses filmlerinden birtakım karelerle Egon Schiele ve Lucien Freud’un çıplaklarından oluşuyordu. Rulolara sarılmış ‘sergi’nin temasının “kıl ve tüy” olduğu anlaşılıyordu. IKEA mallarına üçüncü bir müdahale de, satılık çerçevelere yerleştirilen Louis Bourgeois’nın Femme Maisons dizisinden resimlerdi.
IKEA da, birçok küresel şirket gibi, sanatı bir pazarlama ve iletişim aracı olarak piyasaya sürüyor, böylece bir yandan da “hayırsever”, “toplumsal sorumluluk sahibi” bir kisveye bürünüyordu. Bu stratejinin en açık örneklerinden biri, 2009’da Londra’da Barbican Center’da düzenlenen Surreal House sergisinin sponsorluğunu üstlenerek sürrealizmi markalandırmaya kalkması ve, bu da yetmiyormuş gibi, bizzat sanatçılığa soyunarak sergiye Surrealistika adında bir heykel dayatmasıydı. İşte IKEA ürünlerini sabote eden sanatçı, kendi çapında, sanatı “kurumsal kültür”e, şirket kültürüne eklemleyen bu tür stratejilerin intikamını alıyordu. Ayrıca IKEA’nın “evimizin her şeyi” olma, onu markalandırma küstahlığını protesto ediyordu. Sonuçta bir “sitüasyon” örgütlüyordu; sanatı şirketlerin kuşattığı reküperatif yağmaya karşı, bir tür sitüasyonist détournement, “çalıp değiştirme” eylemi gerçekleştiriyordu. Böylece aynı zamanda Guy Debord’un ruhunu şâd ediyordu.
Denebilir ki “IKEA’nın, bu korsan taktiklerden ‘ilham’ alarak yarın karşımıza Femme Maisons desenli minderlerle çıkması, veya sponsoru olduğu sergileri bizatihi IKEA mağazalarında teşhir etmeye kalkması olasıdır. Louis Bourgeois’nın eserlerini ticari bir teşhirin bağlamında sergilemek, sanat-meta, müze-mağaza evliliğini tersinden olumlamaya hizmet etme riskini de içerir.” Zaten IKEA, mağazalarını, ürünlerini sanatla birleştirmeye çalışıyor. Bunu ha kendisi yapmış, ha bunu protesto ettiği yanılsamasına kapılan sanatçı yapmış, ne fark eder? Debord da bir anlamda, gösterinin sahnesinde oynamaktan kurtulmanın boşuna olduğunu söylememiş miydi?
Ama öyle değil. Bir kere sanatçı burada, şirketin yönetim, iletişim ve güvenlik disiplinini çiğneyerek, kendi elinden alınmış olan sanat yapma ve bunu kamuya sunma iktidarını bir biçimde geri kazanmaktadır. Kenardan, köşeden kendi sergisini kurmaktadır. Mağazanın işleyişini olmasa da, onun ‘aklını’, ‘sinirini’ bozmaktadır. Çünkü bir bakıma mağazadaki ürünlerin işlevselliğini, yararlılığını, çıkarsallılığını bozmaktadır. Evet, çerçeve müdahaleden sonra da çerçevedir ama artık popüler bir imgeyi göstermez, avangard bir müdahale eylemi sayesinde karşı kutuptaki avangard bir işi gösterir. Peki, IKEA’ya gelen millet bu müdaheleyi anlar mı? Anlarsa ne anlar? Bu tür sorular abestir. Çünkü, sanatçının derdi millet tarafından anlaşılmak olamaz. O bir propaganda ajanı değildir. Siyasetle ilgilendiğinden sanatla uğraşmaz; sanatla uğraştığından siyaset yapmaya mecbur kalır. Bu siyaset de reel-politikanın diline tercüme edilemez.