Haussmann’ın Mirası ve 1860-1970 Arası Paris’in Gelişimi

Aşağıdaki metin Amit Prakash’ın 2010’da Columbia University’ye sunduğu “Empire on the Seine: Surveillance, Citizenship, and North African Migrants in Paris (1925-1975)” adlı doktora tezinin “Droit de Cite(s): Surveillance, Space, Resistance, 1945-1975” başlıklı bölümünden çevrildi. Altbaşlık: “Haussmann's Legacy and the Development of Paris, 1860-1970”, s. 226-234. Fotoğraflar dergimiz tarafından eklendi. Aynı bölümün bir sonraki alt başlığı, “Fourier’nin Falansterinden Bahçe Kente ve Corbusier’nin Planlarına, Fransa’da Sosyal Konutun Kısa Bir Tarihi” başlığıyla önümüzdeki günlerde yayınlanacak. Prakash’ın kamuya açık olarak erişilen bu tez çalışmasından hareketle kaleme aldığı kitap, Empire on the Seine: The Policing of North Africans in Paris, 1925-1975 başlığıyla yayınlandı (Oxford University Press, 2022).

 

Champlain Sokağı tepesi, Yirminci Bölge, Paris. 1853-1870 yılları arasında Paris’in çehresini baştan aşağı değiştiren vali Haussmann’ın dönüşüm planları öncesinde Paris’ten bir görünüm.[1]

 

“Güvenlik, dolaşım, sıhhat”: Baron Haussmann, Paris’i planlama ve yenileme konusundaki yaklaşımını böyle tarif ediyordu. Bu başlıklar yalnızca Haussmann’ın 19. yüzyıl ortasında Paris’i baştan yaratmaya yönelik geniş çaplı müdahalelerinde önemli olmakla kalmadı, Jean-Charles-Adolphe Alphand, Eugene Henard ve Paul Delouvrier gibi daha sonraki şehir plancılarının çalışmalarında da etkili olmaya devam etti. Haussmann’dan sonra Paris üzerine yapılan birçok plan çalışmasının, hatta vizyoner modernist mimar Le Corbusier’nin Paris planlarının kökenlerinin Haussmann’a uzandığını görmek gerekiyor, zira bu çalışmalar Paris’i bütünsel bir keşif ve reform birimi olarak ele alırken Haussmann’ın bu üç başlığına bağlı kalmaya devam ediyordu. Bu üç yönlendirici temanın, Paris’in gelişmesi, sosyo-ekonomik coğrafyası, genel olarak sosyal konut inşası, daha özel olarak da savaş-sonrası Paris’i bağlamında Kuzey Afrikalıların barınma sorunu üzerinde derin sonuçları oldu.

19. yüzyılın ortalarından iki savaş arası döneme kadar Paris’in güvenliği konusundaki değerlendirmeler yabancı işgali korkuları ile Paris yoksullarından duyulan korku arasında gidip geliyordu; her iki korku da, kentin planlanma ve gelişme sürecine yansıdı. Paris’in genel mekânsal tarihi, müsaderelerin ve Ile de la Cité’den türeyen eşmerkezli bir büyümenin tarihidir. Nitekim Latin Mahallesi ve Saint-Germain-des-Pres gibi artık Paris kimliğiyle kaynaşmış olan alanlar başta birer banliyöydü. Haussmann’ın 1859’da aldığı ve Paris’in yüzölçümünü ikiye katlayan genişletme kararı bu gelenekle uyumluydu. Kararın altında, mevcut kent sakinlerine daha fazla alan kazandırma ve Paris nüfusunun artmaya devam edeceği inancı doğrultusunda buna karşı önlem alma saiki yatıyordu. Haussmann nüfusla ilgili tahminlerinde haklıydı: 1861’de 1,1 milyon olan Paris’in nüfusu 1914’e gelindiğinde 2,9 milyona çıkacaktı.

 

Ivry, 1913

 

Ancak Haussmann, daha fazla yeşil alan yaratıp ulaşım arterleri açma ve anıtları merkeze alan odak noktaları oluşturma arzusuyla Paris’in merkezinde yaşayan 350 bin yoksulu yerlerinden edip dış bölgelere ve banliyölere sürmüştü. “Eski Paris’in; ayaklanma ve barikatların damgasını vurduğu bir mahallenin bağırsaklarının temizlenmesi”[2] diye müjdelemişti bunu. Sonuçta daimi bir toplumsal-mekânsal segregasyon kalıbı çıkmıştı ortaya: genel itibarıyla alt sınıfları iç bölgelerden dış bölgelere, en sonunda da banliyölere iten bir ayrıştırma. 1870’lerdeki buhran, raylı sistemin uzatılması ve bunun endüstriyel üretimi teşvik etmekteki payı, Paris suriçinde kiraların artmasıyla birleşince, 19. yüzyılın sonunda banliyöler büsbütün proleterleşti. Banliyö mahallelerinin birçoğu, özellikle Bobigny ve Saint-Denis, iki savaş arası dönemde proleter toplumsal dokusu ve komünist siyasi temayülleri nedeniyle ceinture rouge (Kızıl Kuşak) diye anılan bölgelerin parçası oldu. Haussmann “tehlikeli sınıfları” Paris’in merkezinden atmış olabilirdi ama onlar hâlâ kentin kapılarındaydı.[3]

Haussmann’ın görevde bulunduğu süre boyunca Paris’i yabancı işgallerine karşı savunmak amacıyla dış güvenlik önlemleri de alındı. 1845’te kentin çevresi surlarla örüldü, surların hemen berisinde derinliği ortalama 250-300 metreyi bulan bir askerî mıntıka uzanıyordu. “Mıntıka” non oedificandi bölgesi olarak belirlenmişti, yani burada kalıcı bina inşa etmek yasaktı. 1871’de Fransa Prusya’ya yenilince tahkim duvarlarının işe yaramadığına karar verildi, fakat bölgeyi yeniden geliştirmek amacıyla yıkımlara ancak 1919’da başlandı.

Gelgelelim, 20. yüzyılın başlarında taşradan ve başta İtalya, Belçika ve Polonya’dan Paris’e gelen çok sayıdaki yoksul göçmen, giderek daha da pahalılaşan bir kentle karşılaştı. Bu göçmenler arasındaki en yoksul kesimler askerî mıntıkada teneke mahalleleri kurmaya başladı ve 1940’lara kadar uzun bir süre buralarda yaşamaya devam ettiler. “Mıntıkalılar” [zonards], temel hizmetlerin bulunmadığı, çöp ve insan atığıyla kaynayan yıkık dökük barınaklarda, pamuk ipliğine bağlı bir yaşam sürüyorlardı. 

 

Saint-Ouen belediyesi sınırları içindeki “Mıntıka”da bulunan teneke mahalle, 1940 civarı.

 

Porte de Choisy.

 

Parisli alt sınıfların siyasi hareketliliğinden duyulan endişe ve askerî işgal korkusu, kent yoksullarını çeperlere itme yönündeki kalıcı eğilimin oluşmasında rol oynadı. Bu gelişmeyi teşvik eden unsurlardan biri güvenlik kaygısı idiyse de, Haussmann ile halefleri arasında çok yaygın olan, fizyokratik denebilecek dolaşım takıntısı da, yoksulların beton ve çelikle sosyo-ekonomik segregasyonunu pekiştirdi. Haussmann Paris’i yeniden yaratırken hem siyasi bir strateji gözetmiş –barikat kurulmasını önlemek için geniş bulvarlar açılması ve kentin doğusundaki ilçelerde “tehlikeli sınıfları” tecrit etmek için yenileme ve sokak inşaatı projelerinin durdurulması– hem de işlevsel mıntıkalara bölünmüş modern bir Paris tasavvurunu temel almıştı. Dolayısıyla kentin dönüşümü, bir toplumsal tasnif aracılığıyla ayrıştırmayı, ardından dolaşım rahatlığı sayesinde bütünleşmeyi öngörüyordu. Haussmann’ın trafik akışını kolaylaştırmayı hedefleyen geniş manzaraları, Paris’in merkezinde Ile de la Cité başta olmak üzere dümdüz ettiği Ortaçağ semtlerinden kopuşu temsil ediyordu; ancak 20. yüzyıl başında otomobilin devreye girmesi, Haussmann’ın haleflerinin uğraşmak zorunda kalacağı yeni sorunlar yaratacaktı.

 

Haussmann’ın Ile de la Cité’deki kalabalık sokaklarda yürüttüğü yıkım çalışmaları, 1862.

 

Dolaşım sorunu için kâğıt üstünde, soyut bir sorun demek çok zordu. Şehirci Eugène Henard 1906’da Paris’in trafiği üzerine incelemesini yayınladığında mekanize ulaşım Paris sokaklarındaki trafiğin sadece yüzde 6,5’ini oluşturuyordu. Fakat bu 4077 otomobil, çekçekten atlı arabaya kadar envaiçeşit taşıtla paylaşıyordu yolları ve 1912’ye kadar bu konuda hiçbir düzenleme de yapılmamıştı. 1909’daki bir kayda göre Opéra Meydanı’ndaki kavşağı geçmek yarım saat sürüyordu. “Paris makinelere ait,” diye hayıflanıyordu yazar Jacques Lux 1907’de, sokaklarda huzurla yürümenin imkânsız olduğunu anlatıyordu. Otomobil sayısının 73 kat artıp 300 bine çıktığı 20 sene sonrası veya 2 milyona ulaştığı 60 sene sonrası için ne derdi kim bilir…

1960’lara gelindiğinde Parisli şehir plancıları Paris’in otomobiller tarafından ele geçirildiği gerçeğini kabullenmişti; bu durum, 20 bölgeyi çevreleyen Boulevard Peripherique’in inşasıyla yoksulların toplumsal-mekânsal segregasyonunu büsbütün pekiştirmişti. 1954’te Paris belediye meclisi üyesi Bernard Lafay, kent merkezindeki trafik sorunlarının artık sadece bulvarları genişletmekle veya yeni sokaklar açmakla çözülemeyeceğini, trafiği kent çevresini dolaşan ve çeşitli giriş-çıkış noktaları olan bir otoyola aktarmak gerektiği fikrini ortaya attı. Dahası 1950’lerin ortalarında Paris’in merkezindeki bölgeler idare, ticaret ve finans ile kültür-sanat faaliyetleri için yeniden tasnif edilmiş, bazı semtlere tarihî statü verilip korumaya alınmıştı.[4]

  


Porte de Clignancourt civarındaki “mıntıka”, arka planda Saint-Ouen, 1940 civarı

 

Ancak eski askerî mıntıkaya ve burada yaşayanlara kâh bir tarihsel trajedi kâh çöküntü bölgesi gözüyle bakılmaya devam edildi ve 1956’da, Lafay’nin önerisinden sadece iki yıl sonra, Boulevard Périphérique için çalışma başlatıldı ve 1973’te tamamlandı.[5] Antropolog Paul Silverstein’a göre bulvarın inşası “burjuva kentini proleter banliyölerinden ayıran de facto bir cordon sanitaire [güvenlik kuşağı] işlevi görüyordu”. Bu yönüyle, Fas’ta görevli Mareşal Hubert Lyautey’nin Rabat, Kazablanka ve Fez’de hayata geçirdiği ayrıştırma uygulamalarına fazlasıyla benziyordu. Güvenlik güdümlü şehircilik proleterleri bilinçli biçimde çeperlere itmeyi savunurken, dolaşıma çözüm olarak inşa edilen Boulevard Périphérique bu yaklaşımın somut örneği oldu.

Son olarak, 19. yüzyıl ortalarında doğan sıhhat veya sağlık söylemi, kenti, akılcı biçimde nizama sokulmadığı takdirde tıbbi, toplumsal ve ahlaki nizamsızlığa yol açmaya yatkın bir ortam olarak tahayyül ediyordu. 1832 ve 1849’da baş gösteren kolera salgınları yoksulları ve işçi sınıfını zenginlerden çok daha fazla etkilemişti. Bunun önemli sebeplerinden biri, zenginlerin şehre kaçacak maddi imkânı olmasıydı. Ancak, o dönem birçok yazar hastalığın toplumsal seçiciliğini sosyal tabakalaşmanın biyolojik temeline kanıt olarak yorumlamıştı. Kente, özellikle de Paris’e dair bu patolojik yaklaşım bir yüzyıla yakın süre varlığını korudu ve çeşitli kılıklara büründü: kent yoksullarının tıbbi ve ahlaki yozlaşmasını kıyasıya eleştiren burjuva ahlakçılarından tutun, modern kapitalizmin bu iç kalelerinde üretilen ruhsal bozuluk ve toplumsal yabancılaşmaya yönelik Marksist eleştirilere kadar.[6]

 

Eskiciler, 1934. Fotoğraf: Henri Manuel

 

Dolayısıyla, sıhhati sağlama alma şartı, çeşitli sıhhatsizlik göstergelerine –hastalık ve suç, suç hastalığı– dikkat göstermeyi gerektiriyordu. 1892’de Seine Valiliği Paris’te pislik ve hastalıkla mücadele etmek için Commission de l'assainissement et de la salubrite de l'habitation birimini kurmuştu. 1904’te 6 bölge için belirlenen îlot insalubres [gayri sıhhi adacıklar] tabiri 1919’da 17 bölgeye genişletildi, bunlardan 13’ü daha yoksul bölgelerdeydi. Bu bölgelerin yıkılması öngörülüyordu ancak karmaşık mülkiyet kanunları, bitmeyen konut darlığı ve maliyetler yüzünden yenileme çalışmaları 1960’larla 1970’lere ertelendi.

“Gayri sıhhi” kategorisi Cezayir Savaşı sırasında politik amaçlarla kullanıldı, zira ulusal direniş mahalli olarak belirlenen kahvelerin, restoranların ve otellerin idareten kapatılmasına hukuki gerekçe sağlıyordu. Cezayir’in bağımsızlığını kazanmasından sonra devlet gayri sıhhi kategorisini bir kez daha, bu sefer gecekondu mahallelerini (bidonville) temizleyip buralardaki nüfusu başka yerlere taşıma işlemlerini meşrulaştırmak üzere kullandı. Bu operasyonlar polis gözetiminde yürütülüyor, böylece kolluk güçlerine kimlik kontrolü yapma ve sınırdışı uygulamalarını yürürlüğe sokma fırsatı veriliyordu.

 

Cezayirli “bidonvil”i, Paris. Arkada inşasına yeni başlanan toplu konutlar görülüyor.[7]

 

Haussmann’ın Paris’teki mirası iki ucu keskin bıçak gibidir. Paris merkezinin estetik güzelliği büyük ölçüde Haussmannlaştırmanın alametifarikası olan mimari homojenliğinden ve geniş bulvarlarından ileri gelir. Her ne kadar bu operasyonlar Paris yoksullarının, işçi ve zanaatkâr sınıflarının sürülmesi anlamına geldiyse de, teknik açıdan herkesin kullanabileceği bazı kentsel mekân ve pratikler yarattı. Sözgelimi Ile de la Cité, Seine sularından yükselip büyük anıtların ve devlet iktidarına ait yapıların oturduğu bir tabandan ibaret olsa da, bölgenin ve rıhtımlarının temizlenmesi herkese açık kamusal, kentsel gezi yerleri ortaya çıkardı. Gelgelelim, bu güzel gezi yerlerine ve genel olarak Paris merkezine kâğıt üstünde herkesin eşit olarak ulaşması ilkesi, alt sınıfların gayet bilinçli biçimde tecrit edilmesiyle akamete uğramıştı – hem kentin sürekli mutenalaştırılması, hem de ulaşım koşullarıyla ilgili kararların çeper bölgelerin proleterleştirilip ayrıştırılmasına yol açmasından ötürü kalıcılığı artarak pekişen bir tecritti bu.

Kamu sağlığı ve sıhhat kaygılarının siyaseten tarafsız olduğu ileri sürülebilir, ne de olsa belediye kurumlarının amacı pislik ve hastalıkla baş etmekti ki bunlar da her Paris vatandaşının sahiplenebileceği hedeflerdi. Ancak, 20. yüzyılın ortalarına varıncaya kadar, çoğunlukla güvenlik ve ahlaklılık dilinden devşirilmiş sıhhat söylemi belli toplumsal pratikleri ve onları hayata geçirenleri kirli, tehlikeli ve yozlaşmış sıfatlarıyla tanımlamakta kullanıldı. Bu bakış 1950’lere kadar genel olarak Paris yoksullarına yöneltildiyse de, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki konut krizi, ahlaksız değil de talihsiz olarak görülmeye başlayan alt sınıfların yaşam tarzlarına yönelik kamusal ve resmî tutumlarda bir dönüşüme sebep oldu. Yoksul işçilere yönelik bu müşfik bakış Cezayir Savaşı sonrasına kadar Kuzey Afrikalıları içermedi, ama bağımsızlık sonrası bağlamda da Kuzey Afrikalı tasavvuru hâlâ modern zaman ve mekânlarda yaşa(yama)ma vasfı üzerinden geliştirilen belirli bir etnografik anlayışla yüklüydü. Fransız yetkililer Kuzey Afrikalıların ev hayatındaki mekânsal koşulları değiştirmekle –yani, konutlarını değiştirmekle– Fransız toplumuna sosyo-kültürel asimilasyonlarının ve buna koşut siyasi itaatin başarılacağını düşünüyorlardı. Kuzey Afrikalıların sosyal konutlara taşınması, Fransız yetkilileri nezdinde toplumsal ve politik sorunların çözümlerinden biriydi.



[1] Kaynak: Bkz. Haussmann’dan Önce Paris – ç.n.

[2] Temmuz Monarşisi sırasında şehirden burjuva kaçışı eğilimini ters çevirecekti bu. Bkz. See Louis Chevalier, Laboring Classes and Dangerous Classes in Paris during the First Half of the Nineteenth Century, çev. Frank Jellinek (Londra: Routledge and Kegan Paul, 1973 [1958]) s. 196- 199.

[3] Kent tarihçisi Alain Faure, mekânsal çeperleştirmenin toplumsal marjinalliğe yol açtığı fikrine itiraz etmiştir. Paris bölgesinde hiç kuşkusuz zengin banliyöler de bulunduğunu belirtir. Buna hiç şüphe yok elbette ancak Haussmann’ın döneminden beri Paris şehirciliğinde belli bir sınıf mantığına işaret eden çok baskın kanıtlar var. Bkz. Alain Faure, “Urbanisation et exclusions dans le passe parisien, 1850-1950”, Vingtieme Siecle, -47. sayı (Temmuz-Eylül 1995), s. 58-69.

[4] Bu yeniden tasnif Haussmann’ın kent tasavvuruyla da uyumluydu: “Paris’in, Fransa’nın başkentinin, uygar dünyanın metropolünün, boş zamanı olan seyyahların bu en gözde istikametlerinin, fabrika ve atölyelere ihtiyacı yok… Paris, zihinsel ve sanatsal yaratıcılığın merkezi olmalı, ülkedeki finans ve ticaret hareketlerinin ve  hükümetin merkezi olmalı.” (vurgu bana ait) Aktaran, Colin Jones, Paris: The Biography of a City (New York: Viking, 2004) s. 317.

[5] Lafay belediye meclisinde Boulevard Périphérique fikrini savunduysa da fikir esasen Vichy rejimi dönemi şehir plancısı Rene Mestais’ye ait.

[6] “Patolojik kent” konusunda bkz. Phil Hubbard, City (New York: Routledge, 2006) s. 9-25.

kentsel dönüşüm