Michel Foucault, 1970-1984 yılları arasında Collége de France’ta “Düşünce Sistemleri Tarihi” başlığı altında dersler verir. Üniversite dışından da dileyen herkesin katılabildiği bu dersleri her yıl yüzlerce kişi dinler. Collége de France dersleri, Foucault’nun yayınlanmış kitaplarının bir açılımı, tekrarı veya yayınlanacak eserlerin ön çalışması değildir, kendi içlerinde bir bütünlükleri vardır. Bununla birlikte, Foucault’nun çalışmalarının odağında yer alan öznellik, hakikat ve iktidar ilişkileri gibi temalar, derslerin de temel kavramsal çerçevesini oluşturur.
Collége de France dersleri 1999 yılından itibaren bant çözümleri yapılarak Fransızca’da yayınlanmaya başlar. Derslerin bazıları halihazırda Türkçe’de de yayınlanmıştır.[1] Burada “Hakikat, Sanat, Siyaset” başlığı altında üç bölüm halinde yayınlayacağımız pasajlar, Foucault’nun 1983-1984 döneminde verdiği ve Türkçe’de henüz yayınlanmayan Hakikat Cesareti: Kendinin ve Başkalarının Yönetimi II başlığını taşıyan derslerin İngilizce çevirisinden seçildi.[2] Her bölümün başına, CT kısaltmasıyla kaynak metindeki sayfa numaraları eklendi; atlanan kısımlar [...] işaretiyle gösterildi. Metnin akışını belirginleştirmek üzere, altbaşlıklar tarafımızdan eklendi.
Hakikat Cesareti başlığını taşıyan derslerin odak noktasını, antik Yunan’daki parrhēsia kavramı oluşturur. Foucault, “doğruyu söylemek” şeklinde çevrilebilecek bu kavramı incelemeye, 1982-83 dönemine ait Kendinin ve Başkalarının Yönetimi I başlıklı derslerinde başlamıştır. Bu derslerde, açıksözlülüğün, hakikati gizlemeden dile getirmenin antik Yunan’da demokrasinin temeli olduğunu öne sürer. Yunan tragedyalarını, siyaset kuramlarını ve felsefesini inceleyerek, antik dönemden günümüze parrhēsia kavramının geçirdiği dönüşümleri ortaya koyar. Hakikat Cesareti başlıklı derslerine de, parrhēsia kavramını tanımlayarak başlar. Parrhēsia’nın her şeyden önce politik bir kavram olduğunu bir kez daha vurgular. Doğruyu söyleme edimini, kişisel etikten öte, politika alanında incelemekle, çalışmalarının ana eksenlerinden birine yaklaştığını belirtir: “Geçen yılki derslerimde, parrhēsia kavramının, her şeyden önce, esasen politik bir kavram olduğunu göstermeye çalışmıştım... Parrhēsia’yı politika alanında ele almakla, sonuçta özne ile hakikat arasındaki ilişkiye dair incelemelerimde her zaman mevcut olan bir temaya biraz daha yaklaştım: iktidar ilişkileri ve bu ilişkilerin özne ile hakikat arasındaki etkileşimde oynadığı rol – özne ve hakikat meselesini, kendinin ve başkalarının yönetilmesi diyebileceğimiz bir şey çerçevesinde ortaya koyma imkânı.” (The Courage of Truth, s. 8.)
Foucault, parrhēsia kavramının çerçevesini çizdikten sonra (Hakikat, Sanat, Siyaset I), doğruyu söyleme ilkesinin bir “varoluş estetiği”ne evrilmesini ve kinizmde yaşam biçimi ile doğruyu söyleme arasındaki bağı (Hakikat, Sanat, Siyaset II), ardından modern dönemde sanatçının ve devrimcinin kendi yaşamında hakikati ortaya çıkarmasını (Hakikat, Sanat, Siyaset III) inceler.
Diogenes Fıçısında Otururken, Jean-Léon Gérôme, 1860
Hakikat ve Varoluş Estetiği
(CT, s. 161 vd)
Sokratik parrhēsia’nın ortaya çıkıp yerleşmesiyle birlikte, Yunan düşüncesinde yaşam (bios), estetiğin konusu olarak kurulmaya başlamıştır – estetik bir özenle geliştirilmesi ve estetik bir bakışla yaklaşılması gereken, güzel bir yapıt olarak bios. Bu, muazzam zenginliğe sahip bir tarihsel alan açar önümüzde. Elbette, ruh metafiziğine ilişkin bir tarih hep vardı. Ama onun yanı sıra –ve bir ölçüde o tarihin öteki yüzü ve alternatifi olan– yaşama bir stil kazandırmanın yollarıyla ilgili bir tarih, ‘güzellik olarak yaşam’ın bir tarihi de vardır. Öznellik tarihinin bu yönü, yaşamı başlı başına estetik bir form olarak kuran bu öznellik tarihi, uzunca bir zaman, metafizik tarihi diyebileceğimiz şeyin gölgesinde kaldı ve gizlendi: Psykhe’nin tarihi, ruhun ontolojisinin kurulma ve yerleştirilme tarzının tarihi, [‘güzel yaşam’ın tarihini gizledi]. Güzel bir form olarak yaşamın gölgede kalmasının bir diğer sebebi de, ‘estetik form’ denince sadece şeylere, maddelere, renklere, ışığa, seslere ve kelimelere biçim vermek üzere tasarlanmış formların incelenmesine öncelik verilmesiydi. Fakat şunu unutmamamız lazım: İnsanın var olma ve yaşama tarzı, varoluşu üzerinden başkalarına ve kendisine gösterdikleri, varoluşunun ölümünden sonra başkalarının anılarında bırakabileceği ve bıraktığı iz [...], insan için estetik bir mesele olagelmiştir. Bunlar insanda, güzelliğe, ihtişama ve mükemmeliyete ulaşma kaygısı uyandırmıştır; tıpkı tanrılara, tapınaklara ya da kelimelere kazandırmaya çalıştığı form gibi, varoluşuna bir form kazandırma yönünde durmaksızın yenilenen bir çalışmaya sevk etmiştir onu. Bu varoluş estetiği, ruhun metafiziği ya da kelimelerin ve şeylerin estetiği lehine ihmal edilmemesi gereken tarihsel bir konudur.
Bu tarihin temellerini Sokratik diyaloglar üzerinden kurarken, “varoluş estetiği” dediğim şeyin kalkış noktasını bu diyaloglarda ararken [...] niyetim, güzel yaşam kaygısının Sokratik bir icat olduğunu, veya MÖ 5. yüzyıl sonu ile 4. yüzyıl başındaki Yunan düşüncesinin ve felsefesinin bir icadı olduğunu öne sürmek değil kesinlikle. Güzel bir varoluş arzusunun ortaya çıkışı için bu kadar geç bir tarih belirlemek tek kelimeyle saçma olurdu. Homeros’ta veya Pindaros’ta başat bir izlek olduğunu düşündüğümüz güzel yaşam kaygısı için bu kadar geç bir tarih koymak tek kelimeyle saçma olurdu. Ama MÖ 5. yüzyıl sonundaki bu Sokratik ânı hareket noktası olarak seçerken bir hedefim var: Yunan kültüründe arkaik, kadim ve geleneksel bir kaygı olarak yerleştiği kesin olan bu kaygı –güzel, dikkat çekici ve unutulmaz bir yaşam sürme kaygısı– ile, doğruyu söyleme kaygısı arasında belli bir ilişkinin kurulduğu ânı yakalamak. Daha kesin konuşmak gerekirse, Batı felsefesinin başlangıcında Sokrates’le birlikte etik bir usûlde ortaya çıkan doğruyu söyleme ediminin, yaşamı kusursuzca şekillendirilmesi gereken bir yapıt gibi görme ilkesiyle nasıl bir etkileşim içinde olduğunu ortaya çıkarmak istiyorum [...] Yaşama sanatı ile hakikat söylemi arasındaki ilişkiyi yakalamak istiyorum: güzel varoluş ile hakiki yaşam, hakikat içinde geçen yaşam, hakikate adanmış yaşam arasındaki ilişkiyi. Hakiki hayatın, (başkalarına ve kendine, başkaları ve kendi hakkında) doğruyu söyleme ilkesi ve formu altında ortaya çıkışını [...] incelemek istiyorum.
Kinizm, Güzellik Olarak Hakikat
(CT, s. 165-166)
[H]akikat ve doğruyu söyleme biçimi altında güzel bir varoluşun peşine düşme izleğini kinizm üzerinden ele alacağım. Bunun şöyle temel bir nedeni var: Bence kinizmde, kinik pratikte, kendine özgü net kuralları ve koşullarıyla başkalarından belirgin biçimde ayrılan bir yaşam biçimine sahip olma şartı, çekinmeden veya korkmadan, özgürce ve cesurca doğruyu söyleme ilkesine, cesareti ve açıksözlülüğü tahammül edilmez bir küstahlığa vardıran doğruyu söyleme ilkesine sıkı sıkıya bağlı. Kinizmin doğruyu söyleme ile yaşam tarzı arasındaki bu bağını özellikle kayda değer kılan bir yönü daha var: Belli bir biçimde yaşamak ile, kendini doğruyu söylemeye adamak arasındaki bu temel ve elzem bağ, kendiliğinden kuruluyor – bir doktrinin dolayımı veya temel bir teorik çerçevenin dayatması olmadan. [...]
Bu nedenle, bence kinizm, yaşam tarzı ile doğruyu söylemenin doğrudan ve dolayımsızca birbirine bağlandığı bir felsefe biçimi. [...] Şu an sadece, antik çağdaki kinizmden bahsediyorum; antik kinizme dair bilgimiz Helen ve Roma dönemine ait metinlere dayanıyor, bunlar arasında Diogenes Laertius, Dio Khrysostom ve bir ölçüde Epiktetus’un metinleri var, ayrıca MÖ 2. yüzyıl sonlarında Lukianus’un yazdığı hicvî veya eleştirel metinlerden, veya İmparator Julian’ın kiniklere karşı yazdığı polemik metninden de bazı bilgilere ulaşabiliyoruz. Bu metinlerde, kinik, hep bir parrhēsia adamı olarak, doğruyu söyleyen adam olarak tarif ediliyor. Tabii ki parrhēsia kelimesi sadece kinikler için kullanılmıyor. [...] Ama şöyle de bir durum var: Hem olumlu hem olumsuz anlamlarıyla (yani hem sözünü esirgememek hem de küstahlık anlamında) parrhēsia kelimesi, kinikler için çok sık kullanılıyor. Kinik portresi çizilirken parrhēsia kelimesi neredeyse her zaman geçiyor. Parrhēsia, açıksözlülük, kiniklere ve kinizme ilişkin tasvirlerde hep ön planda.
Örneğin Diogenes Laertius’ta, [Sinoplu Kinik] Diogenes’e atfedilen pek çok hikâyeden biri şöyle: Diogenes’e insan için en güzel şeyin ne olduğunu sorarlar (to kalliston en tois anthropois). Cevabı şu olur: parrhēsia (açıksözlülük). Görüyorsunuz, varoluşun güzelliği, insanın kendi varoluşuna olabilecek en güzel formu kazandırması meselesi, burada doğrudan parrhēsia edimine, açıksözlülüğe bağlanmış.
Hakikat Tiyatrosu Olarak Hayat
(CT, s. 170-172)
Kinik, elinde değneği, dilenci kesesi, sırtında harmaniyesi, ayağında sandaletleri ya da yalınayak dolaşan, saçı sakalı birbirine karışmış, pis bir adamdır. Kinik aynı zamanda başı boştur, toplumla kaynaşmamıştır, ne evi ne ailesi, ne ocağı ne de yurdu vardır [...], bir dilencidir. [...] Bu unsurlarla tanımlanmış ve biçim verilmiş yaşam tarzı, kiniklerin felsefe pratiğinin ayrılmaz parçasıdır. İmdi, bu yaşam tarzının yegâne işlevi, kiniklerin söylemine denk düşmekle ve sözlerine geçerlilik kazandırmakla sınırlı değil. Bu yaşam tarzı, Sokrates’in hayatı ile parrhēsia kullanması arasındaki bağda olduğu gibi sadece söz ile eylem arasında uyum sağlama işlevi görmüyor [...]. Yaşam tarzı (değnek, harmaniye, yoksulluk, başı boşluk, dilencilik), parrhēsia bağlamında, doğruyu söyleme bağlamında son derecede net bazı işlevlere sahip.
Bu yaşam tarzı, her şeyden önce, araçsal bir işleve sahip. Doğruyu söyleme olanağının önkoşulu. [...] İşin aslı, eğer kişi insanları uzaktan gözlemleyip sonra da onlara doğruları söylemek istiyorsa; insanlığı bekleyen tehlikeleri ve gerçek düşmanın nerede aranacağını açık yüreklilikle ve cesaretle söylemek gibi bir derdi varsa, o zaman bu kişinin elini kolunu bağlayacak hiçbir ilişkisi olmaması gerekir.
[...]
Bu yaşam tarzının parrhēsia bağlamında oynadığı ikinci bir rol daha var [...]: herkesin kabul ettiği ve benimsediği, ama gerçekte ne doğada ne akılda temeli olan her türlü anlamsız yükümlülüğü indirgemek. Bütün manasız alışkanlıkların ve gereksiz düşüncelerin indirgenmesine dayanan bu yaşam tarzı, açıktır ki, hakikati ortaya çıkarmak adına varoluşu çırılçıplak bırakır. Diogenes’in sık sık aktarılan meşhur bir hikâyesi vardır, ulu orta mastürbasyon yapmasıyla ilgili şöyle der: Neden bu kadar infiale kapılıyorsunuz, mastürbasyon bir ihtiyacı karşılıyor, tıpkı yemek yemek gibi. Ulu orta yemek yiyorum da, bu ihtiyacımı niye ulu orta karşılamayayım? Yani, söz konusu yaşam tarzının, yaygın alışkanlıkları ve inançları indirgemek gibi bir işlevi var.
Kiniklere özgü yaşam tarzının hakikatle ilişkisinde özellikle önemli olan son işlevi, hakikat bağlamında bir tür sınama rolü oynaması. Bu yaşam tarzı, insan yaşamı açısından vazgeçilmez olan ya da insan yaşamının en temel, en esaslı özünü oluşturan yegâne unsurları mutlak çıplaklıkları içinde gün yüzüne çıkarıyor. Bu anlamda kinik yaşam tarzı, bağımsızlığı içinde yaşamın ne olduğunu, yaşamın en temel özgürlüğünü dosdoğru gözler önüne seriyor, böylelikle yaşamın nasıl olması gerektiğini de gösteriyor.
[...]
Dolayısıyla kinizm, belli bir söylem türü ile o söylemde beyan edilen ilkelere uygun düşen bir yaşam arasında uyumluluk ya da denklik kurmakla yetinmez. Kinizm, yaşam tarzı ile hakikat arasında çok daha sıkı, çok daha kesin bir bağ kurar. Kinizmde varoluş biçimi, doğruyu söyleme ediminin zorunlu koşulu haline gelir. Varoluş biçimi, doğruyu söyleme edimi için alan açacak indirgeyici pratiğe dönüşür. Son olarak, kinizmde varoluş biçimi, kişinin eylemlerinde, bedeninde, kılık kıyafetinde, davranışlarında ve sürdüğü hayatta bizzat hakikati görünür hale getirmenin yolu olur. Kısacası kinizm, yaşamı, varoluşu, bios’u, hakikatin tezahürüne dönüştürür.
Felsefi Kahramanlık
(CT, s. 209-211)
Kinizm [...] doktrin gelenekselliği yerine, varoluş gelenekselliği diyebileceğimiz şeyi hayata geçirir. Varoluş gelenekselliği, kökensel bir düşünce nüvesini şu anda yeniden gerçekleştirmeyi hedeflemez; yaşam unsurlarını ve kesitlerini geri getirmeyi hedefler – ister gerçekte ister mitlerde olsun, orası fark etmez, var olmuş bir kişinin yaşamına ait olup şimdi örnek alınması gereken, yeniden hayat verilmesi gereken unsurlardır bunlar. Ama doktrin gelenekselliğinde olduğu gibi, unutuldukları için değil, şimdi, bugün, o örneklerle boy ölçüşemediğimiz için; bir gerileyiş, bir zayıflama, bir bozulma yüzünden o örneklerin dengi olma imkânımız ortadan kalktığı için. Şematik bir ifadeyle şöyle diyelim: Doktrin gelenekselliği, bir anlamı unutuluştan korur ya da saklar. Varoluş gelenekselliği ise, ahlaki zayıflamaya karşı, bir davranış tarzının gücünün geri kazandırılmasını sağlar. [...] Ve bu varoluş gelenekselliği aracılığıyla çok önemli bir figürün belirdiğine şahit oluruz [...]: felsefi kahraman figürü.
[...]
Kinizm, tamı tamına, bir felsefi kahramanlık biçimi – onun en genel, en temel ve aynı zamanda en zahmetli özünü barındırıyor. Felsefi kahramanlığın özü olarak kinizm, antik çağın tamamına yayılmıştır ve teorik yönü ne kadar zayıf olursa olsun, sadece yaşam biçimlerinin tarihi içinde değil düşünce tarihi içinde de önemli bir hadisedir. Felsefi kahramanlığı, kahramanca bir yaşam olarak felsefeye uygun yaşamı yerleştiren ve kuşaktan kuşağa aktaran, kinik gelenek olmuştur.
Bu felsefi kahramanlık, efsanevi denebilecek bir boyut oluşturmuştur – Batı’nın felsefeye uygun yaşam tasavvurunu ve pratiğini bugüne kadar şekillendirmiş bir felsefi efsane. Bu temel üzerinden, günümüzde öğretilmesi âdet olan felsefe tarihinden epey farklı bir felsefe tarihi fikrini tahayyül edebiliriz: felsefi doktrinlerin tarihi değil, yaşam biçimlerinin, tarzlarının, stillerinin tarihi olan bir felsefe tarihi; hem bir felsefe problemi olarak, hem de bir var olma tarzı, etiğin ve kahramanlığın bir biçimi olarak felsefeye uygun yaşamın tarihi.
Tabii etik ve kahramanlık olarak felsefenin tarihi, bildiğiniz üzere, felsefenin öğretmenlik mesleği haline geldiği 19. yüzyılın başında sona eriyor. [...] Felsefenin öğretmenlik mesleği olarak icra edilişinde felsefi kahramanlığa, felsefe etiğine yer yoktur artık; felsefi kahramanlık, bundan böyle, politika alanındaki yer değiştirmiş ve dönüşmüş felsefe yaşamında yer bulacaktır kendine: devrimci yaşamda.
[1] Toplumu Savunmak Gerekir: 1975-1976 Dersleri, çev. Şehsuvar Aktaş (İstanbul: YKY, 2002); Bilme İstenci Üzerine Dersler Collége de France Dersleri (1970-1971), çev. Kerem Eksen ve Ferhat Taylan (İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2012); Güvenlik, Toprak, Nüfus Collége de France Dersleri (1977-1978), çev. Ferhat Taylan (İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2013); Biyopolitikanın Doğuşu Collége de France Dersleri (1978-1979), çev. Alican Tayla (İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2015); Öznenin Yorumbilgisi Collége de France Dersleri (1981-1982), çev. Ferda Keskin (İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2015).
[2] The Courage of Truth (The Government of Self and Others II), çev. Graham Burchell (Birleşik Krallık ve ABD: Palgrave MacMillan, 2011).