Guy Debord, 1979’da Gösteri Toplumu’nun İtalyanca dördüncü baskısı için kaleme aldığı önsözde, toplum kuramı kitaplarının çoğunun televizyonda kısa bir dönem tartışıldıktan sonra unutulmaya mahkûm olduğunu, ama kendi kitabı için bambaşka bir yazgı öngördüğünü yazmıştı. Haklı olduğuna şüphe yok. İlk kez 1967’de yayınlanan Gösteri Toplumu bugün bir klasik konumunda ve 1960’lara ait olup hâlâ yaygın biçimde okunan ender devrimci kuram kitaplarından biri.
Ölümünden sonra Debord, kendilerini gizli bir ittifak olarak gören dar bir seçilmişler grubunun aşina olduğu bir yeraltı kahramanından, düşünce hayatının kilit bir figürüne dönüştü. Aynı zamanda, radikal toplum kuramcılarının, aktivistlerin, sanatçıların ve medyaya yönelik eleştirel tavır takınmaya çalışan herkesin atıfta bulunduğu o bozgunculuğunu da korudu. Öte yandan Debord’un arşivi, Fransa’da 2009 yılında bakanlık kararıyla “ulusal hazine” ilan edildikten (böylece arşivi almak isteyen Yale Üniversitesi’ne satılması engellendikten) sonra, Fransa Millî Kütüphanesi tarafından satın alındı. Resmî makamların Fransız bir yazarı ölümünden bu kadar kısa bir süre sonra “ulusal hazine” ilan etmesi gerçekten de ender bir onurlandırmaydı. Gerçi kimileri bunu Debord’a “ihanet” saydı; kimileriyse eserlerinin önemini teslim eden yerinde bir saygı gösterisi olduğunu düşündü.
Debord’un dünya çapında böyle bir ün kazanması, elbette onunla ilgili, genel olarak da Sitüasyonist Enternasyonal’le ilgili yazı ve çalışmaların artmasını sağladı. İlk basımı İtalyanca olarak 1993’te, Debord hayattayken yapılan ve o günden bu yana altı dile çevrilen kitabım, Sitüasyonistlere değil de bizzat Debord’a hasredilmiş ilk monograftı. Kitap yayınlandıktan sonra, Debord’un onu beğendiğini duyduğumda haliyle çok mutlu oldum. O yıllardan sonra giderek daha çok sayıda malzemenin ulaşılabilir hale gelmesi, benim değinmediğim veya yeterince işlemediğim konuların onlarca başka kitapta ve yüzlerce makalede tüm yönleriyle incelenebilmesinin önünü açtı. Bu yeni malzemeler arasında, Debord’un daha önce yayınlanmamış yazı ve notlarıyla birlikte bütün eserlerini tek ciltte toplayan derleme (2002); yazışmalarının toplandığı sekiz cilt; filmlerini ve ses kayıtlarını içeren DVD’ler, ve bugün Fransa Millî Kütüphanesi’nde bulunan binlerce okuma notu ve başka belge var. Ayrıca çeşitli kitap ve makalelerde, Debord’u bizzat tanımış olanların o günlerle ilgili anlatımları bulunuyor. Bugün araştırmacıların Debord’la ilgili emniyet dosyalarını incelemeleri bile mümkün. Kısacası, normal koşullarda benim kitabımın bugün bir “öncü” olarak kabul edilip büyük ölçüde günü geçmiş sayılması gerekirdi. Ama hâlâ okunuyor –ve yeniden basılıyorsa– bunun sebebi kitapta sunulan olgusal malumat değil, o olguların ele alınma biçimi olsa gerek.
Guy Debord, 1931-1994
Kitap, Sitüasyonist Enternasyonal’in tarihi üzerinde uzun uzadıya durmuyor; Debord’un özel hayatına ise neredeyse hiç girmiyor. Asıl amacım, Debord’un devrimci düşünce ve pratik tarihindeki yerini tayin etmek; özellikle de Debord’un geçmişle, bugün ve gelecekle, ayrıca Marksist veya Marx’tan esinlenen düşüncelerin geleceğiyle olan bağları üzerinde durmaktı. 1999’da kitabın İngilizce çevirisi için yazdığım “Sonsöz”de bu odağın benim için ne kadar önemli olduğunun altını çizdim, ama bu konuyu tüm yönleriyle ele alıp bitirdiğimi iddia edemem. Ne var ki, son yirmi yıldır, benim eksik bıraktığım yerleri tamamlamaya ve Debord’un eserlerine böyle bir bakışla getirilen yorumları geliştirmeye hevesli olacak pek kimse çıkmadı. 1999’da olduğu gibi ondan sonra da alışıldık Debord okumalarında genellikle onun sanatçı yönüyle, özellikle ilk zamanlarda savunduğu psikocoğrafya veya détournement gibi kavramlarla ve medya eleştirisiyle ilgilenildi, nitekim “gerilla medya” ve dijital medya patlaması da bu eleştirilerin sulandırılmış çeşitlemelerinden türedi. Dolayısıyla bu alanlarda eleştiri, medyaya temel oluşturan gerçeklikten ziyade medyadaki imgelere odaklandı. 2000’ler sonrasında Debord’un filmleri üzerine yapılan kimi incelemeler –Debord’un arşivlerine, kaynaklarına, çalışma yöntemlerine, her şeyden çok da özel hayatına yönelen ve bilimsel yaklaşım açısından içler acısı sonuçlar doğuran bitmez tükenmez ilginin sonucunda– Debord’un düşünce tarihindeki yerine dair titiz incelemelerden ziyade bu tür okumaları güçlendirdi.
Debord’un bir “devrim teorisyeni” olarak görülmeyi reddedip bir “stratejist” olarak nitelenmeyi tercih ettiği doğrudur. Ancak, stratejilerinin gerçeklik üzerinde dolaysız etki yaratmasının mümkün olduğu tarihsel dönem hızla geçmişe karışsa da, Debord’un kapitalist toplumu bir gösteri toplumu olarak tanımladığı analizleri, meta fetişizminin tarihsel bir aşaması olarak gösterinin işlevine ilişkin tahlilleri, ve hiyerarşik toplumlar ile zamanın kullanımı arasındaki ilişkide gösterinin yerine dair incelemeleri bugün hâlâ güncelliğini koruyor. Debord’un bu yönü üzerinde yeterince durulmadığını söylerken yeni bir iddia ortaya atıyor değilim elbette; ama teorik değerlendirmelerin ötesinde, Debord'un fikirlerinin, dérive kavramını bir akıllı telefon uygulamasına dönüştüren markalandırmaların eline düşmek yerine bozguncu kuvvetlerini korumalarını sağlayacak bir yolda bu kadar az ilerlenmiş olması üzücü.
Bugün, Gösteri Toplumu’nun yayınlanması üzerinden elli, benim eleştirel yeniden değerlendirmemin yayınlanması üzerinden yirmi sene geçtikten sonra, vaktiyle bu tür saldırılar karşısında diğer bütün devrimci kültürlerden daha dayanıklı duran sitüasyonist mirasın saptırılıp gaspedilmesini engelleme çabası bile sahipsiz kalmış gibi görünüyor. Artık mesele, bu radikal mirası, onu ehlileştirmeye çalışanlardan korumak değil, yığınla saçmalığın ortasında, benzer bir radikalizmi savunan bir söylemin yaygınlık kazanmasını sağlamak.
Gösteri Toplumu, savaş sonrası toplumun özgül bir dönemini yansıtıyor ve o dönemin gerektirdiği eleştiriyi ortaya koyuyordu; ama kitabın yayınını izleyen bütün karmaşa ve değişimlere rağmen Debord’un analizleri bugün hâlâ büyük önem taşıyor. Gösteri Toplumu, Adorno ile Horkheimer’in Aydınlanmanın Diyalektiği (1947) gibi çığır açıcı eserler kadar önemli. Beni ilgilendiren, Debord’un mirasıydı. Sürrealizmin, Rimbaud ile Marx arasında (“hayatı değiştirmek” ile “dünyayı değiştirmek” arasında) kavramsal bir kaynaşma yaratma girişimi olduğu söylenir sık sık; Debord’un da sürrealizm ile Marx’ı birleştirmeye çalıştığı söylenebilir. Kitabımda bu birleşimin sürrealist boyutunun nispeten geri planda kaldığını kabul ediyorum, ama şuna kesinlikle inanıyorum ki Marksizm boyutuna dair açıklamalarım, Debord yaşarken henüz doğmamış olanlar için bile önem taşıyacaktır.
Ekim 2016
Anselm Jappe’nin ilk kez 1993’te yayınlanan Guy Debord adlı kitabının 2018 tarihli İngilizce baskısında yer alan “Önsöz”den kısaltılarak çevrildi.