Görsel Kültürün Hâkimiyeti ve Sanatın Tasfiyesi

October dergisi 1996 yılında görsel kültür hakkında bir soruşturma yürüttü. Cevaplar derginin Yaz 1996 tarihli 77. sayısında yayınlandı. Aşağıda, Susan Buck-Morss’un cevabından seçilmiş pasajlar yayınlıyoruz.

 

                         

                                    Barbara Kruger, Untitled (We are astonishingly lifelike), 1985.

 

Bir görsel kültür söyleminin doğuşu kaçınılmaz olarak beraberinde bildiğimiz anlamda sanatın tasfiyesini de getirir. Böylesi bir söylem içerisinde sanatın, ne bir pratik, ne bir görüngü, ne bir deneyim, ne de bir disiplin olarak ayrı bir yaşam sürmesinin imkânı yok. Bu şartlar altında müzeler, bir yandan sanat nesnelerini, öte yandan sanat-fikrini muhafaza eden çift işlevli mahfazalara döneceklerdir. Sanat tarihi bölümleri, arkeolojiyle aynı fakülte altında toplanacaktır. Peki ya “sanatçılara” ne olacak? Yakın zamanda miadını dolduran sosyalist toplumlarda, isim ve telefon numaralarının hemen altına güvenle mesleklerini yazdırdıkları kartvizitler bastırıyorlardı. Yakın zamanda yeniden yapılandırılan kapitalist toplumlarda ise diyalektik bir çıkmaza girdiler; müzeye, yani, bizzat sanatın var olduğu yanılsamasını sürdüren kuruma saldırarak düşünümsel, eleştirel bir pratik olarak sanatın özerkliğini korumaya çalışıyorlar. Sanatçılar, toplumsal bir sınıf olarak sponsorlara ihtiyaç duyarlar: devletin, özel hamilerin ya da şirketlerin sponsorluğuna. Ürünleri, değeri çarpıtan ve galeriler, müzeler, özel koleksiyonlar tarafından dolayımlanan bir sanat simsarı-eleştirmen sistemi üzerinden piyasaya sürülür. Yarının sanatçıları, tıpkı on sekizinci yüzyılın masonları gibi, yeraltına inmeyi tercih edebilirler. Bir yandan görsel kültür üreticileri olarak maaşlı bir işte çalışırken, öte yandan, ezoterik olarak sanat yapmayı seçebilirler.

Onların işi estetik deneyimin eleştirel ânını sürdürmektir. Eleştirmenler olarak bizim işimiz ise bunu takdir etmek. Peki bu, yeni bir disiplinlerarası alan olan görsel çalışmalar bünyesinde yapılabilir mi? Böylesi bir alanının episteme’si ya da kuramsal çerçevesi ne olabilir? Cornell Üniversite’sinde geçtiğimiz on yıl içerisinde iki defa bir görsel çalışmalar programı oluşturmaya yönelik toplantılar düzenledik. İki defasında da, kurumsallaşmanın kendi başına gerekli çerçeveyi oluşturmaya yetmeyeceği ayan beyan  ortadaydı. Sanat tarihçileri; antropologlar; bilgisayar tasarımcıları; sosyal tarihçiler; sinema, edebiyat ve mimarlık hocalarından oluşan bu karışık topluluk arasındaki tartışmalar maksadına ulaşamadı ve neticede program kurulamamış oldu. Buna rağmen, görsel kültür, kampüste varlığını iyiden iyiye hissettirmeye başladı. Geleneksel disiplinlerin çoğuna sızıp teorik balonlar tarafından sarıp sarmalanmış bir şekilde, geçici bir tecrit halinde yaşamını sürdürmeyi başardı. Bu balonlardan en büyüğü psikanaliz; başka balonlar da var. Barthes, Benjamin, Foucault ve Lacan’ın kanonik metinlerinin yanı sıra günümüz yazarlarının henüz kanona dahil edilmemiş metinlerinden oluşan, gelenekselleşmiş bir okuma listesinden bahsedebiliriz. Olmazsa olmaz bazı temalar var: imgenin kopyalanması; gösteri toplumu; Ötekini tasavvur etmek; görme rejimleri; simülakr; fetiş; (erkek) bakış; makine göz. Bugün Cornell Üniversitesi Kütüphaneleri’nin arama motorunda “görsel çalışmalar” tabirini aradığınızda 202 sonuçla karşılaşıyorsunuz. Okulun bir medya kütüphanesi; bir sinema programı; bir sanat müzesi; bir sahne sanatları merkezi; iki slayt kütüphanesi var. Bunlara ilaveten, farklı bölümlere ait, üzerine delicesine titrenilen altı adet video kaset oynatıcısı var. Olur da görsel çalışmaları sarıp sarmalayan teorik balonlar patlarsa, geriye bu teknolojik kopyalama altyapısı kalacak. Bir zamanlar akademiye yabancı olan görsel kültür giriş iznini koparmış durumda ve hiçbir yere gitmeye de niyeti yok.

[Yirminci] yüzyılın başında sessiz filmler, politik ve etnik sınırları aşıp geçecek ve Babil Kulesi’ni dimdik ayağa kaldıracak, imgelerden oluşan evrensel bir dile dair ütopyacı fikrin doğmasına vesile oldu. Yüzyıl sonunda ise aksiyon filmleri ve MTV bu fikrin sekülerleştirilmiş ve araçsallaştırılmış halini hayata geçirerek küresel kapitalizmin bir sonraki aşaması için özneler üretmeye başladılar. Böylece, görsel kültür sosyal bilimlerin ilgi alanına girmiş oldu. “Zihindeki imgeler istenci harekete geçirir” diye yazmıştı Benjamin. Kastettiği, sürrealistler tarafından kullanılan imgelerin politik gücüydü. Fakat, aynı sözler pekâlâ reklam endüstrisinin, pazarlamanın ya da politik kampanyaların mottosu olarak da kullanılabilir. Buna mukabil, günümüzde sanatçıların ifade özgürlüğü formel gerekçelerle, temsilin sanallığına vurgu yapılarak savunuluyor. Sanat imgelerinin fiiliyatta hiçbir hükmü olmadığı söyleniyor.  

Acilen ihtiyaç duyduğumuz şey, imge “kültürü”nü meşrulaştıran bir üniversite programından ziyade toplumsal bir nesne olarak imgeye dair eleştirel bir analiz. İmgeleri, toplumsal yaşamın en can alıcı meseleleri üzerinden sembolik ve semptomatik olarak okuyabilmeliyiz. [...]

İnternet, yeni türeyen dijital kültür derslerinin konusu ve mecrası olsa da, bu mecradaki web sitelerinin görsel açıdan ne denli fukara olabildiği herkesin dikkatini çekecektir. Siber dijital teknolojiler hareketli imgenin ancak aksak bir kopyasını üretebiliyor; hareketsiz imgelerde ise aksaklık olmasa da herhangi bir etkileyicilikten de bahsedilemez. Televizyon ekranlarının yerini bilgisayar ekranlarının alması telefon şirketlerinin hissedarları için çok şey ifade edebilir ama bu görsel imge dünyasını sarsacak bir gelişme olmayacak. Estetik deneyim (duyusal deneyim) enformasyona indirgenemez. Yoksa bunu söylemek artık geri kafalılık anlamına mı geliyor?