Bir tür politik gelenek olarak varlığını sürdüren “Gezi Direnişinin Ruhu”, son yıllarda yaşadığımız, paylaştığımız en önemli sosyal olgu olarak etkisini gün geçtikçe artırıyor. Neredeyse iki aydan beri süregelen protestolarla gelişen “Gezi Direniş Geleneğinin” sanatçılar ve güncel sanat ortamımız tarafından nasıl algılandığı hakkında kafamda epeyce soru var. Çünkü son on yılda sanat ortamında gözlemlediğimiz gelişmeler kimi kesimler tarafından büyük bir patlama olarak değerlendirilse de, özellikle çağdaş sanatın üretim süreci açısından metalaşmanın beraberinde getirdiği sorunlarla dolu. Öte yandan tamamı özel koleksiyonlar tarafından desteklenen bir kurumsallaşma dönemine de tanıklık ediyoruz. Çağdaş sanatın geçirdiği “kurumsallaşma süreci”, ne yazık ki sanat piyasasına endeksli olduğu için, dünyada deneyselliğe verdiği destekle ölçülen “sanat kurumlarının” ülkemizde sadece var olan güç dengelerinin çizgilerini keskinleştirdiği ortada. Piyasanın yıldızlaştırdığı isimlerin ötesine geçemeyen sanat kurumlarının etkinliklerinin bir tür “görsel kirlilik” yarattıklarını da gözlemliyoruz. Sanatın sadece dekoratif objeye dönüştürüldüğü bir sanat ortamında deneysellikten, sanatın sosyal, toplumsal ve politik sorumluluklarından söz açmak ne kadar doğru olur bilmiyorum. Bir önceki yazımda toplumsal protestoların sanat, sanat ortamı üzerindeki etkilerini tartışırken, politik güç merkezleri ile sanatsal güç merkezleri arasındaki yakınlıktan, ortaklıklardan, dirsek temaslarından söz etmiştim. Demokrasi arayışıyla sokağa dökülen kitleler, politik güç merkezlerine karşı kimsenin tahmin bile edemeyeceği cesaret, güç ve inançlılıkla demokratik haklarını baskılara rağmen savunurken, sanat ortamında tuhaf bir sessizlik, bekleyelim görelim tarzından bir bekleyiş hakim. Elbette sanatçıların çok hızlı bir şekilde sosyal gelişmelere tepki vermesi beklenemez. Önemli olan, sanatçıların kendi gelişim çizgilerinde düşüncelerini formlaştırabilecek yetkinlikte iş üretebilmeleridir. Video kameranın ve fotoğraf makinasının üstlendiği “belgesellik” sanatsal bir yorum olarak değerlendirilemez. Zaten bu konuda sanat çevremizin acı tecrübeleri de oldu. 2000’li yıllarda Avrupalı kurumların “politik sanat” arayışına yanıt veren başarılı sanatçılarımızın günümüzdeki konumları ortada.
“Gezi Direniş Geleneğinin” çağdaş sanat üretimini tetikleyen bir güç, metafor olacağını umut etme ve düşünme hakkımız olduğu kanısındayım. Toplumu, sanatı, güç-iktidar ilişkilerini; sanatçıların konumlarını, sorumluluklarını, öngörülerini tartışmaya açmak için en uygun zaman dilimindeyiz. Bu nedenle aşağıdaki soruları hazırlayarak, farklı kuşaklardan gelen sanatçılara mail aracığıyla gönderdim:
1- Gezi Direnişinin ardından yaşanılanları, halen sürdürülmekte olan demokratik protesto eylemlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
2- Demokratik protesto hareketi, temelinde iktidar erkinin sorgulandığı bir eylemdi. Bu çerçevede çağdaş sanat ortamımızdaki güç odaklarının, kurumların durumunu ele almanın zamanı gelmedi mi?
3- Gezi Direnişi sırasında gördüklerimizden, Taksim meydanının dönüşüm sürecinden ve protestoların yaratıcı gücünden sonra “kamusal alanda” yapılacak olan sanatsal etkinliklerin süsleme ve belgesellikten öteye geçememe ihtimali oldukça yüksek. Teması “kamusal simya” olan önümüzdeki İstanbul Bienali’nin durumu hakkında ne düşünüyorsunuz?
4- Gücünü var olan baskı ve korku sistemine rağmen giderek artıran protesto hareketleri, forumlar ve diğer etkinliklerde bizzat aktif olarak çalışan sanatçılar olduğunu biliyoruz. Sizce süregelen bu protestoların gündeme getirdiği “estetik” ülkemizdeki sanatsal üretimi etkileyebilir mi? Bu konuda kişisel tecrübeleriniz oldu mu?
5- Ortadoğu’daki devrimlerden sonra kimi Avrupa ülkelerinde ardı ardına sergiler, sempozyumlar, çalıştaylar düzenlenmişti. İlk bakışta politik ama yakından incelendiğinde şarkiyatçılık perspektifinin aşılamadığı bu gibi etkinliklerin ısrarla desteklenmesi ve sanatçılardan sosyal gelişmeler üzerine iş üretmelerinin talep edilmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
6- Son zamanlarda sanatçılar arasında ortaklaşa proje üretme konusunda belli çalışmalar olduğunu görüyoruz. Bağımsız, güç odaklarının uzağında ama mümkün olduğunca fazla “elin değdiği” işlerin üretilmesi konusunda belli bir eğilimden söz etmemiz mümkün mü?
Sanatçılardan gelen yanıtlar aşağıda. Gelen yanıtlardaki form sanatçıların istekleri doğrultusunda korunmuş, hiç bir değişikliğe gidilmemiştir. Zaman ayırarak destek veren, yeni perspektiflerin gelişmesinde ön ayak olan sanatçılara teşekkürü bir borç bilirim.
Azade Köker
1- Gezi eylemi Türkiye’de yok edilen 3. kuşağı bize tekrar hatırlatarak ve anestezi durumuna geçmiş halkı uykudan uyandırarak bir olay yarattı ve bu olayla tarihe geçecektir. Bundan sonra onlardan ben şahsen bir başka görev beklemiyorum. Forumlarda ilginç gelişmeler oluyor. Gençler bir araya gelip ne yapılması gerektiğini tartışıyorlar. Bunların doğal olarak olumlu bir yanı var. En azından bir araya gelip diyalog kurmaları iyi bir gelişme. Ama bu forumlara herkesin katıldığını duyuyorum. Gençler 68’lilerin de bu forumlara katıldıklarını farklı tavırlarıyla olayı anlamadıklarını söylüyorlar. 68 kuşağı kaybolmuş bir kuşak olarak görünse de toplumsal mekanizmaların değişikliğinde bir rol oynamıştı. Gezi Kuşağı bundan sonra ne yapar? Hangi mekanizmaları değiştirir? Hangi düşüncelerin yeşermesini sağlar? Bunları yaşayarak göreceğiz. Hâlâ birçok şehirde bir tek profesörü olmayan güzel sanatlar akademileri mevcut. Diploma imzalamak için başka üniversitelerden profesörlerin geldiğini biliyoruz. Bu konuda gençler ne yapıyor? Konseptleri var mı? Yıldız Teknik Üniversitesi’nin durumu ortada. Rektörler değisiyor, bölümler kapatılıyor. Kimse sesini çıkartamıyor. Bu konular ele alınacak mı? Eylem sonrası bir değişiklik isteniyorsa, bu ancak meslek alanında birleşen kişilerin oluşturduğu grup çalışmaları sayesinde olur. Bugün Türkiye’de mekanizmalar ya devletin, ya da özel kişilerin hâkimiyeti altındadır. Bu durumda genç sanatçılara perspektif veren kurumlaşmaların yokluğunu konu edinmeleri gerekir. Kurumlaşmaya gidilmesi gerekir. Geniş anlamda politik konular ancak meslek dalında tecrübeli kişilerin çalışmalarıyla mümkündür. Aksi takdirde söz ve düşüncelerin sarf edildiği, iyi dileklerin ifade edildiği ve bugünkü politikaya karşı söylemlerde birleşmekten öteye geçilemeyebilir.
2- Yukarda ifade ettiğim gibi sanatsal alt yapılanmalara genç sanatın ihtiyacı var.
3- İstanbul Bienali şehir konuluydu. Taviz vermeden şehrin iç ve dış mekânlarında sanatsal üretimlere ağırlık vermeli. Eğer iç mekânlarda kalırsa gücü azalır diye düşünüyorum.
4- Berlin’de gerçekleştirdiğimiz birçok jürili kamu mekân yarışmalarında her zaman çevre halkını meseleye entegre etmeye çalıştık. Çevre halkı tutucuydu, ilk ödevimiz onları kazanmak oldu. Hatta bu mekânlarda özel olarak kiraladığımız dükkânlarda projeleri orada oturan mesken sahipleriyle ya da kiracılarıyla tartıştık. Bu süreç çok zaman alıyordu. Ama sonunda ikna oluyorlardı. Kamu mekânlarında gerçekleşen sanat olayı başka türlü olamaz. Çevre sakinleri her zaman her konuda söz hakkına sahiptir. Geçici sanat etkinlikleri ise tabii ki ilginçtir ve önemlidir. Bu konuda her sanatçı kiminle nerede ne zaman neyi yapacağına kendi karar verir.
5- Tabii çok iyi fikirler ortaya atılabilir. Bu durumda küratörlere de çok ödev yükleniyor. Sponsorsuz çalışmaya ne kadar dayanılır ve ne kadar bu heyecan devam eder? Maliyet meselesi sanatçı ve küratör için ayrı bir sorun. Ama genç sanat belki buralardan filizlenebilir. Düsseldorf örneğinde olduğu gibi “sokak sergileri” mesela. Ama Türkiye’de sanatın gelişmesi için ekonomik krizin bence olumlu etkisi olacak. Çünkü sanat yapmak yalnız sanat satmaktan ibaret değil. Ben 40 sene hiç bir sergimde satış yapmadan çalısmalarımı sürdürdüm. Satış kelimesi bile bizim için kullanılmayan bir sözcüktü.
6- Tabii olur. Bu birlikte sempozyum şeklinde kısa süreler dahilinde gerçekleşebilir. Süre uzarsa düşünce süreci zayıflar. Türkiye’nin her tarafına dağılan etkinlikler olmalı. Burada en önemli konu şu: Proje yapımcılarıyla birliktelik şart; yaş, cinsiyet ve belli yörelerde kapalı kalmayıp değişik bireyleri toplamalılar. Herkes kendi sanatçısından başka bir kişi almayıp yalnız kendi gurubuyla proje yaparsa –bunun örnekleri zaten yeterli ve çok– bence alışagelmişliğin dışına çıkılamaz.
Nur Koçak
1- Yaşamı artık Gezi Direnişi'nden önce ve Gezi Direnişi'nden sonra diye ikiye ayırmamız gerektiğini, hiç bir şeyin eskisi gibi olamayacağını, üzerimize serpilen ölü toprağını sonunda silkeleyip ayağa kalktığımızı düşünüyorum. Burada bize yolu ‘90 doğumlular ya da Y Kuşağı’ olarak adlandırdıklarımız gösterdi. Hiç kitap okumuyor, hiç bilgisayar önünden kalkmıyor, hiç sokak, çevre, ülke sorunlarıyla ilgilenmiyor diye küçümsediğimiz gençler... Profili çok iyi tanıyorum, çünkü benim de ‘92 doğumlu’ ve söylenenlere tıpatıp uyan bir yeğenim var.
2- Ülkemizi derinden sarsan bu demokratik protesto eylemi çerçevesinde, çağdaş sanat ortamımızın güç odaklarıyla ilişkisini ele almanın zamanı tabii ki geldi. Ama bunu kim yapacak? Hangi sanat tarihçi, yazar, eleştirmen elini taşın altına sokmak isteyecek? Ben çevremde böyle kimse göremiyorum doğrusu. Belki o konuda da ‘90 Kuşağı’ bize yol gösterir!
3- Yaşamın sanattan kopya çektiği söylenir. Oysa son 40, 50 günde yaşadıklarımız bunun tam tersini kanıtladı. Hiçbir sanat yapıtının yakalayamayacağı parlaklıkta, öylesine delidolu, coşkun, şaşırtıcı ve öylesine yürek dağlayan, acılı, kâbus gibi günler geçirdik ki kanımca sanat yaşam karşısında yaya kaldı. Gerçeklik kurguyu fersah fersah aştı. Teması "Kamusal Simya" olan İstanbul Bienali'nin akıbeti de aynı olacak korkarım.
4- Gücünü giderek artıran protesto hareketleri içinde doğrudan yer alan sanatçıların üretimleri ülkemizdeki yerleşik "estetik" olgusunu nasıl değiştirir ya da değiştirir mi sorusuna yanıt verebilmek için vakit henüz çok erken. Bunun için bekleyip görmek lazım diyorum. Benim bu konuda kişisel bir deneyimim yok açıkcası.
5- Kuzey Afrika ve Ortadoğu'daki devrimlerin ardından bu devrimlerin gerçekleştiği yerlerde değil de bazı Avrupa ülkelerinde etkinlikler düzenlenmesi, emperyalistlerin "mazlum uluslar"a tepeden bakma çabasından başka nedir ki? Sanatçı bağımsız, istediğini yapmakta özgür bir bireydir. Hangi "asil amaç" uğruna olursa olsun iş üretmeye zorlanamaz.
6- Türkiye'de sanatçıların başat özelliği çok şişkin egolu ve çok kıskanç olmaları. Tüm meslek erbabı birbirini –örneğin doktorlar doktorları, avukatlar avukatları– kıskanır, ama sanatçılar kadar birbirini kıskanan yok. Bu durumda egolarını vestiyerde bırakıp, sağa sola çelme takmaktan vazgeçip, ortaklaşa proje üretmeye başlamaları bana çok gerçekçi gelmiyor. Ama belli mi olur? ‘90lar ya da Y Kuşağı’ dediğimiz gençler belki bu ezberi de bozar!
:mentalKLINIK (Yasemin Baydar & Birol Demir)
1 - ya HepBeraber ya HiçBirimiz!
Gezi Direnişi’nin dili ’geniş zamanlı bir şimdi’dir. Gezi ’Olay’ı ile birlikte geçmişe, şu an’a ve geleceğe dönük farkındalıklar açığa çıkıyor. Tarihin tüylerini her yöne tarayan bir sorgulama süreci ve yeniden inşaa sürecinden geçiyoruz. Yeni başlangıçlara yer açtığı için, sonu kutlayanlar için çok heyecanlı ve umutlu bir sürece tanıklık ve yarenlik ediyoruz.
Gündelik hayat devam ederken, direnen akım 360 derece tüm kanalları açık tutarak haksızlıkları, baskıları ortaya çıkarırken buna cevaplar üretmeye, protesto biçimleri yaratmaya devam ediyor. Her karşı duruş yeni bir dil, yeni bir form ve yeni bir varoluş gösteriyor. Bu geniş zamanın içinde görünmeyenin iktidarı görünür kılınıyor ve paramparça edilerek kendi yaşam alanlarını, hava deliklerini yaratarak yol alıyor ve Sürekli Direniş haline geçiliyor ve direnmenin değişken formülleri yürürlüğe giriyor.
Aynı an’ı birlikte yaşamak yeni bir toplumsal sözleşme yaratıyor. Fiziki mekân ile sanal olan arasındaki sınırlar eriyor ve yeni bir algı açılıyor, gündelik hayatın akışının kırıldığı bu anda baktığın herşey, duydudukların, bildiklerin, sokaktaki her nesne yeni anlamlar kazanıyor. Tüketim biçimlerine bakış yeniden tanımlanıyor ve değer yargıları sorgulanıyor. Bir toplumun başına gelebilecek en iyi şey olmakta.
2- #DirenKurum
Kültür politikaları ideolojiktir. Pek çok kültür kurumu da hükümet ideolojisi ile paraleldir. Kültür kurumları devletin özelleştirilme politikalarının bir devamı olarak sosyal sorumluluk projeleridir. Bizim talebimiz her tür güç odağını besleyen ‘Genel’ İrade’den ‘Herkes’in İradesine’ geçmektir.
Toplumsal olarak aileden kopuşun zor olduğu bu coğrafyada kurumların özerkleşmesi için önlerinde uzun yıllar var. Bu sebeple sanatçının bireyselleşme/bağımsızlaşma sürecini tamamlayıp, kurumlarla ilişkilerini doğru bir şekilde yönetebilir olmasını beklemek daha akılcı olacaktır.
Mevcut Kültür Kurumları kendi programlarına bağlı çalışan yapılar olarak güncel olaylara esnek cevaplar üretemeyebilirler. Asıl sorun da bu, böyle sanat/kültür kurumlarına ihtiyacımız var mı? Bir iki istisna dışında mevcut kültür kurumlarını Ergen olarak nitelendirebiliriz. Bu sebeple bu kurumları eleştirmek yerine onları yol yakınken kurumsallaşmaktan vazgeçmeleri konusunda uyarabiliriz. 21. yüzyılda eskimiş bir kültür kurumu elbisesi giymek yerine Gezi Ruhu ile mevcut kurumlarını kurumsallaşmaktan kurtarabilir ve yeni bir kamusal alan yaratmanın imkânları için çalışabilirler.
3- İSYANBUL!
İstanbul Bienali’nin şu anki pozisyonu: yanlış yer, yanlış zaman, yanlış konu, yanlış küratör!
4- Everyday We’re Çapuling!
Bu süreci sanatçı olarak değil bir birey olarak değerlendiren herkes bu dönüşümden payını alacaktır. Toplumsal dönüşüm ve kazanılan özgürlükler sanatçıyı da olumlu yönde etkileyecektir. Ancak bu süreçte sanatçıya diğer disiplinlerden farklı bir rol biçemeyiz. Açığa çıkan dil, duvar yazıları, anonim üretim biçimleri, örgütlenme pratiği kışkırtıcı bir güç yaratıyor.
Gezi Direnişi’nin sarsıcı, yıkıcı ve bu sebeple de yeni formların oluşmasına olanak tanıyan yaratıcı bir süreç olduğu söylenebilir.
5- Türkiye güzel ülke de çevresi kötü!
Batı’nın kendine göre 3. olan dünya ile kurduğu bu sorunlu, egzotik ve sömürgeci yaklaşımı en çok kültürel alanda belirginleşiyor. Anlamak yerine tanımlamak, izlemek yerine göstermek, akışına bırakmak yerine kategorize etmek.
‘Bağzı şeyler yaşanırken ve yaşandığı yerde güzeldir’
6- Merak etme anne, önden gitmiyorum, hep beraber yürüyoruz!
Kurumların iktidarının yükseldiği, hükümetlerin baskıcı politikalarının arttığı günümüzde muhalif bir yaklaşımın gelişmesi kaçınılmaz bir gereklilik. Ayrıca yüz yüze kalınan problemlere karşı farklı disiplinlerin birlikte çalışmasını gerekli kılıyor. Sanat alanında bunu bir eğilim olarak tanımlamak çok zor. Bağımsızlık kazanmanın çok yüksek bedelleri vardır.
Bağımsız sanat oluşumlarının pek çoğunun kısa ömürlü olduğunu görecek kadar tecrübemiz oldu. Anonymous ve RedHack gibi oluşumlar bağımsızlıklarını koruyarak birlikte ve anonim üretimler yapabilmekteler. Özgün ve uzun soluklu bu oluşumlar bize bağımsızlığın gücünü ve sürdürülebilirliğini hatırlatmakta.
Murat Germen
1- İlk eldeki içgüdüsel tepkimi yazayım: “Uzunca süredir ilk defa ülkemle gurur duyuyorum!” dedim, kalp atışlarım hızlandı, içimi adrenalin bastı. Sanat, tasarım gibi yaratı alanları da dahil olmak üzere bir çok alanda ithal felsefeler, teknolojiler ve konjonktürel takip üzerinden ilerlediğimiz için ülkede özgün bir şeyler üretmek pek kolay olmuyor. Gezi direnişlerinde sergilenen duruş biçimini ihraç edebileceğimiz nadir özgün yaklaşımlardan birisi olarak görüyorum. Türkiye halkının hatırı sayılır yoğunluktaki bir kısmı, belki de ilk defa; başında lider olmayan, anonim, art niyetsiz, olabildiğince samimi, neşe ve mizah dolu, vazgeçmeyecek kadar ısrarcı, enerji dolu bir hareket başlattı. Şimdilerde bu enerjinin aynen, hiçbir kayba uğramadan devam ettiğini söylemek pek kolay değil. Herkes bu bilinçlenmenin, ayağa kalkmanın nereye varacağını merak ediyor. Benim bu aşamada en çok önemsediğim konu, Türkiye’de kendine güvenen bireylerin sayısının artması ve bir şeyler üretip onu ortaya çıkarmak için çeşitli erk merkezleri ve dirsek temaslarına olabildiğince girmeden, bağımsız olarak ülkenin genel üretimine katkıda bulunabilmenin mümkün hale gelmesi.
2- Kesinlikle geldi, hatta geldi de geçti bile. Yakın zamanda katıldığım bazı sanatçı grubu toplantılarında bunu şahsen dile getirmeye çalıştım. Ülkemiz sanatının yönetiminde kilit noktalardaki bazı bireylerin bulunduğu bu ortamlarda “hazır siyasi iktidarı sorguluyor iken kendi içimizdeki iktidar tekelleşmelerini de sorgulasak iyi olmaz mı?” gibi bir soru sorduğumda, olumlu ya da olumsuz herhangi bir cevap alamamam bir yana, insanların “sırası mı şimdi!” kabilinden başka yöne baktıklarını gözlemledim. Bu konu gündeme gelince kimsenin ses çıkarmadığına bakılırsa, sanatçılar erki elinde tutanlardan çekiniyorlar ve gerekli bazı çıkışları yapamıyorlar. Yapanlara ise ileride ifade alanının daraltılması, sergilere çağırılmama, yok görme gibi çeşitli zorluklar çıkarıldığı için bu korkuyu anlamak olası. Mamafih, “susma, sustukça sıra sana gelecek” misali; sanatçılar bu hiyerarşiye ne kadar boyun eğerlerse bu sistem içindeki yerleri o derece geçici hale geliyor. Türkiye sanatını dışarıda temsil eden etkinliklere iki elin parmaklarını geçmeyecek sayıda galeri ve önemli uluslararası sanat etkinliklerine iki elin parmaklarından biraz daha fazla sayıda sanatçının davet edilmesi, davet edilenlerin de her daim mükerrer olması akıllarda ister istemez çeşitli soruların oluşmasına yol açıyor. Bu şekilde daimi olarak göz önünde tutulan ve lanse edilen sanatçıların varlığı, bana yeni albüm çıkaran şarkıcıların olası tüm talk show programlarını dolaşmasını anımsatıyor. Bu tür hallerin çeşitli olumsuz boyutları var. Öncelikle, izleyici açısından, her daim aynı sanatçıların işlerini görmek zorunluluğu gibi monoton bir boyutu var işin. Ayrıca, bu sıklıkla iş üretmek zorunda kalmak, “başarı”yı büyük bir destekle yakalamak, lanse edilen sanatçıların işlerinin yavanlaşmasına da yol açabiliyor; bunların arasında daha samimi olanlarının “ben neymişim meğer!” duygusu yaşadığını düşünüyorum, bilinçli ya da bilinçsiz. Son olarak önemli bir dezavantajın yurtdışındaki algı olduğunu düşünüyorum; daimi olarak aynı sanatçı ve galerileri gören yurtdışı sanat çevrelerinin, “Türkiye sanatı bundan ibaret midir; bunların başka sanatçısı, galerisi yok mu!” gibi tepkiler vermesi ihtimalini de göz önünde tutmak lazım. “Türkiye’de sanat patladı” gibi pompalamalar yapıldı ama bence patlayan şey olsa olsa sanatı mali açıdan kazançlı bir yerlere götürmekle yükümlü, rotasyonla değişen birkaç şoförlü aracın lastiklerinin patlamasıydı. Bu araç aniden durdu; yerli jant ithal lastikleri ezmiş durumda, lastiklerin de stoku bitmiş görünüyor... Kazanç demişken, başka bir konuya da değinmek isterim: Hali vakti ziyadesiyle iyi olan birtakım sanatçının, dünyanın en önemli sanat etkinliklerinin bazılarına eşzamanlı/ eş-kentli olarak yamanan ve sanat dünyasının “celebrity”lerinin aracı olduğu çeşitli sergilerle prestij elde etmeye çalıştığını görüyoruz. Bu haller insanı gerçekten çok hayal kırıklığına uğratıyor. Hayli düşük kaliteli işlerle bu tür sergiler yapma “fırsatı” yakalayanları gördükçe insanın aklına “bu işin ederi ne kadar?” sorusu geliyor hemen... Sanat ortamı Gezi hareketine kayda değer bir ek boyut getiremedi diye düşünüyorum. #duranadam ve #yeryüzüsofrası hareketlerinin gerçekleştirdiği kapsayıcılık yanında, bazı sanat ortamı işbirliği girişimlerinin benzer etkiye ulaşamadıklarını ve topluma dokunur konumda olmadıklarını görmek zor değil. Sanatçılar bir araya geldiklerinde çoğunlukla aralarında dertleşiyorlar gibi görünüyor, toplum geneline hitap edecek bir boyut kolaylıkla oluşamıyor.
3- Bienaller artık eski gücünü yitirdi diye düşünüyorum. Son zamanlarda bienallerin öne sürdüğü kavram sanatının ortaya çıkardığı ifade biçiminin tıkandığı hissini yaşıyorum. Anlaşılır sesler yok gibi, kakofoni hâkim sanki... Kakofoni yapan için iyidir, güzeldir, rahatlatıcıdır ama izleyici, dinleyici için sıkıntı verici hale gelebilir. Şu sıralar ortaya çıkan kavramsal sanat eserlerinin önemli bir bölümünü dekode etmek pek kolay değil; etseniz bile bazen “haa bu muymuş!”, “e iyi de bana ne!”, “tamam da, bu malumun beyanı değil mi!” gibi tepkiler vermek işten değil. Kavram cambazlıkları o hale geldi ki; sokakta gördüğümüz bazı tuhaf, düzensiz, spontane oluşumlara “ne güzel yerleştirme olur bundan” yakıştırması yaparak dalga geçer olduk. Biri de diyecek ki “iyi ya ready-made mantığı da bu zaten!”; doğru evet, ama ben ready-made’i şişirilmiş ve prestijlendirilmiş olarak bir müze veya galeride değil, sokakta yani kamusal alanda, “ünlü” bir sanatçıdan değil de “ünsüz” bir vatandaştan görmeyi tercih ederim, hiç olmazsa daha “gerçek” olur... Sanatın bu tür samimiyetsizlikler içinde olması, körler sağırlar birbirini ağırlar misali sadece belli bir çevre içinde arkadaşlar arasında tüketilmesi, “kamusal”dan ve hatta sadık izleyicisinden bile kopmasına yol açabiliyor. Bu yüzden, Gezi hareketleri başlamadan çok önce, bienalin “kamusal alana gelir” bir etkinlik olmadığını düşünmeye başlamıştım zaten. Diğer yandan, kamusal alanda sergi yapma tecrübesi gani olan bir küratörün düzenlediği bir bienalin Gezi direnişinin sonrasına denk gelmesini küratör açısından bir talihsizlik olarak değerlendirmek olası. Şahsen kamusal alanda sanat konusunda çok geride olduğumuzu düşünüyorum ve Fulya’nın bunu nasıl çözeceğini merak ediyordum doğrusu. Aman sakın yanlış anlaşılmasın, Gezi hareketleri iyi ki ortaya çıktı ve konjonktürel entelijansiya bu sayede ölü toprağını üzerinden attı. Bu hareketler sonrası olan bitene bir veya birkaç bienal feda olsun, yeter ki her alanda iktidara karşı mücadele ruhu taşıyabilir özgüvene kavuşalım. Son olarak, IKSV’nin bienali kamusal alandan çekme kararını çok isabetli buluyorum, bu müthiş lidersiz ve art niyetsiz harekete “sür rölans” yapamazsınız...
4- Bir şekilde etkileyecektir şüphesiz. Ama bu etkinin şekilsel, didaktik, yüzeysel olması ihtimali epey yüksek. Eğitimimiz bize mecazi düşünmeyi neredeyse yasaklıyor, bu yüzden olan biteni hep tek boyutlu yorumluyor, değerlendiriyoruz. Örneğin, bundan sonra ortaya çıkacak sanatsal üretimlerde gaz maskesi, biber gazı kapsülü, TOMA, robocop, barikat, Guy Fawkes maskesi, #diren sloganı, çeşitli direniş kahramanları tasvirlerini esere çevirmek ve bunu ticari sanat ortamlarında paylaşmak; şu ana verilen mücadeleyi sulandırmaktan, ehemmiyetsizleştirmekten, normalize etmekten, tüketim nesnesi haline getirmekten başka bir işe yaramayabilir (ki daha şimdiden böyle sanat eserleri görmeye başladık ne yazık ki). Şahsen çok sayıda fotoğraf çekerek sosyal medya ortamında paylaştım, ama bunları sanat eseri olarak kesinlikle görmüyorum; bu fotoğraflar benim sosyal medyada yazınsal olarak da devam ettiğim, harekete destek verme söylem ve eylemimin illüstratif sonuçlarıdır. “Ben de oradaydım, bu direnişi seviyorum, hayatımın parçası olarak görüyorum” diyebilmenin alternatif yoludur bu fotoğraflar...
5- Bu talebin “doğru sanat politik sanattır” gibi bir mantık üzerinden ilerlemesi ihtimali yüksek. Bu mantığı biraz kısıtlı buluyorum. Sanatın ortaya çıkış nedeni siyasi değil diye düşünüyorum, bu yüzden sanat politik olmak zorunda değil bence. Sanat eylemini gerçekleştiren kişi siyasi eğilimleri, heyecanları, eylemleri olan bir birey ise fikirlerini, savlarını, eleştirilerini eserinin içine dahil etmek isteyebilir; bu durumda da ürettiği eser politik sanat kapsamına girebilir. Yalnız politik içerikli sanatın hangi mecrada nasıl paylaşıldığı, vaat ve samimiyet açılarından önemli diye düşünüyorum. Örneğin sermayenin eleştirildiği bir eseri ticari galerilerde, fuarlarda, müzayedelerde sermaye sahiplerine satışa sunarsanız, çok özel bir konsept ve manevra söz konusu değilse, tutarsızlık sergilemekle eleştirilebilirsiniz ve bu sorgulamaya açık olmak, sorulara cevap vermeye hazır olmak gerekebilir. “Politik” olmanın ne olabileceği tanımına gelirsek, Gezi direnişi sonrasının bu konuya ışık tutabileceğini düşünüyorum. Apolitik olmakla suçlanmış bir neslin kendini politik varsayan nesilden daha etkili, daha geniş yelpazeli, daha katılımcı, daha art niyetsiz, daha lidersiz bir hareket başlattığına şahit olduk. “Politik” sıfatının tanımının tek elde olmaması gerektiğini, hatta politik olmayı bir mertebe, makam olarak kullanmamak gerektiğini düşünüyorum. Günümüz sanatında politik sanata daha çok paye veriliyor ve bir çok insan bu trendin farkında; “bazı sergilere ve bienallere katılabilmek için, bazı küratörlerin dikkatini çekebilmek için politik sanat yapmalıyız” anlayışı hâkim görünüyor. Bu durum politik sanatı dışlayıcı kılıyor ve diğer anlamda “politik,” yani çıkarcı bir boyuta getiriyor. Yani, kısacası günümüzde politik sanatın belli formülleri var ve bunları uyguladığınız sürece ana akım galeri, küratör, bienallerin ilgisini çekmek daha kolaylaşabiliyor. Bu halin, sanatın samimiyetini yitirmeye başlamasında payı var diye düşünüyorum.
6- Bence mümkün ve hatta bu hayli heyecan verici bir gelişme. Kolektif olarak hareket ettiğinizde ortaya çıkan eser birçok kişinin fikir verdiği bir üretime dönüşüyor. Bu durumda kişisel hezeyanlar bastırılabiliyor, eser(ler) ek boyut kazanabilme şansı buluyor; bu sayede izleyici ile iletişim kurma olasılığı yükseliyor. Ayrıca, kolektif olarak üretilen işlerde imece ve anonimite kavramları ön plana çıkabiliyorlar ki bu Gezi direnişi ruhu ile de örtüşen bir hal... Gerçek anlamda bağımsız sanat inisiyatifi oluşumlarını çok önemsiyorum. Nisan 2013 ayı boyunca Rabat, Fas’taki sanatçı rezidansı ikametim esnasında Fas’taki bağımsız kültür ve sanat oluşumları üzerine bir belgeleme çalışması yaptım ve yakında bunun Türkiye ayağına başlamayı düşünüyorum.
Yağız Özgen
1- Tepkinin azalmaması çok güzel. Ama, bu sivil hareketin, seçimler yaklaşıyor diye partileşme gibi dikey bir eksende hemen karşılığını bulmaya çalışmak ne kadar doğru bunu bilemiyorum. Hepimizin farkında olduğu gibi bu olaylar daha şimdiden siyasi bir düzleme yansıtılmaya başlandı. Bence olduğu haliyle tabanda yayılmaya devam etmesi gerekir bu yaklaşımın. Gezi ruhu dediğimiz şey artık her ne ise onu siyasi partilere değil gündelik yaşamlarımıza yansıtmamız gerekli. En azından ben öyle yapmaya çalışıyorum.
2- Bana göre yalnızca çağdaş sanat alanındaki kurumların değil genel olarak kurum fikrinin yeniden gözden geçirilmesinde fayda var. Gözüken o ki şimdilik bu aracı kurumları ortadan kaldırmak mümkün değil. Ancak en azından belki işleyiş biçimi ve kurumlaşma biçimleri sorgulanabilir, yeniden ele alınabilir, yeni programlar uygulanabilir. Bence herkesin Gezi’den kendi adına çıkarabileceği bir şeyler gerçekten de var. Bana göre kurumlar buralara bakarak nasıl kurumlaştıklarını, nasıl merkezi sistemler kurduklarını gözden geçirebilirler. Elbette bunu kurumlar yapmaz, hatta istemez ama onların fonlarını yöneten kişiler seçimleriyle belirli merkezlerde topladıkları yoğunlukları yatay bir eksende yayabilirler. Yani gökdelen gibi dikine büyümeyi bıraksınlar artık. Zaten demode ve hantal bir yöntem. Onların da uzun vadede işine gelmeyecek bir yapıya bürünmüş durumdalar. Bu yüzden iyi şeyler yapsalar dahi bunlar, kurumun içinde bulunduğu dikine ideoloji ve hantallığın arasında kaybolup gidiyor.
3- Kamusal alanda yapılan etkinliklerin birçoğu daha önceden de belgesel ve süsleme içeriyordu. Çok fazla sayıda insanla iletişim kurup aynı zamanda çok anlatımcı olmamak, gerçekten çok kolay bir şey değil. Ancak buna karşın mekânla ilişkisini iyi kuran bir çalışma yöntemi hiç fark etmez, kamusal alanda, Gezi’den önce ya da sonra, iyiyse iyi kalacaktır. Moda değilse demode de olmayacaktır. Bir arkadaşım “bir sanat çalışması, mekânın sınırlarına dayandığı kadar sanattır” diye dile getirmişti. Gerçekten doğru, ne fazlası ne de eksiği, fazlası olduğunda dekor, azı olduğunda illüstrasyon olmaya başlıyor. Mesela Gordon Matta Clark. Onun çalışmalarının bağlamını spesifik sosyal olaylar belirlemiyor. Bu yüzden çalışmaların gerçekleştirildiği mekânlarda belirli sosyal gelişmeler yaşanmış olsa dahi önemini kaybetmiyor. Bu anlamda belirli bir mekânda hangi türden sosyal gelişmeler yaşanırsa yaşansın, kendi bağlamı içinde her zaman sanatsal anlamda güncel kalacak şeyler gerçekleştirilebilir. Bienale gelince, kendisine Gezi olaylarını mal etmeye çalıştığı sürece (görünen o ki bağlamı bu türden şeyleri içermek zorunda) ya da kendisini bu olayların düzleminde konumlandırdığı sürece bence etkisiz olacaktır.
4- Sanatsal üretimimde benim böyle bir tecrübem, deneyimim olmadı henüz. Ancak ve ancak dolaylı bir yoldan, pratik sebeplerle etkileyecektir beni. Çünkü ben politikayı üretimimin konusu olarak görmedim hiçbir zaman. Ama bence, politik anlamda dünyayı değiştirdiğini, öyle ya da böyle ona bir şeyler kattığını ya da çıkardığını iddia eden bir kuşak sanatçının, sanatını yeniden sorgulamasına, gözden geçirmesine sebep olacak bu olaylar. Şurada anlaşalım. Sanatın politikayla olan ilişkisi botanikle olan ilişkisinden ya da mitolojiyle olan ilişkisinden daha köktendir demek oldukça budalaca bir söylem ve bakış açısı. Bu durumun köktenliği, sanatçının sanat yaparken neleri konu aldığına ve vurguyu nelere yaptığına bağlı olarak değişir.
Gezi olaylarının üzerinden 10 gün geçmeden sanatın akıbeti tartışılmaya başlandı. Bana garip geliyor açıkçası. Örneğin, neden herhangi bir bilimsel gelişme olduğunda sanatın akıbeti birden tartışılmaya başlanmıyor? Mesela Gödel, kanıtlamasını gerçekleştirdiğinde sanatın akıbeti birden tartışılmaya başlanmadı. Bence, sanatı Gezi olaylarından çok daha fazla ilgilendiren bir durum. Neyse, demek istediğim politika ve sanat arasında zorunlu, kendiliğinden öyle olan bir ilişki mevcut değil. Daha çok keyfe keder bir durum politik olanın, sanatsal üretimde bir yer teşkil etmesi. Zorunluluk derken de kastettiğim şöyle bir şey. Örneğin Richard Long’un sanatını ele alalım. Bir takım doğal malzemeler kullanıyor ve bu malzemeler bu dünyanın başka bir şekilde değil ama bu şekilde beden bulmasından dolayı zorunlu olarak toprak, taş, pamuk vb. materyaller. Ancak başka şeylerin değil de bu nesnelerin sanat olarak sunulması sadece ve sadece sanatçının seçimi. Yani doğal koşullara değil de bir zihne bağlı. Politikayla sanatın ilişkisinde de, zorunluluktan ziyade bir keyfilik var. Bu yüzden gösteriselliği bakımından sanatsal gözüken Gezi olayları sadece görünürde öyle. Çünkü gösterisel olmasına karşın sanatın nesnesi gibi kurgu değil. O yüzden sanatı değiştirir mi derseniz… bana göre değiştirse değiştirse sanat piyasasını değiştirir ama sanatı değil. Gezi Parkına giden sanatçıların sanatçı olarak oraya gitmelerine de oldukça sorunlu bakıyorum. Ben sanatçı olarak nasıl olurda özgürlük hakkında konuşma hakkını, sanat yaptığım için köşedeki marketin çalışanından daha fazla görebilirim kendimde, bunu anlamış değilim. Bu yüzden sanatçı kimliğiyle çalışanları değil, o kimliği bırakıp da orada çalışanları daha çok önemsiyorum.
5- Bunun talep edilmesi sorun değil de bu talebin sanatçıyım diyen insanlar tarafından sadece talep edildiği için karşılanması oldukça rahatsız edici. Sanatın hiçbir zaman bir arz talep mekanizması olmaması gerekir. Sanat normalde kimsenin ilgisini çekmeyecek ve birçok insanın talep etmeyeceği bir şey hakkında olabilir. Örneğin şu an üzerinde yazı yazdığım “masa”yı ele alabilir ya da sağ tarafımda sizin görmediğiniz ismini vermediğim bir nesne hakkında da olabilir. Bunlar sizin ilginizi çekmeyebilir ama bir bilim insanı bu nesneyi atomlardan, bir felsefeci tanımlardan, bir sanatçıda modellerden oluşturacak kadar bu şeylere merakla bakar. Halbuki masa çoğumuz için üzerinde yemek yediğimiz bir şeyden ibarettir. Yani bana göre, “masa” hakkında yapılan sempozyumlar, çalıştaylar ve sergiler sanatsal bakımdan ne kadar ilgi çekiciyse, sosyal gelişmeler de sanatsal açıdan o kadar ilgi çekici. Hatta birincisinin sanatsal açıdan daha ilgi çekici olduğunu kendi adıma rahatlıkla söyleyebilirim. Bir de belirtmem gerekir ki bahsi geçen sosyal gelişmelerin benim için sanatsal açıdan çok ilgi çekici olmaması, politik açıdan olanları önemsemediğim anlamına kesinlikle, hiçbir zaman gelmez.
6- Böyle bir eğilimden söz etmemiz mümkün. Gezi olaylarını takiben kendiliğinden oluşmuş bir refleks ile her hafta Kadıköy’de birimizin atölyesinde çoğunluğu sanatçı olan arkadaşlarımızla bir araya geliyoruz ve tartışıyoruz. Bu tartışmaların yelpazesi oldukça geniş ama genel olarak bir takım projeleri hayata geçirebilmek üzere kurulan bir tartışma platformu bu. Hantal bir kurum haline gelmiş kültür endüstrisi dinamiklerine karşı kendiliğinden oluşmuş bir platform olarak görebiliriz bunu. Çok planlı bir şey de değil aslında. Benim ilgimi çeken de bu. Bu gruptaki birçok kişi yalnızca politik bir takım sorunlardan değil aynı zaman da kendi alanlarında ki merkezi yapılanmadan da muzdarip. Aslında bu grubu kültür endüstrisindeki bir takım güç odakları kendi var etti. İyi ki de yapmış. 15 günde 3 tane milletvekiliyle görüşüp haberlerinin olmadığı bir takım kültür yasalarından kendilerini haberdar etmiş olduk. Kültür Endüstrisini bir de bizim gözümüzden anlattık onlara.
Nâzım Dikbaş
1- Gezi Direnişi, direnişe katılan milyonlarca insan için dayanışma, paylaşım, birbirini dinleme ve anlamaya çalışma, ortak düşünce ve eylem üretimi açısından çok canlandırıcı, iç tazeleyici bir deneyim oldu. Bu deneyimin, gerektiğinde her yerde her zaman uygulanabilecek bir pratik olduğu giderek daha da anlaşılan forumlarla; devlet sansüründen tamamen korunaklı bir alan olmasa da sağladığı bilgi ve görüş paylaşımı yöntemlerinin eş dost akraba arası muhabbeti besleyen bir hoşluk değil, direniş iletişimi için zaruri bir araç olduğu anlaşılan sosyal medyayla; ve geleneksel siyasetin bugüne kadar küçümsediği ve hor gördüğü, kent, ekolojik çevre ve cinsel özgürlük gibi konulardaki talepleriyle asıl dönüştürücü potansiyele ve bu potansiyeli gerçekleştirecek yönteme sahip olduğunu gösteren barışçı ve özgürlükçü sivil eylemcilikle sürdüğünü görüyorum. Siyasi parti tercihine dayalı suni ayrımların ötesine geçen daha yaygın bir bilinçlenmeye ön ayak olabilir Gezi.
2- Sanat zaten varlığını ve gerçekliğini sürdürmek istiyorsa iktidarı sorgulamak, iktidara karşı direnmek zorundadır. Gezi ile beraber günümüz sanat ortamını sıkıştıran ikili kıskaç daha görünür hale geldi. Bir yanda büyük ticari sponsorların kurumlar üzerindeki özel hakimiyeti, diğer yanda ise sanatın tüm alanlarını bir propaganda makinesi oluşturmak, reddedenleri ise terörist olarak niteleyip yok etmek amacıyla yıkmaya başlayan kamunun yani devletin ‘kültür’ politikası. Bir yanda metalaştırma, diğer yanda totaliter sansür. Kavramsallaştırma adına ayırıyorum, yoksa pekâlâ iç içe de var olabilen iktidar biçimleri bunlar. En küçük ölçekten uluslarüstü ölçeğe, özerk ve bağımsız ağlar oluşturmaya devam etmeliyiz.
3- Son tartışma ve kararlardan anladığım kadarıyla bienal kamusal alanı kullanmaktan vazgeçti. Ben yine de Gezi Direnişi, yani çok katmanlı bir toplumsal direniş ve bilinçlenme hareketi ile, iki yılda bir düzenlenen büyük ölçekli bir görsel sanat sergisi –veya başka kurum, özel galeri veya inisiyatif sergileri– arasında karşılaştırma yapmadan önce bu iki olayın veya ‘tür’ün birbirinden ne kadar farklı olduğunu tekrar düşünüp, aradaki ilişkiyi sabır ve serinkanlılıkla değerlendirerek hareket etmek gerektiğini düşünüyorum.
4- Protestoların estetiğinin sanatı etkilemesinden önce, son dönemde sanat alanında –geniş anlamıyla, sadece görsel sanatları değil, müziği, sinemayı, tiyatroyu ve sanat eğitimini de içerecek şekilde– yaptıklarımızın protestolar üzerindeki etkisinden bahsetmek istiyorum. 20’li yaşlarında bir arkadaşım bana protestoların gündeme getirdiği konularla ilgili aşağı yukarı her şeyi ilk önce güncel sanat aracılığıyla duyduğunu ve öğrendiğini, bu konulara ilgisinin güncel sanat aracılığıyla uyandığını söyledi. Gezi’de gördüğümüz estetiğin –sadece Gezi vesilesiyle üretilen sanattaki estetiğin değil, park içerisindeki örgütlenme ve paylaşım estetiğinin, forum estetiğinin, protestolar sırasında direnişçilerin davranışının ve birbirlerine verdiği desteğin estetiğinin– sanatın son dönemde vurguladığı değerlerden de beslendiğini düşünüyorum. Günümüzün sanatı ve Gezi renkli, geniş, ayrımcılığa prim vermeyen bir birliktelikte buluşuyorlar.
5- Ortadoğu’daki ‘devrim’lerin bazılarının kısa zamanda devrim olmadığı/olamayacağı anlaşıldı. Bu konuyla ilgili elbette dünyanın her yerinde akademik veya sanatsal çalışmalar düzenlenebilir, böyle bir işin ciddiyetle yapılmasının ilkeleri bellidir. Ama Avrupa’da olsun, Ortadoğu’da sayısı giderek artan sanat kurumlarında olsun, bir toplumsal uyanışı veya bir muhalif hareketi kurumsal bir programın alelacele kotarılmış vitrin ürünü haline getirme çabasına tanık olunca, bu kurumların yöneticilerinin izleyicilerinin aklına ve algısına bu kadar rahatça hakaret edebildiğini görünce bunu sanat dünyasının tamamı adına güçten düşürücü ve utanç verici buluyorum.
6- Ortak yapıt üretmek –bu bir sanat yapıtı veya sergi olabilir, veya daha geniş düşünürsek başka disiplinlerden kişilerin de katıldığı araştırma veya karşılıklı eğitim çalışmaları olabilir– çok zevkli, değerli ama bazen zor bir iş. Zen’i, Hafriyat’ı, Depo’da Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın 20. yılı için birlikte düzenlediğimiz Ateşin Düştüğü Yer sergisini ve aynı zamanda derste öğrencilerle birlikte gerçekleştirdiğimiz işleri düşündüğümde ortak çalışmanın zaten bir sanatçı için onsuz olmaz ‘hal’lerden biri olduğunu hissediyorum, aynı tek başına üretme ‘hal’i gibi. Güç odaklarının uzağına gitme meselesine gelince: iktidar sadece siyasi iktidarın simgelerini yaydığı ve kendi reklamını yaptığı yerde değildir; en muhalif olduğunu iddia eden ortamda, insanlar arası ilişkilerin yapısında ve kendimize kurduğumuz dünyanın içinde baskıcı biçimler ve önyargılar üreyebilir –ilk ve en değerli direniş bunları görme, anlama ve bunlara boyun eğmeme çabasıdır. #direngezi #HerYerTaksimHerYerDireniş #BuDahaBaşlangıçMücadeleyeDevam.
Necmi Sönmez’in www.lebriz.com’da 26 Temmuz 2013’te yayınlanan aynı başlıklı yazısı: http://www.lebriz.com/pages/lsd.aspx?lang=TR§ionID=17&articleID=1128