Sanattan en büyük serveti yapan tacir, Joseph Duveen’dir (1869-1939). Uzmanlığı, Avrupa aristokratlarına ait koleksiyonları Amerikalı para imparatorlarına satarak, onlara sahte bir soyluluk payesi kazandırmaktır. Duveen Avrupa’nın kültürel mirasının üzerine oturma hırsına kapılan tekelcileri tekeline alır. 19.yüzyıl sonunda, ABD’deki ilk müze salgınını besleyen koleksiyonların ardındaki en etkili galerici kuşkusuz odur. Kıtalararası sanat transferindeki cüreti sınır tanımaz. İtalya’dan sonra en çok İtalyan resmine sahip ABD’ne, bu resimlerin yüzde yetmiş beşi Duveen aracılığıyla girmiştir. Ucuz Alman resimleri karşılığında Hitler’in gözden düşürdüğü İtalyan sanatının birçok eserini Alman müzelerinden boşaltan Duveen’dir. Bu operasyonda safkan Ari ırkına ait bir İngiliz şirketini paravan olarak kullanır. Hermitage Müzesi’ndeki bir takım Rönesans şaheserlerinin Amerikan finans devi ve Hazine Bakanı Andrew Mellon’a transferi konusunda Sovyet hükümetiyle de işbirliğine girer. Ancak bu partiyi rakibi olan, Goupil galerilerinin New York’taki temsilcisi Knoedler’e kaptırır. Ne var ki, bu işle ilgili Mellon aleyhine açılan vergi kaçakçılığı davasındaki tanıklığı sayesinde onu bu suçtan kurtarır. Onun aslında bu eserlerle kamusal bir müze açmak amacında olduğuna mahkemeyi inandırır. Sonuçta Mellon’un vergi borçları karşılığında devlete armağan ettiği National Gallery, 1941 yılında Washington’da kamuya açılır. Bu operasyonun bütün lojistiği, entrikalarıyla rakiplerini ezen Duveen’e aittir. Kömür ve çelik kralı Henry Frick de New York’taki müzesinin kurulması sırasında ona teslim olacaktır.
Joseph Duveen, karısı ve kızıyla.
Duveen’in Avrupa’nın sanat mirasını tehdit eden girişimleri ve kullandığı karanlık yöntemler doğal olarak büyük tepkilere yol açar. Öyle ki, Almanya’nın en nadir koleksiyonlarından biri olan Hainauer koleksiyonunu Paris’e kaçırması üzerine bizzat Kaiser, Duveen ile her türlü ilişkiyi yasaklar. Londra’daki National Gallery mütevelli heyeti üyeliğini kendi çıkarları için istismar etmesi nedeniyle Başbakan Chamberlain tarafından bu görevinden uzaklaştırılır. Ama o değişik manevralarla karşısına çıkan engelleri aşmayı becerir. Örneğin müzelere gösterişli bağışlarda bulunur. Zamanın İngiliz sefiri Lord Elgin tarafından Osmanlı’dan kaçırılarak British Museum’a satılan Parthenon tapınağına ait kabartmaların sergilendiği ve kendi adıyla anılan özel bir galeri yaptırır.[1] Tate Gallery’nin Turner koleksiyonunu sergileyeceği bölümü inşa ettirir. Bu ‘cömertliği’ karşısında, Tate’in bulunduğu semtin adıyla, Millbank Lordu ilan edilir. Sir Osbort Sitwell otobiyografisinde bu bağışlara şöyle değinir: “Lord Duveen’in ülkemize sunduğu değerli armağanlar onun adına dikilmiş birer anıt gibi yükselmektedirler. Ama çok acıdır ki, bu görkemli armağanları sağlayan para, İngiliz resminin en seçkin eserlerini ABD’ye satarak kazanılmıştır. Şimdi müzelerimize ait sanat galerileri çok, ama bu galerilere koyacak resmimiz yok.”
Duveen, uluslararası ölçekteki sanat spekülatörlüğünü Londra, Paris ve New York’taki galerileri, Avrupa’lı müze yöneticileri ve diğer sanat otoriteleri arasından cömertçe ödüllendirdiği hafiyeleri, ve sanat alimi danışmanları sayesinde başarır. En gözde danışmanı, ilerde gizli ortağı gibi çalışacak, Rönesans sanatının en yetkili uzmanı kabul edilen, Harvard Üniversitesi’nden sanat tarihçisi Bernard Berenson’dur. Floransa’daki villasında adeta bir Rönesans araştırmaları merkezi kuran Berenson, büyük güven uyandıran uzmanlığı ve itibarı dolayısıyla geliştirdiği ilişkiler sayesinde, kendi alanında Avrupa’da olan-biten herşeyden haberdar olur. Sahip olduğu bilgiler ve örtülü ya da açık kurduğu ilişkiler yoluyla Duveen’in Avrupa koleksiyonlarına erişimini sağlar. Üstelik sarsılmaz otoritesiyle onlara Duveen’in biçtiği estetik ve parasal mertebeyi tasdik eder. Her zaman doğru çıkmasa da, satılacak eserlerin ait oldukları ressamı ve sahiciliklerini saptar. Duveen’le yirmi altı yıl süren işbirliği sonunda 150 milyon dolar kazanır. Hizmetleri karşılığında her yıl yapılan en az yüz bin dolarlık ödeme bu rakamın dışındadır. Duveen’den nefret ettiği ve sonunda bu ilişkiden büyük bir pişmanlık duyduğu bilinir. Anılarında ondan tek kelime bile söz etmez. Duveen’in ölümü üzerine, onun “British Museum’un en alttaki hizmetlisinden, ta Kral’a kadar ulaşan devasa bir yolsuzluk çemberinin merkezinde durduğunu” söyler.
Duveen’in ve Berenson’un değişik biyografileri yazılmıştır. Bunlarda biri müzayedeci Rafi Portakal’a ait P Kitaplığı tarafından Türkçede de yayınlanır: Antikacılığın Pîri Duveen. Bu kitaba yazdığı önsözde Portakal, hayranlık beslediği Duveen’i “bir üstat” olarak anar. Oysa Duveen’in çevresindeki her şey gibi bu kitaba dahi bir şaibe sinmiştir. Duveen-Berenson ortaklığını inceleyen Colin Simpson’a göre, yukarda anılan kitabın yazarı Sam Behrman’ın ilkin New Yorker dergisinde tefrika ettiği kitabında yer alan malzemenin büyük bölümü, ortakların her ikisinin de avukatı olan Louis Levy’e aittir. Müvekkillerini birçok badireden kurtaran Levy, Duveen ölüm döşeğindeyken Berenson’la birlikte onun şirketini ele geçirmek için bir düzen kurmuş ancak mirasçıların fark etmesi sonucu oyunu bozulmuştur. Ayrıca meslek ahlakını çiğnediği için mahkemelere katılmaktan da men edilmiştir. Bu nedenlerle gerek kendisini, gerekse müvekkillerini aklamak üzere kaleme aldığı metni, onurunu kaybettiği için kendi yayınlayamayacağından, New Yorker yazarı Behrman’a vermiştir.
Galericilik tarihinin en çok para yapan siması muhakkak ki Duveen’dir, ama en kötü şöhretlisi de odur. Her ne kadar, sattığı koleksiyonlar sonunda müzelerde kamunun önüne çıksa da, onun derdi galericiliğin şartı olan sanatın sergilenmesi değil, sanat görgüsü ve bilgisi olmayan egemenlere kendilerini teşhir edecekleri dekorlar pazarlamaktır. Modernizmi kuran estetik devrimi paylaşmak ve temsil etmek gibi bir meselesi hiç yoktur. Dolayısıyla, sanatı diğer insan etkinliklerinden ayırt eden ve sanatın akılla, doğayla, tanrıyla, toplumla, gerçeklikle sürdürdüğü mücadeleden tamamıyla habersizdir. Zaten koyu bir modernizm düşmanıdır. Tabii bu nitelikleriyle de, özellikle zamanımızdaki pazarlamaya odaklanmış pek çok sanat simsarının üstadı sayılabilir.
[1] Duveen yaptırdığı bu özel galeri sayesinde Avrupa sanatının ikonlarıyla adını birleştirdiğini sansa da, gerçekte altından kalkamayacağı yeni bir skandala yol açar. Parthenon heykelleri aslında kırmızı, mavi aşıboyası ve altın renklerine boyanmıştır; ancak, “sanat tarihinin babası” Winckelmann’ın hatası ve bu heykellerin Avrupalı beyaz ırkı temsil ettiklerine ilişkin bir inanç nedeniyle baştan beri beyaz oldukları varsayılır. Bu varsayımdan hareket eden Duveen de, tahrip edici bir takım yöntemlerle heykellerin özgün patinalarını kazıtır. Zaten müşterilerinin gözünü boyamak amacıyla, büyük ustalara ait kimi tuvalleri de hiç sakınmadan tadil ettiği için sicili bozuk olan Duveen’in bu skandalı müze yönetimini de itham altında bırakır. (St. Clair, “The Sculptures of the Parthenon, Questions of Auhenticity and Stewardship”).