Foucault'da İktidar Kavramı ve Sosyalist Bir Yönetim Sanatı

Aşağıdaki metin, Christopher Chitty’nin “Towards a Socialist Art of Government: Michel Foucault’s ‘The Mesh of Power’" başlıklı yazısının ikinci bölümünden çevrildi. İlk bölüm için bakınız: “Foucault ve Marksizm”.

 

Foucault’nun İktidar Kavramı ve Marx’la İlişkisi

Mayıs 68’in akabinde, Fransız ultra-solu toplumsal dönüşüm yolunda bir araç olarak Fransız Komünist Partisi’ni (FKP) devre dışı bırakmanın ve kökten kapsayıcı bir devrimci özne önererek klasik siyaset teorisinin devlet-sermaye rabıtasını yerinden oynatmanın yollarını aramaya koyuldu. Foucault, 1970’lerden itibaren, Bentham ve Marx’ın eserlerinden hareketle geliştirdiğini iddia ettiği pouvoir [iktidar] kavramıyla, farklı ve birbiriyle çelişen bu politik akımları yakalamaya çalışmıştır. Foucault, “iktidar” kavramıyla, biyolojik ve toplumsal bir olgu olan nüfusu ve insan bedeninin fiziksel hareketlerini yalnızca üretimin ekonomik temeli olarak değil, aynı zamanda mücadele ve etkisizleştirmenin politik zemini olarak konumlandırır. Bu bilgi türleri, bir başka deyişle genel zekâ –kolektif toplumsal ve biyolojik metabolizmaya yapılan müdahaleler; bedensel duruş, hareket ve habitusun Newtoncu bir analizi– eşi benzeri görülmemiş politik müdahale türlerinin önünü açar; daha önceleri politik iktidarın harcamakta beis görmediği insan çokluğundan bir üretim makinesi yaratan yeni toplum mühendisliği ve denetim biçimlerine imkân tanır.[1] Foucault, burada, mutlakiyetçilikten farklı modern bir siyasal alanın oluşumu üzerine kafa yorar ve bunun nasıl olup da bir yandan (ortalama yaşam süresini uzatan veya aile hayatını teşvik eden mütevazı reformlar gibi) “güvence”lerle işçi militanlığının altını oyarken, öte yandan sermaye birikimine imkân tanıdığını anlamaya çalışır. Bu düşünce, klasik siyasal iktisatçıların nüfus meselesi hakkındaki formülasyonlarını terk eden Marx’ın, aynı olguyu bu defa sınıf mücadelesi ve emek gücü biçiminde keşfettiğine işaret eder. Bu ekonomik-politik “iktidar” kavramsallaştırması, hem Foucault’nun Marx’a yeniden ve farklı bir bağlamda ilgi duymaya başladığı, hem de yeni toplumsal hareketlerin daha kapsayıcı bir devrimci özne modeli talep ettikleri bir konjonktüre denk gelse de, salt bu konjonktürle açıklanamaz.

Foucault, iktidarı yalnızca mülkiyet, mala el koyma ve mülkiyet nakli gibi kaba terimler üzerinden kavrayarak “devlet aygıtı”nı şeyleştiren burjuva düşüncesinin –ve aslında pek çok Marksistin– bu eğiliminden kaçınmak amacıyla, stratejik bir hamleyle Marx’a döner ve gerçek anlamda kapitalist bir siyasal modernliği insan nüfus ve bedenlerinin üretici bir şekilde sevk ve idare edilmesi üzerinden kavramsallaştırır. Foucault’ya göre ilki, siyasal alanın son derece antropomorfik bir kavramsallaştırmasıdır. Politik iktidar nihai olarak devlet aygıtında temsil bulan bir çıkarlar ittifakı olarak gözükür; halbuki iktidar gerçekte, herhangi bir “ana plan” ya da “mucit” olmaksızın, çok sayıda gücün koordinasyonuna, dolaşımına ve üretici bir şekilde kullanımına dayanır. Bu güçler, yönetici sınıfın mensuplarından oluşan bir merkez komite falan tarafından yönetilmez; öznel olmayan bir amaçlılık ya da soyut bir zorlantı –yani, “maksimum ekonomi” ilkesi, kendi hayatını yeniden üretebilmek için bir başkası için çalışma zorunluluğu– tarafından yönetilir, bu da siyasal alana biçimsel bir bütünlük ve anlaşılırlık kazandırır.      

Foucault’nun Marx’a dönmekteki bir diğer amacı ise, sol cenahtaki pek çok yoldaşının, iktidarı, bastırma üzerinden anlama eğilimine karşı koymaktır. Foucault’ya göre, bu anlamıyla iktidar, kapitalizme geçilen erken modern dönemin paradigmasıdır. Foucault, her iki düşünce eğiliminin de –iktidarı ya mülkiyet ya da bastırma çerçevesinde ele alan düşüncenin– son kertede, liberal toplum modelini olumladığı kanısındaydı: yani, “toplumu, birbirinden bağımsız hukuk öznelerinin sözleşmeye dayalı birliği olarak temsil eden” model. Marx adına bu tür iddialarda bulunmak, onun klasik siyasal iktisada yönelik eleştirilerini bir kenara atmak ve “gerisin geri burjuva iktidar teorisinin saflarına yazılmak” anlamına gelirdi. Foucault “İktidarın Halkaları”nda polemik bir üslupla, bu iki iktidar anlayışının “Marx’ı Rousseau’laştırdığı”nı söyler – sanki kapitalizmin toplumsal formu, özgür bireyler arasındaki sözleşmeye dayalı birlikten ibaretmiş ve gökten zembille inip insanlığın daha kusursuz doğa durumunu ilelebet feshetmiş gibi. Foucault şöyle der: “Hiç şüphe yok ki birey, ‘ideolojik’ bir toplum temsilinin kurgusal çekirdeğidir; ama aynı zamanda, ‘disiplin’ adını verdiğim özgül iktidar teknolojisi tarafından imal edilen bir gerçekliktir”.[2] 

 

 

 

Yukarıdaki pasaj insanın aklına doğrudan doğruya Marx’ın Grundrisse’nin sunuşunda kullandığı dili getiriyor.[3] Foucault burada, mübadele içindeki yalıtılmış bireylerin tarihsel özgüllüğünü kavramanın ve böylece meta ilişkilerinin ağır bastığı bir toplum biçiminin soykütüğünü çıkarmanın peşindedir. Bu dönüşüm, üretim güçlerindeki teknolojik gelişmenin kaçınılmaz bir sonucu değildir. Geçiş dönemini, Foucault’nun yine Marx’tan hareketle “disiplin” adını verdiği yeni bir politika biçiminin sonucu olarak düşünmek gerekir. Hapishanenin Doğuşu’nda, Kapital’in birinci cildinde yer alan “işbirliği” ile ilgili tartışmalara ve fabrikadaki disiplinin kökenlerini ordudaki disipline bağlayan Marx’ın bu konuda Engels’le yaptığı fikir alışverişine açıkça atıfta bulunulur. Foucault, topladığı vergilerle yaşayan haraca bağımlı bir egemen gücün, nasıl artık-değer yaratan üretici bir ekonomik güce dönüştüğünü sorar. Salt piyasa mübadelesinin değil, gerçek anlamıyla kapitalizmin kökenlerine ilişkin bu düşüncenin ve Marksist dille kurduğu özenli ilişkinin izlerine Foucault’nun bütün basılı eserlerinde rastlanır, gerçi muhtemelen hiçbirinde “İktidarın Halkaları” ya da Hapishanenin Doğuşu’ndaki kadar belirgin atıf ve imalar bulunmaz.    

Aşağıda çok basitleştirilmiş bir şekilde ortaya konan şu meseleleri ele alalım:

1.Deliliğin Tarihi’nde (1961) yoksulların ve delilerin aynı ıslahevlerine kapatılmasıyla ilgili yaptığı analiz.

2.Kelimeler ve Şeyler’de servet analizinden siyasal iktisada geçişi ele alması.

3.Hapishanenin Doğuşu’nda üretim güçlerinin gelişiminde disiplinin oynadığı önemli rolü analiz etmesi.[4]

4.Cinselliğin Tarihi’nde (1976), politik iktidarın kapsamlı ve üretici bir şekilde kullanımının maddi temelinin insan yaşamı olduğunu ileri sürmesi.  

5.Güvenlik, Toprak, Nüfus (1978) başlığıyla yayınlanan derslerinde açıktan açığa Fizyokrat düşünceyi ve feodalizmden kapitalizme geçişi analiz etmesi.

6.Ve son olarak, Biyopolitikanın Doğuşu’nda (1979) klasik siyasal iktisadın öznesinin karşısına neoliberalizmin politik öznesi meselesini çıkarması.

Bunlar, önemsiz ya da rastgele pasajlar değildir. Aksine, Foucault’nun temel tarihsel iddialarını anlamak açısından son derece önemlidirler ve her biri bizi Marx’a yönlendirir.

Müşfik okurlar, Foucault’nun dikkatli bir Marx okuru olduğunu, Marx’ın kapitalist üretim tarzına ilişkin son derece önemli tarihsel açıklamalarının hakkını veren bir akademisyen olduğunu kabul edeceklerdir. Peki ama Foucault’nun düşüncesinin Marx’ın projesine temelden bir politik ve düşünsel yakınlık sergilediğini iddia etmek; hatta daha da ileri gidip bu düşüncenin “Markist” sıfatına layık olduğunu ileri sürmek ne anlama gelir? Böylesi bir yorumun birtakım riskleri olduğu muhakkak. Bir defa, Foucault’nun sarsılmaz politik kinizmini dikkate almak gerekir. Ayrıca, hem Marx’ın hem de Foucault’nun düşüncesini yeniden inşa etmek gerekecektir ki böylesi bir çalışma, bu makalenin kapsamını aşar. Fakat, Foucault’nun yazarın işlevine ilişkin ünlü eleştirisini hesaba katarsak, bu okuma stratejisinin yukarıda sıralananlardan başka itirazlarla da karşılaşacağını anlarız. Foucault’nun düşüncesini “Marksist” olarak tanımlamak, bu iddiayla aramızda ironik bir mesafe bıraksak bile, Jacques Lacan’ın “Üniversite Söylemi” dediği şeyle iştigal etmek; yani, gerçek düşüncenin ya da hakikatin yerine özel isimlere veya bir gösteren zincirine başvurmak olmayacak mıdır?[5]   

Böyle bir hamleyi Foucault’nun kendi yazdıklarıyla meşrulaştırabiliriz. Foucault, “Yazar Nedir?” makalesinde, Marx ve Freud gibi bazı söylem kurucuların, söylenebilir olanın sınırlarını dümdüz ederek yepyeni soruşturma alanları açtığını ileri sürer. Bu yazarların düşünceleri son derece üreticidir. Bu düşünceleri farklı şekillerde uygulamaya koyma veya dönüştürme girişimleri bir “yeniden etkinleştirme” niteliği taşır çünkü sonuçta filozof yalnızca eski meselelerin üzerindeki örümcek ağlarını temizleyebilmek için yeni bir zaman ruhundan faydalanıyordur.[6] Bu iddialar, Sartre’ın Diyalektik Aklın Eleştiri’sinin sunuşunda dile getirdiği, Marx’ın düşüncemizin aşılamaz ufkunu teşkil ettiği yolundaki argümanına oldukça yakındır.

Ben de burada, Foucault’nun tam da Marx’ı yeniden etkinleştirmek niyetiyle tarihsel iktidar analizine giriştiğini; hükmü kalmamış bir belgeyi ezberden nakletmek ya da daha kapsamlı ve eleştirel bir yeniden inşa çalışması yapmak gibi bir amacı olmadığını iddia ediyorum.  Bu tür bir yaklaşımın verimli olup olmayacağına, Foucault’nun külliyatına bakılarak karar verilebilir. Sonuçta, Marx’ı bir kalemde siler gibi görünen yorumlarında bile bir şaka payı olabileceğini kabul etmemiz gerek. Böyle bir olasılığı kabul etmek, Marksist olduklarını iddia edip Foucault’yu yanlış anlayan ya da baştan reddedenlerin zokayı yutmuş olabileceği anlamına gelir. Bu tavırlarıyla, ustalarının söylemindeki çok temel bir noktayı kaçırmış olduklarını gösteriyor olabilirler.

Foucault, Marx’ı yerinden ettiği gibi bir yanılsama içinde değildi elbette ama kendini pekâlâ Marx’ın projesinin mirasçısı olarak düşünmüş olabilir. Aşağıda, 1978’de Japon bir Marksistle yaptığı bir söyleşiden uzunca bir pasajı yorumsuz olarak aktarıyorum:

 

Marksizm’i, şu ya da bu şekilde Marx’ın sözlerine bağlanan iktidar görünümü biçimlerinin toplamı olarak kabul edersek, o zaman 20. yüzyılın ikinci yarısında yaşayan biri en azından bunların her birini sistemli biçimde inceleyebilmelidir. Bugün bile pasifçe, kâh küçümseyerek, kâh korkuyla ya da merakla, bu iktidara boyun eğiyoruz; oysa yapmamız gereken kendimizi onun boyunduruğundan kurtarmak. Marx’la ilişkimizde tam anlamıyla özgür olduğumuza inanmalı ve bu inançla sistematik bir incelemeye girişmeliyiz. Marksizm karşısında özgür olmak, kaynağa geri dönüp Marx’ın aslında ne demek istediğini göstermeye çalışmak veya sözlerini en katışıksız haliyle kavrayıp bu sözlere tek geçerli kanun muamelesi yapmak değildir elbette. Hele hele, Althusserci bir yöntemle peygamberimiz Marx’ın öğretilerinin nasıl da çarpıtıldığını ortaya koymak hiç değildir. Bu biçimsel meselelerin bir önemi yok. Buna mukabil, Marx’ın kendi sözlerine bağlanan iktidar görünümü biçimlerinin işlevsel bütünlüğünü yeniden doğrulamanın kayda değer bir uğraş olduğu kanısındayım.[7]   

 

Politik Meseleler

“İktidarın Halkaları”nda üç önemli mesele gündeme getiriliyor. Bunlardan ilki, Foucault’nun, iktidar teorisini kısmen de olsa Kapital’in ikinci cildinden hareketle geliştirdiğine yönelik şaşırtıcı iddiasıyla ilgili. İkincisi, kendisi aksini iddia etse de, Foucault’nun birbirinden ayrı tarihsel analizlerine tematik bir bütünlük kazandıran “nüfus meselesi”yle ilgili. Nüfus konusu, feodalizmden kapitalizme geçiş meselesini yeniden ele almamızı, ve buradan hareketle de çağımızda kapitalizmden bir başka üretim tarzına olası bir geçişi değerlendirmemizi sağlıyor. Üçüncü mesele ise, konferansın sonunda kadın bir dinleyiciden gelen bir soruya Foucault’nun verdiği yanıtla ilişkili. Bu yanıt, Foucault’nun içinde bulunduğu tarihsel konjonktür ve alımlanma biçimi üzerine düşünmemizi sağlıyor.    

 

 

 

1. Kapital meselesi: Marx’ın sermayenin genişletilmiş yeniden üretimiyle ilgili teorisi önemlidir çünkü bu teoriyle birbirinden kopuk toplumsal süreçlerin birliğini ortaya koymaya çalışır. Piyasa toplumu anarşik özellikler sergilese de toplumsal üretim biçiminin kendi içinde bir tutarlılığı, bir bütünlüğü vardır. Marx, emek-gücü kavramı sayesinde klasik iktisadın çıkmazlarına düşmekten kurtulmuştu. Piyasada dolaşımda olan emeğin kendisi değildir; emek potansiyelidir –la force de travail, Arbeitskraft. Kuvvet, gizilgüç, güç olarak emeğin, tekil kullanımlarından bağımsız olarak, soyut eşdeğerlik gereğince mübadele edilebilmesinin sebebi, piyasanın ona somut bir asgari değer biçmesidir: insan hayatı olarak emeği yeniden üretebilmek için gereken emek. “Canlı emek” tabiri de işte buradan gelir.

Bu iki kavram arasındaki ayrımı korumak gerekse de, Foucault’nun bir düşünce kategorisi olarak “iktidar”ı serimleme yöntemi ile Marx’ın genişletilmiş yeniden üretim teorisinde “sermaye” kategorisini serimlemesi arasında bir benzerlik olduğu söylenebilir. Tıpkı üretim araçlarına, altyapıya ve yapılı çevreye “sermaye” yatırıldığı gibi, canlı emeğe de “sermaye” yatırılır. Bu şebeke ya da departmanlardan herhangi birinin yokluğunda “sermaye” metalarda billurlaşan değeri hayata geçiremez. Kapitalizmi rantiyecilikten farklı kılan; “mutlak” ve “nispi” artık-değer üretimini tarihsel ve kategorik olarak birbirinden ayıran bu ikili harekettir. Sermayenin dönem dönem, ölümcül de olabilecek krizlere girme eğilimin altında yine bu ikili hareket yatar.

Foucault’ya göre “iktidar”, iktidar ve direnişin birliğinden oluşur. İnsan nüfuslarının hayatını idame ettiren ve teminat altına alan “iktidar” olduğu gibi, bir fabrikanın örgütlenmesine, bir hapishane planına ya da şehir sokaklarının ızgara plana göre düzenlenmesine de “iktidar” yatırılır. Foucault, insan beden ve nüfuslarının üretici bir şekilde örgütlenmesinin bir teknoloji olduğunu söyler; bu teknoloji, üretim tarzı içinde, kusursuzca işlemesini sağladığı makineler kadar önemli yer tutar. Foucault, “iktidar”ın kökenlerinin üretim alanında ve erken modern dönemde meydana gelen birtakım askerî yeniliklerde yattığını tespit eder; ama temsilî siyasal iktidar teorilerine alternatif olarak ortaya attığı bu kavrama, üretim alanının dışında bir politik önem atfeder. Dolayısıyla, Foucault’nun tarifiyle “iktidar”ın tesis ettiği ayrımlar sınıf ayrımlarına indirgenemez. Foucault, 1978 derslerinde, siyasal “güvenlik” teknolojilerinin, kabul edilebilir risk düzeyini belirlemek için “asli” ve “asli olmayan” nüfus kesimleri arasında ayrım yaptığını ileri sürer. Bu iddiaya göre, tahıl sıkıntısının önüne geçmek için hayata geçirilen Fizyokrat reformların amacı açlığı ortadan kaldırmak değildir. Bilakis, bunlar, kıtlığı birbirinden yalıtılmış nüfus adacıkları arasında paylaştırmaya ve böylece politik istikrarı tehdit edebilecek kitlesel açlık ve kıtlık ihtimalinin önünü almaya yönelik girişimlerdir. Foucault’nun üzerinde durduğu siyasal dönüşümler (toplum sağlığı, konut sorunu, salgın hastalık, sigorta, kitlesel göç ve refaha ilişkin dönüşümler), ancak Marx’ın zamanında gündeme gelen siyasal reformların ve kendini dayatan zorunlulukların bir sonucu olarak 19. yüzyılın epey geç bir döneminde gerçekleşmiştir.  

2. Nüfus meselesi: Soybilimin, birbirinden tamamıyla farklı konjonktürleri yan yana getirebilme özelliği, feodalizmden kapitalizme geçiş hakkında şimdiki âna da ışık tutacak bir düşünce geliştirmemizi sağlar. Diğer tarih çalışmaları bunu yapamaz. Foucault’nun nüfus meselesini kuramlaştırması, iktidar üzerine daha önceden geliştirdiği tezleri de gözden geçirmesine olanak sağladı. “Güvenlik” kavramı aracılığıyla Foucault bir kez daha siyasal iktisada yöneldi, ve kapitalist üretim tarzına geçişin ayrılmaz parçası olarak gördüğü “disiplin”e ilişkin daha özenli bir dönemleştirme önerdi. Disiplin, daha ilmî yönetim sanatlarının hizmetine girmişti artık. Foucault, modernliğe geçişteki epistemik ve siyasal kopuşu, Fizyokratların düşüncesine ve bu düşüncenin Fransız mutlak monarşisinde oynadığı role bağlar ve şu sorunu ortaya atar: Fransız mutlak monarşisine özgü sınıf ilişkileri, Avrupa’nın bu bölgesinde 19. yüzyıla kadar kapitalizme topyekûn geçişi engellemiştir; ama büyük ölçüde geri kalmış ve kalabalık bir nüfusa sahip bu bölgede, daha 18. yüzyılda, tarımsal üretime ilişkin tam anlamıyla modern denebilecek bir iktisat teorisi ortaya çıkmıştır; bunun nedeni, doğrudan doğruya hükümranın iktidarını tehdit eden ve şaşırtıcı biçimde kutuplaşmış bir politik alanın doğmasına sebep olan bir dizi demografik krizin yaşanmış olmasıdır. Ne var ki, bu yeni ekonomik yönetim sanatı “idari monarşinin formları içinde kapalı kalmıştır”[8]. Foucault, servet analizinden siyasal iktisada, tabiat tarihinden biyolojiye, genel dilbilgisinden filolojiye geçilmesinde, nüfusun, (tam anlamıyla bütünleşmiş olmasa bile) bütünselleştirici bir pratik alanı sunduğunu düşünür.[9]

Foucault’nun bu yeni iktidar örgütlenmesine “güvenlik” adını vermesinin sebebi, kanımca savaş sonrası döneme özgü bir gelişmeye tanıklık etmesini sağlayan bir tarihsel anda yaşamış olmasıdır. Savaş sonrasında ABD’de konut kredisine yönelik artan talep, 1970’lerde ipotek fonunun yapılandırılması ihtiyacını doğurdu: borcun menkul değere dönüştürülmesi [securitization of debt]. Bu tür gelişmeler üzerine Foucault, neoliberalizmin ütopyacı programının “bir üst-piyasa toplumu değil, girişim toplumu” öngördüğü hipotezini ileri sürdü. Kapitalist gelişimin bu yeni evresini (yani,  içinde yaşadığımız geç kapitalist dönemi başlatan evreyi), politik tehdidin ve piyasa riskinin idaresinde yaşanan bir dönüşüm üzerinden anlamlandırdı.[10] Foucault’ya göre, son tahlilde, neoliberalizm laissez faire [bırakınız yapsınlar] pratiğinin etkinleştirilmesi olarak düşünülemez, çünkü “rekabet mekanizmalarının her an ve her noktada toplumda düzenleyici bir rol oynayabilmesi için [devletin] topluma müdahalesi şarttır; ancak bu müdahale sayesinde hedeflenen amaca ulaşılabilir, ... toplumun baştan aşağıya piyasa tarafından düzenlenmesi [sağlanabilir].”[11]    

Neoliberalizmin doğuşu hakkındaki hâkim anlatılar, 1970’lerdeki krizi finansallaşma, sanayisizleşme ve sınıf iktidarının konsolidasyonu gibi gelişmeler üzerinden açıklar; peki Foucault’nun teorisi, bize bu açıklamaların gösteremediği neyi gösterir? Foucault, tartışmaya yer bırakmayacak bir kesinlikle şu beyanda bulunur: “Neoliberalizm Adam Smith değildir. Neoliberalizm piyasa toplumu değildir. Neoliberalizm sinsice ilerleyen, kapitalizm ölçeğinde Gulag değildir.”[12] Marksist gelenekten gelenleri bu yeni yönetimsel iktidar biçiminin önemini kavramaktan alıkoyan şey, Kapital’in birinci cildinde tartışılan “meta fetişizmi” ile üçüncü ciltte üzerinde durulan “kâr oranının düşme eğilimi”ydi. Foucault, Biyopolitikanın Doğuşu’nda Frankfurt Okulu’na ilişkin bir analiz yapar – bugün biyoiktidarın kasvetli gizemleri hakkında ahkâm kesen teorisyenleri eleştirmek için kullanılabilecek bir analiz. Buna göre, Marx’ın, 20. yüzyıl Almanya’sında sermayenin çelişkili mantığıyla ilgili ortaya koyduğu sorunsal, Max Weber’in etkisiyle yerinden edilmiştir.[13] Nazizm’in, sürgün deneyiminin ve İkinci Dünya Savaşı’yla dizginlerinden boşanan tahribatın akabinde gündeme gelen “kapitalist toplumun akıldışı akılsallığı” meselesi, hem Marksist Frankfurt Okulu mensuplarını hem de Freiburg Okulu’ndan ordoliberalleri kapitalizmin akıldışı aşırılıklarını eleştirmeye sevk etmiştir. Bu arada iki okulun mensupları da, kapitalizmin, kendi iç çelişkilerinin ve krizlerinin arasından dolanarak emin adımlarla ilerleme eğilimini analiz etmeyi ihmal etmişlerdir. Foucault bu noktada şöyle bir sonuca varır: Her iki okul için de Nazizm, politik ve epistemolojik açıdan geri dönmek zorunda kaldıkları bir yolu, “hedeflerine varabilmek için tanımlayıp aşmak zorunda oldukları bir düşman toprağını” temsil eder.[14] Bunun politik sonucu ise şu olmuştur: “1968’de Frankfurt Okulu’nun son müritleri, Freiburg Okulu’nun öğretilerinden ilham alan bir hükümetin polisiyle çatıştılar ve böylece bu iki okul kendilerini barikatların farklı taraflarında buldu.”[15] Neoliberalizm ve taraftarları bu tarihî çatışmadan –Berkeley, Paris ve Frankfurt’taki barikat ve işgallerden– galip çıktı.

Foucault’ya göre reel sosyalizm, mevcut yönetim sanatlarının aşırı büyümüş bir rasyonalizasyonunu temsil ediyordu. Oldukça sağlam ekonomik ve tarihsel paradigmalar sunabilmiş; buna mukabil, “yönetim faaliyetinin kapsam, tarz ve hedeflerine ilişkin makul ve hesaplanabilir bir ölçüt” ortaya koyamamıştı. Kendine özgü bir yönetim sanatı geliştiremeyen sosyalizm, vermek zorunda olduğu tarihsel mücadelelerin de etkisiyle, bir yanda “iç tehlikelere karşı bir düzeltici ve yatıştırıcı” olarak liberalizme; öte yanda ise, Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi, polis devleti biçimini alan büyük bir idari aygıta bağlanmak zorunda kaldı.[16]    

 

 

 

3. Histerik söylem meselesi: Foucault, histerik söyleme karşıydı. Basitleştirici olduğunu; gericiler, demagoglar ve ırkçılar tarafından kullanıldığını ve önemli tarihsel meseleleri kararttığını söylüyordu. Kendi düşüncesinin karikatürüyle karşılaşan Foucault, çareyi Marx’a başvurmakta bulmuştu. “İktidarın Halkaları”, 1976’da girdiği entelektüel krizin ardından Foucault’nun izlediği düşünsel güzergâhın somut bir örneğini teşkil eder. Gerici bir dönemde Marx’a dönmek, devrimci çalkantıların yaşandığı bir dönemde ona dönmekten çok daha önemliydi. 

Tıpkı 19. yüzyılın sonlarına doğru Engels’in yaptığı gibi, Foucault da son yıllarını erken Hıristiyan hareketler ve özgür aşk pratikleri üzerine düşünerek geçirdi.[17] New York, San Francisco ve Montréal’deki hamamların kapatılacağına ilişkin lakırdılar edilmeye başlayınca, Foucault, histerik bir tepki veren ana-akım gay hareketlerin aksine ilkeli bir duruş benimsedi. 1982 yılında Le Gai Pied’e verdiği bir röportajda, gay hamamlarının kapatılmasına karşı çıkmak için ortaya bir “heteronormatiflik” teorisi atma gereği duymadı. Yapılması gereken şey, polis gücünün kapsamının bu şekilde genişletilmesine ilke olarak karşı koymaktı:  

 

Uzlaşmaz olmak gerekiyor. Hoşgörü ile hoşgörüsüzlük arasında bir ara yol bulamayız; hoşgörüden yana olmaya mecburuz. Derdimiz, zalim ile zulme uğrayan arasında bir denge tutturmak değil. Hedefimiz, galibiyet yolunda gıdım gıdım ilerlemek olamaz. İnzibat ile cinsel haz arasındaki ilişkiye dönecek olursak, bu mevzuda sonuna kadar gidip ilkeli pozisyonlar almak gerekiyor.[18]  

 

Sosyalist Bir Yönetim Sanatı

Foucault, gayet haklı olarak, neoliberalizmin “ütopik rüyasının” bir “girişim toplumu” inşa etmek olduğunu; insan hayatına ve barındırdığı risklere gelir akışı muamelesi yapan bir toplum kurmak olduğunu düşünüyordu. Bu toplum, mülkiyeti teşvik eder ve teknokratik efendilere açıktan kafa tutabilecek bir sınıfın oluşmasını engellemek için asgari düzeyde bir sosyal güvenlik ağı temin eder. Bu tarz yumuşak dokunuşların işlemediği noktada ise kolluk kuvvetlerine başvurulur. Foucault, bu politik ekonomik sistemin ideolojik temelini “tehlike kültürü” olarak tanımlar – sistemin ürettiği risklerin ahlakçı bir söyleme mazeret sunduğu karanlık bir cazibe. 24 saatlik haber döngüsünün ve Andy Warhol’un “süperstar”larının dünyasıdır bu. Şimdilerde bu ütopik rüyanın kendi olabilirlik koşullarını tüketmesine tanıklık ediyoruz: 1970’lerin sınıf mücadelelerinin yenilgiye uğraması ve Batı’da yaşanan sanayisizleşme, gelişmiş kapitalist devletlere içkin bir nüfus sorununun ortaya çıkmasına sebep oldu; gelişmekte olan ülkelerdeki insan fazlası sorunuyla kıyaslanabilecek bir sorun.[19] Occupy hareketinin politik ufku budur ve bu hareketin Tunus ve Mısır olaylarıyla dayanışma içinde olduğunu iddia etmesi salt kibir olarak görülemez. Sol, bir kez daha taktiksel bir dar boğaza girmiş durumda; en mütevazı sosyal güvenlik ağlarını –kamu üniversiteleri, refah, emekli maaşları­ gibi– neoliberalizmin şok tedavilerine karşı savunmak zorunda bırakıldı.

Sermayenin temel çelişkilerinden biri olan nüfus sorunsalına dönen Foucault, içinde bulunduğumuz politik uğrağa ışık tutuyor. İnsan hayatı üretim tarzı için lüzumsuz hale geldiğinde iktidara ne olur? Foucault’nun 1970’lerin deneyiminden çıkardığı ders, bu ve benzeri soruların cevabının ancak bir mücadele sonucunda verilebileceğini yolundadır. Fakat, mücadele tek başına neoliberalizme meydan okumaya yetmeyecek. Yeni bir yönetim sanatına ihtiyacımız var. Foucault’nun 1979 derslerinden çıkan sonuç, tarihsel materyalist geleneğe yönelik bir meydan okumadır: “Sosyalizmde metnin bu derece önemli olması, sosyalist bir yönetim sanatının yokluğundan kaynaklanıyor ve bu yoksunluğun önemiyle doğru bir orantı içeriyor.”[20] Ardından şunu sorar Foucault: “Sosyalizme en uygun yönetimsellik hangisidir? Sosyalizme uygun bir yönetimsellik var mıdır? Gerçek anlamda, içrek ve özerk biçimde sosyalist olan bir yönetimsellik mümkün müdür?”[21]  Sosyalizmin tarihinde ya da metinlerinde sosyalist bir yönetim sanatına rastlanabileceğinden şüphe eden Foucault, bu soruyu şöyle cevaplar: “ [...] eğer sosyalizme özgü bir yönetimsellik varsa, bu, sosyalizmin ve sosyalizm metinlerinin içinde saklı değil. Bu sosyalizmden çıkarılamaz. İcat edilmesi gerekir.”[22]  

 

 



[1] Foucault, “iktidarın  mikrofiziği” ve “politik anatomi” kavramlarını bile Marx’tan hareketle geliştirmiş gibidir: “Bu [ekonomik biçimlerin] analizini yapmak, dikkatsiz gözlemciye, küçük ayrıntılarla uğraşmak gibi gözükebilir. Küçük ayrıntılarla uğraşıldığı doğrudur; fakat bunlar mikroskobik anatomide üzerinde durulanlarla aynı türden ayrıntılardır.” Capital, cilt 1, s. 90.  

[2] Michel Foucault, Discipline and Punish (New York: Vintage, 1977), s. 194.

[3] Bakınız: “Smith ve Ricardo, hâlâ 18. Yüzyıl peygamberlerinin omuzları üzerinde yükseliyor ve idealleştirdikleri on sekizinci yüzyıl bireyinin –bir yanda, feodal toplum biçimlerinin çözülüşünün, öte yanda, on altıncı yüzyıldan bu yana gelişmekte olan yeni üretim güçlerinin ürünü olan bir birey– varlığını geçmişe yansıtıyorlardı. [Bu bireyi] tarihsel bir sonuç olarak değil, tarihin çıkış noktası olarak konumlandırıyorlardı. Akıllarındaki insan doğası mefhumuna uygun olan bu Doğal Birey tarihsel süreçlerin sonucu değil, doğal bir olguydu. Steuart’ın böylesi bir akıl noksanlığı sergilememesinin sebebi bir aristokrat olarak, 18. Yüzyıldaki genel durumun aksine, bazı açılardan daha sağlam bir tarihsel zemine ayak basmasıdır.”; Karl Marx, Grundrisse, çev. Martin Nicolaus (New York: Penguin, 1973), s. 83-84. 

[4] Marx’la kıyaslayın: “Öte yandan, alışageldikleri yaşam tarzından birdenbire kopartılan bu insanlar, yeni durumlarının gerektirdiği disipline aynı hızla ayak uyduramadılar. Bunlar, bazen eğilimleri gereği, ama çoğu zaman da koşulların baskısıyla, kitleler halinde dilenci, hırsız ve serseri haline geldiler. Böylece, 15. yüzyılın sonu ile 16. yüzyıl boyunca bütün Batı Avrupa’da serseriliğe karşı sert yasalar uygulamaya kondu. Bugünkü işçi sınıfının ataları, zorla serseri ve dilenci haline getirilmiş olmalarından ötürü cezalandırılıyorlardı. Yasama, bu insanlara “gönüllü” suçlu muamelesi yapıyor ve artık var olmayan eski koşullar altındaki gibi çalışmıyor olmalarının tamamıyla kendilerine bağlı bir durum olduğunu varsayıyordu.”; Capital, cilt 1, s. 896. [Türkçesi: Kapital, cilt 1, çev. Alaattin Bilgi (Eriş Yayınları, 2003) s. 630-31. (çeviri kısmen değiştirildi)]. 

[5] Foucault, “Qu’est ce qu’un auteur?”, Dits et écrits I, s. 848. Lacan bu seminerin katılımcılarından biriydi ve Foucault’nun yazarın işlevine ilişkin eleştirisine ve Marx ve Freud’u kurucu olarak konumlandırılmasına katıldığını ifade etmişti.

[6] Foucault, “Qu’est ce qu’un auteur?”, s. 833.

[7] Foucault, “Méthodologie pour la connaissance du monde”, Dits et écrits II, s. 611-612.

[8] Foucault, Security, Territory, Population (New York: Macmillan, 2007), s. 101-103. [Türkçesi: Güvenlik, Toprak, Nüfus, çev. Ferhat Taylan (İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları 2013), s. 91.] 

[9] Foucault, Security, Territory, Population, s. 79 [Türkçesi: Güvenlik, Toprak, Nüfus, s. 75].

[10] Foucault, Birth of Biopolitics (New York: Macmillan, 2008), s. 146-150. [Türkçesi: Biyopolitikanın Doğuşu, çev. Alican Tayla (İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2015), s. 129-131]. Foucault, burada neoliberalizmi şu terimlerle açıklar: “Weber, Sombart ve Schumpeter’ın politik, kültürel ve ekonomik tarihini yazmaya çalıştıkları iktisadi teşebbüsün toplumsal etiği”. Konut mülkiyetinin, küçük çiftliklerin, zanaatkârlığın, küçük çaplı işletmelerin ve topluluk halinde yaşama ethos’unun teşvik edildiğinden bahseder: “girişimin  çoğalmasına ve farklılaşmasına” odaklanmış bir toplum (çeviri değiştirildi).

[11] Biyopolitikanın Doğuşu, s. 126 (çeviri değiştirildi) – ç.n.

[12] A.g.e., s. 110 (çeviri değiştirildi) – ç.n.

[13] “Bu iki akım da [ordoliberal Freiburg Okulu ile Frankfurt Okulu] 20. yüzyıl başında Almanya’da oldukça ağır basan ve bir anlamda ‘Weberizm’ adını verebileceğimiz politik-akademik sorunsaldan yola çıkmıştı. Bu akımlara başlangıç noktası teşkil eden Max Weber, kabaca özetlemek gerekirse 20. yüzyılın başında Marx’ın ortaya koyduğu sorunsalı yerinden oynatmış oldu. Marx’ın kısaca sermayenin çelişkili mantığını incelediği, onu tanımlamaya çalıştığı yerde, Weber’in sosyolojik, ekonomik ve politik düşünceye getirisi, sermayenin çelişkili mantığı değil, kapitalist toplumun akıldışı akılsallığı sorunuydu”: Biyopolitikanın Doğuşu, s. 92 – ç.n.

[14] Biyopolitikanın Doğuşu, s. 93 (çeviri değiştirildi) – ç.n.

[15] A. g. e., s. 92-93 (çeviri değiştirildi) – ç.n.

[16] A. g. e., s. 81-82 (çeviri kısmen değiştirildi) – ç.n.

[17] “İlginçtir ki, her devrimci hareketle beraber ‘özgür aşk’ meselesi de gündeme gelir. Bir grup insan bunu, artık ihtiyaç duyulmayan geleneksel prangalarımızdan bizi kurtaran devrimci bir ilerleme olarak görürken, diğerleri, kadınlar ile erkekler arasında her tür özgür ve gevşek ilişkiyi kapsayan memnuniyet verici bir doktrin olarak kabul ederler. Bunlardan ikincisi, yani daha kültürsüz olanlar, kısa sürede galebe çalmış gibi gözüküyor çünkü “zina” her zaman “idollere kurban edilen şeylerin” yenmesiyle ilişkilendirilegelmiştir. Bu Yahudilik ve Hıristiyanlıkta katî surette yasaklanmış olan bir şey olsa zaman zaman bundan geri durmak tehlikeli, ya da en azından nahoş olabilir. Bundan da açıkça anlaşılabildiği gibi burada bahsedilen özgür aşıklar genellikle herkesle iyi geçinmeye meyilliydiler ve katiyen şehitlere uygun değildiler”.  Engels, The Book of Revelation, 1883. Bkz. Tristam Hunt, Marx’s General: The Revolutionary Life of Fredrich Engels (New York: Metropolitan, 2009), s. 340.

[18] Foucault, “Non aux compromis”, Dits et écrits II, s. 1155-1156.

[19] Mike Davis, Planet of Slums (New York: Verso, 2007).

[20] Biyopolitika’nın Doğuşu, s. 82 –ç.n.

[21] A.g.e., s. 82 – ç.n.

[22] Biyopolitika’nın Doğuşu, s. 82 – ç.n.

Michel Foucault