Türkiye’nin ilk modern sanat müzesi, sanıldığı gibi İstanbul Modern değil, İstanbul’da 1937 yılında açılan Resim ve Heykel Müzesi’dir. Türkiye’nin tarihini (salt sanat tarihini değil, tüm tarihini) 1980 yılında sıfırlama projesi, özel bir girişim olan İstanbul Modern’in kamusal bir müze gibi kabul edilmesine yol açmıştır. Buna, Cumhuriyet’in ilk dönemlerine yönelik eleştirinin günümüzde pek makbul görülmesi hususu da eklendiğinde, Cumhuriyet’in modernleşme sembollerinden biri olan Resim ve Heykel Müzesi’nin yerden yere vurulması kaçınılmaz hale gelmiştir. Yakın zamanda müzenin kurulduğu yerden, Veliaht Dairesi’nden apar topar çıkarılmasına hiç kimse sesini çıkarmamış, her fırsatta sanata ‘sahip’ çıkan hayırsever sermayeler ve bu sayede güçlerine güç katan artokratlar koskoca bir sessizliği tercih etmişlerdir. Resim ve Heykel Müzesi’ni hatırlamak ve hatırlatmak belli bir grubun sözcülüğünü yapmakla eş tutulmaktadır. Fakat söz konusu sessizlik, aslında çok daha basit bir nedene dayanmaktadır; bu sessizlik öncelikle sanatın yeni düzenini işleten çarkların yağlanması için gereklidir. Kamusallığın önemini hatırlatan bir müze hoş karşılanacak değildir artık... Günün birinde o paha biçilmez koleksiyonun da piyasaya sürülmesi gerekebilir. Ne de olsa, piyasa nadir ve tarihe mal olmuş olanı ele geçirmek ister...
Elbette Resim ve Heykel Müzesi devletin desteğiyle (hatta Atatürk’ün verdiği emirle) kurulmuştur. Tıpkı Batı’da, ulus-devletleşme sürecinde kurulan bütün kamusal müzeler gibi... Demokrasi ve özgürlükle özdeşleştirilen Fransız Devrimi sayesinde kamuya açılan Louvre Müzesi bile, halkın talebiyle değil, yönetimde olan burjuva sınıfının kararıyla, aristokrasinin alt edilişinin göstergesi olarak kurulur. Bu nedenle, kamusallaştığında bile, uzun bir dönem sadece sanatın değerini bilen Academie Des Beaux Arts sanatçılarına açıktır. O dönem gazeteleri, müzeye sadece belirli günler girebilen “avam tabakası”nın sanattan anlamadıkları ve müzede nasıl davranacaklarını bilmedikleriyle ilgili yazı ve karikatürlerle doludur.
Honore Daumier, "The Egyptians weren't good looking!", 1867.
Londra’daki British Museum da kurulduktan ancak yıllar sonra, o da işçi sınıfının boş zamanlarını içki içerek, fuhuş yaparak geçirmesini önlemek amacıyla halka açılır. Hatta bu karardan, ‘müzegezer’ler ve müze personeli o kadar rahatsız olur ki, karar protesto bile edilir. Burada da müze, devletin halkı denetlemesinin aracıdır.[1] Pierre Bourdieu de sanat müzelerinin sınıf ayrımını meşrulaştıran ve güçlendiren mekânlar olduklarını boşuna savunmamıştır... Bu elitist ve topluma dönük müze tartışması halen sürmektedir. Kısacası, Resim ve Heykel Müzesi, Türkiye’ye özgü bir ideolojiyi göstermekten çok, modern ulus devletlere özgü bir müzeolojinin modelidir.
Atatürk ve manevi kızı Ülkü, İstanbul Resim ve Heykel Müzesi açılışında
Aslında, Güzel Sanatlar Akademisi’ne bağlı olarak açılan Resim Heykel Müzesi, ilk yıllarında bile hiç de sanıldığı kadar destek görmemiştir. Arşivde, müzenin ilk müdürü olan Halil Dikmen’in devletten 1937 yılındaki ilk talepleri şöyle sıralanır: “1) Üstü firmalı resmî kağıt 2) Daktilo makinesi 3) Resmî mühür 4) İki adet yazıhane 5) İstampa 6) Gelen ve giden tahriratı kayıt etmek için resmî bir defter 7) Demirbaş defteri 8) Dosya 9) Kağıt sepeti 10) Dosya koymak için raflı bir dolap 11) Kitap koymak için bir iki küçük etajer 12) Üç ampul.”[2]
İlk modern sanat müzemizin ne derece teşekküllü kurulduğunu bu alçakgönüllü liste pek güzel ortaya koymaktadır. Bu müzeyi müze haline getiren, aslında ilk müdürü Halil Dikmen’dir. D grubu üyesi, Paris’te eğitim görmüş, karizmatik ve girişimci bu küratör; müzede, modern bir kamusal sanat müzesinde olması gerektiği gibi etkin ve dinamik bir ortamın kurulmasını daha ilk yıllarında sağlar. Bizzat Atatürk tarafından atanmış olan Halil Dikmen, Nurullah Berk’in sözlerine bakılacak olursa doğru bir seçimdir:
“Halil’i o müdürlük sırasında görmeyen, onun kimseninkine benzemeyen titizliğini, kılı kırk yararcasına ödevine sarılışını anlayamaz. Her sabah gardiyanlardan bile önce müzeye gelir, yukarı çıkar, bütün salonları bir bir gezerdi. Eğrilmiş tabloları düzeltir, hizalardı. Koridorlarda sessiz sessiz dolaşır, en önemsiz unutkanlığın, bir ihmalin, bir toz birikintisinin, aralık kalmış bir pencerenin, bir kibrit çöpünün, iyi kapanmamış bir kapının, tetikte bir gözün bile takılamayacağı kadar görünmez bir aksaklığın peşinde idi ”[3]
İşte Halil Dikmen’in, artık neredeyse küçümseyici bir anlamda kullanılan ‘kamuya hizmet’ ve ‘koruma’ bilinci, Resim ve Heykel Müzesi’nin ilk koleksiyonunun, sergisinin ve izleyicisinin ortaya çıkmasını sağlar. Aynı zamanda neyzen olan Halil Dikmen’in geniş çevresi sayesinde ressamlar, şairler, yazarlar, gazeteciler, müzisyenler Beşiktaş’tan geçerken müzeye “şöyle bir uğrayıverir”ler. Halil Dikmen bu misafirlerini kendine has hitaplarla, “mirim, sultanım, canım, efendim” diye karşılar; müze çalışanı Ali Efendi’yi çağırıp “Şu ihvan-ı-ba-sefaya birer demli çay yap bakalım” der.[4] O kadar ki, müze entelektüellerin lokali halini alır; dönemin entelektüelleri orada müzik icra eder, şiir okur, sohbet eder, tartışırlar. İkinci Dünya Savaşı nedeniyle kapanana kadar dinamizmini sürdüren ve daha sonra açıldığında bu canlılığı yeniden yakalamakta güçlük çeken Resim ve Heykel Müzesi’nde oluşan bu geleneği, 1960’larda Maya Sanat Galerisi üstlenecektir.
Halil Dikmen, yukarda sayılan girişimlerle de yetinmez, müzeyi Akademi’nin eğitimine eklemler. Öğrencileriyle sabah saatlerinde atölye çalışmasını Akademi’de yapar, öğleden sonrasını ise, yine öğrencileriyle birlikte müzede geçirir. Öğrencilerine resim kopya ettirir, ney çalar, gelen giden arkadaşlarıyla sohbet ettirir, tartışmalar açar. Eğitimi, üniversite dışına taşan bir deneyim olarak görür ve böyle tasarlar. Daha sonraları Dikmen’in izinden giden pek çok Akademi hocası da benzer bir yol izler.[5] Müze, deneyim sahibi entelektüellerin ve gençlerin birbirleriyle buluştukları, birbirlerinden beslendikleri bir mekân halini alır.
Resim ve Heykel Müzesi’nin canlılığı ziyaretçilerine de yansır. Müzenin, ilk yıllarında her gün üç yüz ila dört yüz arasında ziyaretçisi vardır. Bu sayıya 500-600 kişilik gruplar halinde gelen öğrenciler dahil değildir. Diyebiliriz ki Halil Dikmen, elitist olmak şöyle dursun, tam tersine, herkesi kapsayan bir müze tasavvur etmiş; modern sanatla yeni tanışmakta olan genç nesle ulaşmanın yollarını aramıştır. Zira, Akademi’ye yazdığı bir yazıda, “Taşkınlık ve terbiyesizlikte ileri giden bir kısım talebe öğretmenlerinin ihtarına hiç kulak asmadan çıplak heykellerin göğüs ve bacaklarını şehvet sedaları ile okşayıp kepaze bir gülümseme ile sair mahallerini tetkik ederken diğer bir kısmı da ıslık çalıp ayak oyunları yaparak müzeyi dolaşmaktadır” der; modern sanattan bihaber olan bu nesle sadece sanatı göstermenin yetmeyeceğini anlatır, iyi bir eğitim için bir müze rehberleri sistemi kurulmasını önerir.[6]
Kısacası, Halil Dikmen, gözünün nuru gibi baktığı koleksiyonun ve müzenin, belli bir kesimin çıkarlarına değil, şimdilerde tamamen unutulmuş olan kamuya hizmet etmesi gerektiğini düşünen bir küratördür. Resim ve Heykel Müzesi, Batı’daki pek çok kamusal müze gibi, aslında bir kültür politikasının uzantısı olarak kurulmuş olmasına rağmen, Halil Dikmen’in ve Akademi’nin insiyatifleriyle, pek çok farklı kesimi bir araya getiren ve diyalog kurmalarına vesile olan, eşine az rastlanır bir lokal halini alır. Böylesine kapsayıcı ve herkese açık kültür kurumlarına, Batı bile ancak 1980 sonrasında, sanatın finansallaşması sonucu birer halkla ilişkiler platformu olarak tasarlanan sanat merkezlerinde sahip olacaktır. Elbette Resim ve Heykel Müzesi’ndekinden çok farklı amaçlarla...
[1] Bennett, T., The Birth of the Museum, (London: Routledge, 1995).
[2] İstanbul Resim ve Heykel Müzesi arşivi, 1937 tarihli belge, no: 3.
[3] Berk, N., “Halil Dikmen”, Akademi Dergisi, (Haziran 1965, sayı no: 3-4).
[5] Erbil, D., Özel Görüşme, 2007.
[6] İstanbul Resim ve Heykel Müzesi Arşivi, 1938, no: 67.