Park fikrinin kökeninde cennet yatar; bahçecilik sanatı, dünyevi neşenin mekânlarını yaratır. Parklar bir çağın ideallerini yansıtır, mesela burjuva devrimleri zamanında aydınlanmış hümanizmi yansıtan İngiliz peyzaj parkları gibi. İster Elhamra olsun, ister Berkeley’deki Halk Parkı veya Bomarzo Bahçesi, Lunapark ya da Disneyworld’deki Geleceğin Deneysel Toplumu: Parklar, çalışmanın olmadığı, gündelik hayatın rutininden uzak, mutlu bir hayat vaat eder. Örneğin St. Pauli gibi, Batı Almanya’nın en yoksul nüfusunun yaşadığı bir semtte bu vaadin peşinden gitmek, yıkıcı bir talepte bulunmak demektir, zira hâkim sınıf bu yoksul insanlara tam da mahrumiyet içinde geçen bir hayatı kabullenmeyi, beklentilerini düşük tutup kemer sıkmaya alışmaları gerektiğini öğretmek ister. Onun için bir park talep etmek, bu politikalara karşı çıkmanın en doğru adımlarından biridir.
Henri Lefebvre, Kentsel Devrim (1972; Sel 2013) kitabında, sanayi toplumundan kent toplumuna geçiş aşamasına damgasını vuran bir kriz durumundan söz eder. Ve bu krizden çıkıp yeni bir kent biçimine götürecek kaçış hatlarını gösterir.
Lefebvre kenti üç düzeye böler, bunlar coğrafi düzeyler değildir, bir hiyerarşiye işaret ederler: En üstte, en soyut düzey, G düzeyi yer alır; bu, kurumsal iktidarın, devletin düzeyidir. İkinci sırada, M düzeyi, sokaklar, meydanlar, kilise veya okul gibi kamu binaları vs. bulunur. En alt düzeyde ise, özel alan, P düzeyi vardır: yani, mesken. Bu üçüncü düzeyi önemsiz görmek çok sık düşülen bir yanlıştır. Oysa değişimin ve devrimin başlayacağı yer, tam da burasıdır.
Lefebvre, insanın ancak bir şair olarak yaşayabileceğini söyleyen Hölderlin’in bu sözlerini yorumlar. İnsanın dünyayla, “doğa”yla ilişkisi, arzularıyla ve bedenselliğiyle ilişkisi, yaşadığı mekânda kendini gösterir; bu ilişkinin kendini gerçekleştirdiği ve okunur kıldığı yer orasıdır. Onun için insanın kendine inşa ettiği veya içinde yaşadığı evde, gündelik hayatın dışına, gündelik hayatın ötesine, yani olanaklara ve hayallere işaret eden bir şeyleri bulundurmaması imkânsızdır.
1970’lerin sonunda, Avrupa’nın büyük kentlerinin çoğunda, devrimci değişim arzusunu ifade eden ve meskeni hareket noktası olarak alan beklenmedik bir hareket doğdu ve hızla yayıldı: işgal hareketi.
St. Pauli, Hafenstrasse’de bir işgal evi
O dönemde emlak spekülasyonu yüzünden boş evlerin sayısı artmıştı. Binalar boştu, kent bir spekülasyon nesnesine dönmüştü. Tam bu sırada, mesken hakkı tüm gücüyle ifade kazandı: Farklı bir yaşam sürme arzusuyla, sadece Berlin’de 200’den fazla bina işgal edildi, el koyma süreçleri başladı, büyük komün evleri kuruldu, kreşler açıldı, evler değişen ihtiyaçlara göre yeniden boyandı ve tadil edildi. Hafenstrasse’deki çatışmaların en şiddetlendiği dönemde tüm bölgeye barikatlar kuruldu; Hafenstrasse Radyosu gün boyu yayın yapıyordu; bütün kent, binaların boşaltılması halinde ülkede iç savaş çıkacağından korkuyordu. Bunlar, endüstriyel bir hamlenin sonucu değildi, ortada sanayileşmeye tepki veren bir toplumsal hareket yoktu; bu sürecin altında, yaşam koşullarını ve yaşayacağı mekânı kendi belirleme arzusu yatıyordu.
“Rebellion on P Level” [1995-96] başlıklı yazıdan alınmıştır, Art and Social Change içinde, ed. Will Bradley ve Charles Esche (Tate Publishing 2007), s. 282-289. İngilizceye çeviren: Karl Hoffmann.