Milyarderler 2020’de kârlarını iyice katladı. Jeff Bezos’un kişisel serveti 113 milyar dolardan 184 milyar dolara yükseldi. Elon Musk ise, 27 milyar dolardan 185 milyar dolara çıkan servetiyle Bezos’u gölgede bıraktı. Big Tech şirketlerini yöneten burjuvazi için hayat çok güzel.
Şirketlerin iç pazarlarda artan hâkimiyeti pek çok eleştirel analize konu olsa da, bilhassa Amerikan imparatorluğunun sözü geçer entelektüelleri, bu şirketlerin küresel etki alanına pek değinmiyorlar. Oysa, işleyişlere ve rakamlara bakıldığında görüleceği üzere, Big Tech şirketleri sadece kapsamları bakımından küresel olmakla kalmıyor, esasen kolonyal mahiyet taşıyorlar ve ABD’nin egemenliğindeler. Bunun adı “dijital kolonyalizm”.
Klasik anlamıyla kolonyalizm, geçmiş yüzyıllarda ne denli hâkim ve yaygınsa, bugünün dünyasında da dijital kolonyalizm, bilhassa Küresel Güney için, o denli hâkim ve kuşatıcı bir tehdit oluşturuyor. Derinleşen eşitsizlik, devlet-şirket gözetimi ve gelişmiş güvenlik teknolojileri ve askerî teknolojilerin artması bu yeni dünya düzeninin sonuçlarından sadece birkaçı. Kimilerine yeni gibi gelen bu durum, onyıllardır küresel statükonun değişmez bir parçası. Buna karşı güçlü bir hareket örgütlenmediği sürece durum daha da vahimleşecek.
Dijital Kolonyalizm Nedir?
Dijital kolonyalizm, dijital teknolojinin bir ulus ya da ülke üzerinde siyasi, ekonomik ve toplumsal hâkimiyet kurmak amacıyla kullanılması demektir. Klasik anlamıyla kolonyalizmde, Avrupa, yabancı ülkelerdeki toprakları gasp edip oralarda yerleşimler oluşturdu; askerî üsler, limanlar ve demiryolları gibi altyapılar kurdu; kıyılarına ekonomik nüfuz ve işgal amaçlı gambotlar yerleştirdi; ağır sanayi kurup ucuza hammadde elde etmek için faydalandı; güvenlik güçleri için panoptik yapılar dikti; o topraklardan en ileri düzeyde ekonomik fayda sağlamak için işin ehli mühendisleri çalıştırdı (örneğin madenlerin çıkarılması için kimyagerlere başvurdu); üretim süreçlerinde söz konusu bölgelerin yerel bilgi birikimini hiçe saydı; işlenmiş mal üretimi için bu topraklardan elde ettiği hammaddeleri kendi ülkesine taşıdı; işlenmiş ucuz mallarla Küresel Güney pazarlarının altını oydu; Küresel Güney’deki halk ve ulusları dünyadaki bu eşitsiz işbölümüne mahkum edip, kâr ve yağma odaklı bir ticari, diplomatik ve askerî hâkimiyet geliştirdi. Bir başka deyişle, klasik kolonyalizm toprak ve altyapı üzerinde temellük ve kontrole; emek, bilgi ve bunlarla elde edilen ürünün gaspına ve devlet gücüne dayanıyordu.
Bu işleyiş yüzyıllar içinde evrildi, ona dahil edilen yeni teknolojilerle gelişti. 19. yüzyılın sonlarında, Britanya İmparatorluğu’nun kullandığı telgraf iletişimi, deniz altına döşenen kablolarla sağlanıyordu. Amerikan askerî istihbaratının yararlandığı bilgi kayıt, arşivleme ve düzenleme sistemlerindeki yenilikler ilk kez Filipinler’e yapılan müdahaleyle test edildi.
Bugün, Eduardo Galeano’nun sözünü ettiği Küresel Güney’in “kesik damarları”, okyanuslardan geçen ve çoğunluğu ABD temelli bir avuç şirketin kontrolünde olan teknolojik ekosistemin “dijital damarları”dır. Bu okyanus-aşırı fiber kabloların bir kısmı, Google ve Facebook gibi şirketlerin, veri toplamayı ve veri tekelleşmesini daha da geliştirmek için aldığı ya da kiraladığı hatlarla donatılmıştır. Bugünün ağır iş makinaları; büyük verileri depolamak ve biraraya getirip işlemek üzere kullanılan, Amazon ve Microsoft’un egemenliğindeki bulut sunucu çiftlikleridir ve tıpkı Amerikan askerî üsleri gibi hızla çoğalıyorlar. İşin ehli mühendislerse, 250 bin dolar ve üzeri dolgun maaşlarla çalışan kurumsal ve seçkin programcılar ordusudur. Emeği sömürülenlerse Kongo ve Latin Amerika’daki madenlerde çalışan siyahiler, Çin ve Afrika’da yapay zekâların veri açıklamalarını hazırlayan ucuz emek orduları ve sosyal medya platformlarını rahatsız edici içeriklerden arındırma işini yapan ve bu sebeple travma sonrası stres bozukluğu yaşayan Asyalı çalışanlardır. ABD Ulusal Güvenlik Ajansı gibi platformlar ve gözetim merkezleri birer panoptikon, veriler ise yapay zekâ temelli hizmetler için işlenen hammaddedir.
Kongo’nun kobalt madenlerinde, oksijensizlik, kaya kayması veya benzeri sebeplerle ölüm riski altında çalışan çocuk işçiler. Kongo, dünya kobalt ihtiyacının yüzde 70’ini tedarik ediyor.
Dijital Kolonyalizmin Mimarisi
Dijital kolonyalizm, dijital dünyanın “malzeme”sini oluşturan bilgisayar araçları –yani yazılım, donanım ve ağ bağlantısı– üzerinde hâkimiyet kurulmasına dayanır. Dijital kolonyalizm; emek sömürüsünden, kamu politikalarının şirket çıkarlarının güdümüne girmesine ve ekonomik planlamaya, yönetici sınıf hegemonyasından propagandaya kadar, kapitalizmin ve otoriter yönetimin alışılageldik araçlarıyla bütünleşmiş haldedir.
İlk önce yazılım konusuna bakalım. Programcılar tarafından başta bedava ve yaygın biçimde paylaşılan kodların, süreç içinde giderek özelleştirilip telif hakkına tabi kılındığını görüyoruz. 1970’ler ve 80’lerde ABD Kongresi yazılımlarla ilgili telif haklarını sıkılaştırmaya başladı. Kongre’nin bu tavrına karşılık “Özgür ve Açık Kaynak Kodlu Yazılım” (FOSS) diye bilinen ve kullanıcılara yazılımları kullanma, işleme, değiştirme ve paylaşma hakkı veren bir karşı hareket gelişti. Bu hareket, kurumsal denetim ve kâr amaçsız bir “dijital müşterekler” ortamı yaratması dolayısıyla Küresel Güney’deki ülkeler için faydalı oldu. Ancak bu Özgür Yazılım hareketinin Güney’de yaygınlaşması, şirketlerin itirazını da beraberinde getirdi. Microsoft, patentli yazılımını kullanmaktan vazgeçmesi nedeniyle Peru devlet yetkililerine tepeden bakan bir itirazda bulunurken, Afrika’daki hükümetlerin de bakanlıklarda ve okullarda GNU/Linux’un açık kaynak kodlu işletim sistemlerini kullanmalarını engellemeye çalıştı.
Öte yandan, yazılımın özelleşmesi, interneti hızlı biçimde, Facebook ve Google gibi aracı hizmet sağlayıcıların elinde bir güce dönüştürdü. En önemlisi de, bulut hizmetlerine yönelim, açık kaynak lisansların kullanıcılara sağladığı özgürlükleri geçersiz kıldı, çünkü yazılım Big Tech şirketlerinin bilgisayarlarında kullanılabiliyor.
Bulut hizmetleri, yapay zekâ sistemlerinin işleyişi için verilere ihtiyaç duyan şirketlere petabaytlarca bilgi tedarik ediyor. Zira yapay zekâ, “öğrenmek” için Büyük Veri’yi kullanıyor. Örneğin bir “A” harfini farklı fontlar ve formlar hâlinde tanımlamak için milyonlarca görsele gereksinim duyuyor. Bu durumu insana uyarlarsak, insanların özel hayatının hassas detayları, teknoloji devlerinin durmaksızın elde etmeye uğraştığı, fevkalade değerli bir kaynak hâline geliyor.
Güneyde, halkın çoğunluğu veri koruması kısıtlı olan düşük kalite telefon ya da akıllı telefonlara mecbur kalmış durumda. Sonuç olarak da, Facebook ve benzeri platformlar milyonlarca insan için “internet” deneyiminin karşılığı ve onlar hakkındaki veriler de yabancı şirketlerce kullanılıyor.
Büyük Veri’nin “geribildirim sonuçları”yla da durum daha da vahim bir hâl alıyor: Kim daha çok sayıda ve daha iyi nitelikte veriye sahipse, en iyi yapay zekâ hizmetini o sağlıyor; bu hizmetler ona daha fazla kullanıcı kazandırıyor; kullanıcılar da daha iyi hizmetin koşulu olarak ona daha fazla veri sunuyor ve zincir böyle devam ediyor. Tıpkı klasik anlamdaki kolonyalizmde olduğu gibi, emperyalist güçler, hammaddeleri olan veriyi bir çırpıda ele geçiriyor; onu işleyip dünya çapında bir hizmete dönüştürüyor ve bu yolla egemenliğini perçinlerken diğerlerini de kendine tabi kılıyor.
Cecilia Rikap, Capitalism, Power and Innovation: Intellectual Monopoly Capitalism Uncovered adlı yeni kitabında, Amerikan teknoloji devlerinin piyasadaki güçlerini fikrî mülkiyet tekelleri üzerinden nasıl kurduğunu, alt şirketlerin oluşturduğu karmaşık bir meta zinciri üzerinden nasıl rant sağladığını ve emek sömürdüğünü açıklıyor. Bu tekeller, onların küresel değer zincirleri planlamak ve düzenlemek için gerekli “insan” ve “deneyim” kaynaklarını toplamalarını sağladığı gibi, bilgiyi özelleştirmelerini, kolektif veriyi ve kamuoyu araştırma sonuçlarını elde etmelerini de sağlıyor. Örneğin Apple, akıllı telefonlar için yaptığı IP ve marka çalışmasından rant sağlıyor ve üretimini bir meta zinciri temelinde kuruyor. Tayvan menşeli Foxconn bünyesindeki üretim tesislerindeki telefon montajcıları gibi alt kademe üreticiler, telefon bataryaları için Kongo’dan çıkarılan madenler ve işlemciler için gerekli çip üreticileri, tamamen Apple’ın talepleri ve arzuları doğrultusunda çalışıyorlar.
Başka deyişle, teknoloji devleri, iş ilişkilerini bu meta zinciri üzerinden kurguluyor ve onların bilgisinden, sermaye birikiminden ve temel işlevsel bileşenlere hâkimiyetinden faydalanıyorlar. Bu da fiyat kırmalarını ya da kitlesel düzeyde üretim yapan görece büyük çaplı ikincil şirketleri saf dışı etmelerini sağlıyor. Üniversiteler de bu suça iştirak ediyorlar. Emperyalist ülkelerin en prestijli okulları, akademik üretim ortamının hâkim aktörleri konumundayken, çevre yahut yarı-çevre ülkelerde kalan okullar en çok sömürülenler oluyor. Çünkü araştırma ve geliştirme için gerekli fonlardan, buluşlarının patentlerini almayı sağlayacak bilgi ve beceriden, buluşları birilerince temellük edildiğinde bununla mücadele edecek kaynaklardan yoksunlar.
Eğitimin Sömürgeleştirilmesi
Dijital kolonizasyonun eğitim sektöründe nasıl cereyan ettiğine ilişkin bir örnek vereyim. Güney Afrika’da eğitim teknolojisi üzerine yaptığım doktora çalışmamda da detaylarıyla ele aldığım gibi, Microsoft, Google, Pearson, IBM ve diğer teknoloji devleri Küresel Güney’de eğitim sistemleri üzerinde etkin bir güç sergiliyor. Microsoft için bu yeni bir durum değil. Daha önce de bahsi geçtiği üzere, Microsoft, Afrika hükümetlerine, okullar da dahil olmak üzere Free Software yerine Microsoft Windows’u kullanması yönünde baskı yapmaya kalkışmıştı.
Microsoft’un, Güney Afrika’da, eğitim sisteminde Microsoft yazılımlarının nasıl kullanılacağı konusunda öğretmenleri eğiten bir eğitmen ordusu var. Aynı zamanda, Venda Üniversitesi gibi yükseköğretim kurumlarına Windows tabletler ve Microsoft yazılımları da sağladı; hayli reklamını yaptığı bir ortaklıktı bu. Şirket yakın zamanda, cep telefonu sağlayıcısı (çoğunluk hissesi çokuluslu İngiliz şirketi Vodafone’a ait olan) Vodacom ile de, Güney Afrikalı öğrencilere dijital eğitim vermek üzere işbirliği gerçekleştirdi.
Microsoft, mevcut resmî dokuz eğitim biriminin en az beşiyle sözleşme yapmış bir şirket olarak Güney Afrika’daki bir numaralı tedarikçiyken, Google da bu pazarda pay kazanmayı hedefliyor. Güney Afrikalı genç bir şirket olan CloudEd ile yaptığı işbirliğiyle, yerel bir bakanlıkla ilk Google sözleşmesini imzalamak da bu hedeflerden biri .
Michael ve Susan Dell Vakfı da, yerel hükümetlere sunduğu Veri Güdümlü Bölge (DDD) ile bu ortaklığa dahil oldu. DDD yazılımı, öğretmen ve öğrencilerin notlar, katılım ve “sosyal meseleler” dahil dijital izleri ve görüntülerinden oluşan verileri toplamak üzere tasarlandı. Okullar toplanan veriyi gerçek zamanlı değil haftalık olarak yüklerken, burada nihai amaç, bürokratik işleyiş ve “uzun dönemli veri analizi” (aynı kişi grubu hakkında zaman içinde toplanan verilerin analizi) için öğrencilerin davranış ve performanslarının gerçek zamanlı olarak görüntülenmesini sağlamaktır.
Ayrıca, Güney Afrika hükümeti Temel Eğitim Birimi (DBE) Bulutunu, gerektiğinde müdahaleci ve teknokratik bir gözetim için de kullanılabilecek şekilde geliştirmektedir. Microsoft, DBE’ye “kullanıcının yaşam döngüsü” için veri toplama önerisiyle gitti, bu yaşam döngüsü ki Microsoft Office 365 hesaplarını kullananlar için okuldan başlayıp yetişkinliğe dek devam edecek bir süreci kapsıyor ve hükümete de, eğitim ile istihdam arasındaki ilişki gibi konular üzerinde uzun dönemli analizler yürütebilme imkânını veriyordu.
Big Tech şirketlerinin dijital kolonyalizmi, eğitim sistemleri aracılığıyla Güney’de hızla yayılıyor. Okullar, bu şirketlerin dijital piyasalardaki kontrol gücünü artırmalarını sağlayan önemli alanlar. Güneyin yoksulları, genelde onlara bedava aletler temin eden hükümetlere veya şirketlere bağımlı durumda, dolayısıyla onların hangi yazılımı kullanacaklarını belirleyen de onlar. Teknolojiye eski model telefonlardan başka yolla erişimi olmayan çocuklara sunulan aletlere önden Big Tech yazılımlarını yüklemektense, pazar payını ele geçirmek daha iyi bir yol değil mi? Bunun, geleceğin yazılım geliştiricilerine sahip olmak gibi bir faydası da mevcut, çünkü bu insanlar, yıllar boyunca belli yazılımları kullandıktan ve onların arayüz ve özelliklerine alıştıktan sonra, Free Software temelli ücretsiz çözümlerdense Google ya da Microsoft’u tercih edeceklerdir.
Emek Sömürüsü
Dijital kolonyalizmin yüzlerinden biri de, Küresel Güney ülkelerinin, dijital teknolojiler için hayati olan maddeleri tedarik edecek uzmanlaşmamış emek gücünün ağır sömürüsü. Dünyada arabalar, akıllı telefonlar ve bilgisayarlarda kullanılan bataryaların üretimindeki ana madde olan kobaltın %70’inden fazlasının Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nden sağlandığı uzun süredir bildiğimiz bir gerçek. Kongo’daki on dört aile, kobalt maden endüstrisinde çocuk işçi çalıştırma suçlamasıyla Apple, Tesla, Alphabet, Dell ve Microsoft hakkında dava açtı. Mineral madenciliği genel olarak çalışanların sağlığı ve yaşam alanları üzerinde olumsuz etkilere sebep oluyor. Lityum söz konusu olduğunda ise, en büyük rezervler Şili, Arjantin, Bolivya ve Avustralya’da bulunuyor. Latin Amerika ülkelerindeki işçilerin ücretleri ise, hele ki maruz kaldıkları çalışma koşulları düşünüldüğünde, refah ülkelerinin standartlarının açık ara altında.
Ayrıca Güney ülkeleri, teknoloji devleri için verimli bir ucuz emek kaynağı anlamına da geliyor. Buna yapay zekâ veri setleri için veri açıklamaları oluşturanlar, çağrı merkezi çalışanları ve Facebook gibi sosyal medya devlerinin içerik moderatörleri de dahil. Sosyal medya bildirimlerindeki, şiddet ve cinsel içerikliler başta olmak üzere rahatsız edici içerikleri ayıklayan içerik moderatörleri genellikle psikolojik rahatsızlıklardan mustarip.
Politik İktidar ve Şiddetin Araçları
Amerikan teknoloji devlerinin ekonomik gücü, politik ve sosyal alanlardaki etkileriyle başa baş gidiyor. Diğer endüstrilerde olduğu gibi, teknoloji şirketlerinin yönetimleriyle ABD hükümeti arasındaki trafik çok hareketli; teknoloji şirketleri ve iş ortaklıkları, kendi özel çıkarlarını ve genel olarak dijital kapitalizmi önceleyen politikalar hakkında yetkililerle ciddi mesai harcıyor.
Hükümetler ve emniyet teşkilatları kirli işlerini görmek için art arda teknoloji devleriyle ortaklıklar gerçekleştiriyorlar. 2013’te, Edward Snowden açıkça Microsoft, Yahoo, Google, Facebook, PalTalk, YouTube, Skype, AOL ve Apple’ın, tüm bilgileri PRISM programı aracılığıyla Ulusal Güvenlik Ajansı’yla paylaştıklarını ortaya koydu. İfşalar bununla da kalmadı ve şirketlerce depolanan ve internet ortamına aktarılan verilerin, devletlerce kullanılmak üzere hükümet veritabanlarına eklendiğini de öğrendik. Orta Doğu’dan Afrika ve Latin Amerika’ya dek tüm Güney ülkeleri de, Ulusal Güvenlik Ajansı’nın gözetim hedefindeydi.
Polis teşkilatı ve ordu da teknoloji şirketleriyle ortak çalışıyor, bu şirketler gözetim amaçlı ürün ve hizmetlerinin, Güney’deki ülkeler dahil, tedarikçileri olarak kasalarının dolmasından memnunlar. Örneğin, Microsoft, pek bilinmeyen Kamusal Güvenlik ve Adalet Paylaşımı programı sayesinde “kolluk kuvvetleri” gözetim sistemleri satıcılarıyla kapsamlı bir ortaklık, bir nevi ekosistem kurdu ve bu satıcılar teknoloji hizmetlerini artık Microsoft bulut altyapısı üzerinden veriyorlar. Buna Brezilya ve Singapur’daki polis teşkilatının satın aldığı, tüm şehri gören “Microsoft Aware” isimli komuta-kontrol gözetim platformu ve Güney Afrika’da Cape Town ve Durban’da dolaşan, yüz tanıma özellikli kameralarla donatılmış polis araçları da dahil.
Microsoft, hapishane endüstrisinin de temel bir bileşeni. Sunduğu çeşitli hapishane yazılım çözümleri, çocuk “failler”den önduruşma ve gözaltılara, tutukevi ve cezaevlerinden cezaevi kaçaklarına ve şartlı tahliyeyle salınanlara varıncaya dek tüm ıslah düzenini kapsıyor. Ayrıca Afrika’da, Cezaevi Yönetim Yazılımı (PMS) isimli, “firar tespiti” ve mahkûm analizlerini de kapsayan bir platform hizmeti sunan Netopia Solutions isimli bir şirketle ortaklığı da bulunuyor.
Egemen güçler yüzyıllardır, güvenliği sağlamak ve başta yabancı topluluklar olmak üzere yurttaşlarını kontrol etmek amacıyla teknolojiye başvurdular. Buna ilişkin, Sir Francis Galton’ın Hindistan ve Güney Afrika’daki parmak izi uygulamasına dayalı öncü çalışmasından tutun da, Amerika’nın Filipinler’de asayiş sağlamak amaçlı kullanılan ilk modern gözetim aracı olan, idari istatistikler ve veri yönetiminde kullanılan biyometri ile teknolojinin birleşiminden oluşan sisteme dek pek çok örnek verilebilir. Tarihçi Alfred McCoy’un da gösterdiği gibi, Filipinler’de uygulanan gözetim teknolojileri aslen bir deney özelliği taşıyordu, nitekim daha sonrasında bu teknolojiler ülkedeki muhaliflere karşı kullanılmak üzere ABD’ye getirildi. Microsoft ve ortaklarının yüksek teknolojili gözetim projeleri, Afrikalıların hâlâ ıslah deneylerinin yapıldığı bir laboratuvar işlevi gördüğüne işaret ediyor.
Michael Kwet’in Digital colonialism: the evolution of American empire başlıklı yazısından kısaltılarak çevrildi.