Daniel Buren, Observatory of Light, 2016.
Daniel Buren’in Louis Vuitton Vakfı’nda sergilenen, bağlamı dışında her tür içerikten yoksun, saydam ve neşeli cephesi Observatory of Light, bir zamanlar radikal olan kavramsal sanatçıların “doğru yolu bulup” havalı tasarımcı-dekoratörlere dönüştüğünün bir başka göstergesi. Buren, Frank Gehry’nin Jardin d’Acclimatation’da bulunan, kıvrımlı camlarla kaplı havalı binasının hem içine hem de dışına göze hoş gelen rengârenk yüzeyler monte etmiş. Her tür vitray pencerede olacağı gibi, bu yüzeyleri ve yaydıkları renkli ışığı, günün ve yılın zamanına ve ışık miktarına bağlı olarak farklı algılıyoruz. Bir zamanlar düzen karşıtı olmasıyla bilinen kurumsal eleştiri ise, sonuçta ortaya çıkan, herhangi bir eleştirellikten yoksun ışık gösterisinin bigâne etiketi konumunda.
Buren, belirli bir nesnenin ya da göstergenin, fiziksel ve kavramsal sınırları kat ederken geçirdiği dönüşümleri “incelemesiyle” tanınıyor. Gençliğinde, sanatın, müze-galeri sistemi üzerinden sunulmasına karşı çıkan, görselliğiyle ve mekân kullanımıyla cesur bir kavramsal sanatçı olarak değerlendiriliyordu. 1960’larda, Fransa’daki Mayıs 1968 öğrenci hareketlerinden esinlenen yapıbozumcu felsefelerle yakınlık geliştirdi. Benjamin Buchloh, 1982 tarihli makalesi “Allegorical Procedures”da Buren’e tarihteki yerini kazandıranın, ideolojik kurumların maddi koşullarını açığa çıkarması olduğunu söyler. Buren, Guggenheim Müzesi’nin atriyumunu ikiye bölecek ve mekânın mimarisini anlaşılmaz hale sokacak şekilde tavan penceresinden aşağıya sarkıtılan10 metre genişliğinde, 20 metre uzunluğunda bir şeritli afişten oluşan Peinture-Sculpture’ı yaptığında, Buchloh’un bahsettiği hacklenmiş mekân yaklaşımının bir örneğini sergiliyordu. Dan Flavin ve Donald Judd’un, Peinture-Sculpture’ın kendi eserlerinin görünmesini engellediğinden şikâyet etmeleri üzerine Guggenheim Buren’in heykelini kaldırmıştı. Buren, 1973’te New York’ta açılan ilk kişisel sergisinde, John Webers Gallerisi’nin bir ucundan ötekine, oradan da West Broadway caddesinin karşısındaki bir binaya uzanıp sonra da galeri binasına dönen bir kablonun üzerine 19 tane siyah-beyaz şeritli branda asmıştı.
Observatory of Light başlıklı eserinde ise, Gehry’nin, dalgaları aşan bir gemi misali Bois de Bouogne’nin tepesinde yükselen camdan binasının 3.600 parçasına maske giydiriyor. Şimdi gemi, aralara beyaz şeritli levhaların serpiştirildiği, dama tahtasını andıran yarı saydam renkli jellerle kaplanmış durumda.
Buren’in geçici yerleştirmeleri, sözümona, kurumsal dil ve bağlama yapılan göndermeleri vurgulayarak bakış yerine çerçeveye öncelik veriyor. Amaç kurumsallaşmayı “sorgulamak”. Peki ama, günümüzün şaha kalkmış sanat dünyasında, bir zamanlar verili bir mekâna ya da bağlama eleştirel olarak dikkat çekmek için kullanılan bu baş döndürücü şeritli jest bolluğunun kurumsallığını “sorgulamaya” sıra gelecek mi hiç? Bu jest günümüzde hâlâ kışkırtıcı ve merak uyandırıcı sanat sınıfına sokulabilir mi? Hâlâ, utanıp sıkılmadan, bir tür “radikal” eleştirelliğin izdüşümü olduğunu iddia edebilir mi?
Daniel Buren, White Acrylic Painting on White and Anthracite Gray Striped Cloth, 1966.
Buren külliyatını belirli bir “görsel aracın” –8,7 santimetre genişliğindeki beyaz ve renkli dikey şeritler– titiz kullanımı üzerine kurdu. Bu araç etkisini en iyi, yerde duran tesirli, zarif ve minimal resimlerde gösteriyor. Tuval üzerinde boy gösterdiğinde ise bir yanıyla Duchamp’ın hazır-nesnelerini anımsatıyor. Tuval üzerindeki renkli şeritler göze hoş gözükseler de şimdiye kadar Buren’in “resimleri”nden tutkuyla bahseden tek bir kişiye rastlamadım. Buren’in en önemli mirası, ev sahibi sanat alanı tarafından sağlanan mekâna (bağlama) göre tasarlanmış yerine-özel [in situ] sanat eserleri gibi gözüküyor. Şimdilerde ihtilaflara sebep olan marjinal bir figürden ziyade Fransız sanat kurumunun has elemanlarından biri olan Buren’in burada yaptığı gibi renklendirmek suretiyle mekânları dönüştürmeye yönelmesi sonucunda ortaya “herkesin” “bayılması” “gereken” latif projeler çıkıyor.
Buren, 1966 ve 1967’de, Olivier Mosset, Michel Parmentier ve Niele Toronti’yle birlikte, motiflerin sistematik tekrarı üzerinden resmi temel fiziksel ve görsel öğelerine indirgemeyi hedefleyen BMPT adlı bir sanat grubu kurdu. Daha sonraları, lüks eşarp üretimi de dahil olmak üzere çeşitli projelerde Hermès’le işbirliği yaptı. Yeni burjuvazinin neredeyse tamamının bohem hipsterlardan oluştuğu bir çağda belki de bu Hermès bağlantısı çok şaşırtıcı değildir. Ama ben yine de, sanatçının eserlerine ilişkin açıklamalarda bol keseden “radikal” kelimesi kullanılırken bunun çelişkili bir girişim olduğunu düşünüyorum. Nasıl olur da halihazırda bir lüks marka için çalışan, kült mertebesine yükselmiş, başlı başına sanat-tarihsel bir kurum haline gelmiş bir kavramsal sanatçı hâlâ sanat kurumlarını eleştirme iddiasında olabilir?
Bazıları, bu soruya cevaben, sanatın tümden eğlenceye ve yatırım yapılacak kinik metalara dönüştüğünü; bundan fazlasını beklemenin ya da daha iyisi için mücadele etmenin düpedüz ahmaklık olduğunu söyleyebilir. Peter Bürger, Avangard Kuramı adlı kitabında, tarihsel avangard hareketlerle birlikte toplumsal bir alt-sistem olarak sanatın, ironik bir özeleştiri ve yenilgi evresine girdiğini anlatır. Buren’in, 1970 tarihli denemesi “Müzenin İşlevi”nde ifade ettiği gibi, müzenin, sergilediği her şeye derin ve silinmez bir şekilde çerçevesini dayattığı, çünkü “müzede sergilenen [...] her şey[in] sadece ve sadece o müze çerçevesine girmek için tasarlanıp üretildiği”[1] çoktan malumdu. Duchamp’ın pisuarından çıkarılacak ders temelde budur. 1971 tarihli denemesi, “Atölyenin İşlevi”nde ise, “sanat sistemine ilişkin olarak yöneltilen her soru[nun], kaçınılmaz olarak” “dumura uğratıcı sanat alışkanlıkları olarak”[2] hem atölyenin hem de müzenin sorgulanmasından geçtiğini ileri sürer. Doğrusu Buren’in, sözde, kurumsallaşmayı teşhir etmeyi hedefleyen bu ölçüsüz yerine-özel eserinin kendisi aynı sebeplerden ötürü teşhir edilmeye aday. Bu, gösterişe meyilli yüzeysel ve spektaküler bir sanat dünyası için üretilmiş yüzeysel ve spektaküler bir sanat.
Sanatın sonsuza kadar lüks ürün olarak kalmaya yazgılı olduğu gibi determinist bir fikre kapılmayacaksak eğer, Buren’in anakronistik müdahalelerinin bir zamanlar kültürel şeyleşmeye yönelttiği itirazı ciddiye almamız gerekiyor. Sanat alanındaki mevcut % 1’lik iktidar yapısını geri püskürtmek için, direnişe yönelik kavramsal girişimlerin ana temalarını özümseyip geride bırakmış bir post-kavramsal sanata ihtiyaç olabilir. Aksi takdirde, sanatçıyı kurumsal ilahların erdemli toplumsal eleştirmeni olarak düşünmeye yönelik her tür çaba, tam da bu kurumsal güçlere hizmet eden katışıksız, havai, tatlı dondurma renklerine dönüşmeye yazgılı olacaktır. Observatory of Light, incelikli bağlamsal fikirlerin cilalı, lüks dekorasyonun meyus formülüne dönüştürüldüğü, hiçbir rahatsızlık yaratmayan kavramsalcılığın ta kendisi. Bu eser, aynı zamanda, Buren’in maharetli bağlamsal radikalizminin yenilgisini gözlemleme imkânı sağlıyor. Buren’i ünlü yapan şeyin, nasıl da yozlaşarak, şehir dışındaki lüks evlerde yaşayan ailelere reva görülen kültür hayatına uygun parıltılı bir eğlence platformuna dönüştüğüne tanık oluyoruz.
Joseph Nechvatal’ın 14 Eylül 2016’da Hyperallergic’te yayınlanan “How Daniel Buren’s Institutional Critique Became Institutional Chic” başlıklı yazısından kısaltılarak çevrilmiştir.
[1] Daniel Buren, “Müzenin İşlevi”, Sanatçı Müzeleri içinde, çev. Ali Berktay, der. Ali Artun (İstanbul: İletişim, Sanat-Hayat dizisi, 2005), s. 152.
[2] Daniel Buren, “Atölyenin İşlevi”, Sanatçı Müzeleri içinde, çev. Ali Berktay, s. 157-58.