/ Dadanın 100. Yılı / Zamanın Dışına Kaçış: Bir Dada Günlüğü - Evveliyat

25/3/2016 / skopbülten

Dada'yı başlatan, ona adını koyan Hugo Ball'dı. Kabare Voltaire'deki gösteriler, bir bakıma onun tiyatroya olan tutkusunun, bütün sanatları estetik olarak canlandıracak ve toplumu yenileyecek yegâne aracın tiyatro olduğuna inancının ifadesiydi. Münih'te felsefe okurken, 1910'da üniversiteyi bırakıp kendini tiyatroya adadı. Günlüğünün başlangıcında şöyle diyor, "1910 ile 1914 arasında benim için her şey tiyatronun etrafında dönüyordu: hayat, insanlar, aşk, ahlak. Bana göre tiyatro akla hayale sığmayan özgürlük demekti".[1] Berlin'e giderek Max Reinhardt'ın tiyatro okuluna yazıldı. Orada önce öğrenci oldu, sonra da öğretmen. Reinhardt önemli bir figür çünkü daha 1901'de kurduğu Ses ve Sis adlı kabarede tiyatronun tarihi dahil bütün unsurlarını hicveden parodiler sahnelemiş, sanata atfedilen kutsallığı dansla, müzikle ve tabii taşlamayla alaşağı etmişti.[2] Berlin'in Ball için bir başka önemli yanı, onu ekspresyonistlerle buluşturmasıydı. Ball 1912'de Münih'e döndü. Oda Tiyatrosu'nda oyunlar sahneye koydu, tiyatro eleştirileri yazdı. Die Aktion, Die Neue Kunst ve Phöbus isimli dergilerde şiirlerini ve yazılarını yayınladı. O sıralarda Münih, avangard yazarların, şairlerin, ressamların, tiyatrocuların ve müzisyenlerin buluştuğu kentti. Ball, onu derinden etkileyecek şair Hans Leybold'u, Vasili Kandinski'yi, Richard Huelsenbeck'i ve ömrü boyunca eşi olarak kalacak aktris ve şarkıcı Emmy Hennings'i burada tanıdı.

 

Hugo Ball, 1912'de Münih'teki İngiliz Bahçesi'nde.

 

1913 Ekim'inde Leybold'la birlikte, Revolution [Devrim] adını verdikleri dergiyi çıkardılar. İlk sayısı, Ball'ın "Cellat" başlıklı şiiri yüzünden sansürlenecekti.[3] Bu muhalif derginin beşinci ve son sayısı ertesi yıl Eylül'de yayınlandığında, Birinci Dünya Savaşı başlamıştı. Leybold hemen o sıralarda cephede öldü; onun ipe sapa gelmeyen ekspresyonist şiirleri dadacılara ilham verecekti. Ball da önce heyecanla Alman ordusuna katılmak için gönüllü oldu ama sağlığı askere alınmasına izin vermedi. Yine de savaşa tanıklık etmek arzusuyla Belçika'ya, cepheye gitti fakat gördükleri onu dehşete düşürdü. Bundan sonra bütün gücüyle savaşa karşı çıkacaktı. Berlin'de Emmy Hennings'le buluştular; Hennings o sıralarda asker kaçaklarına sahte pasaport hazırlamaktan hapse girip çıkmıştı. Ball, tiyatroyu bir kenara bıraktı, savaşın vahşetinden kaçışı, bir fantastik roman yazmaya başlamakta buldu: sözcüklerin seslerini ve ritimlerini keşfe çıktığı Laurentius Tenderenda. Bir gazetede editörlük yapıyor ve hiç durmadan siyaset felsefesi okuyordu, özellikle Rus anarşistler Kropotkin ve Bakunin'in yazılarına kapılmıştı. Bir yandan da Huelsenbeck'le birlikte, savaşta ölen şairlerin anısına şiir geceleri düzenlemeye girişti. Giderek Alman kültürünün lanetlendiği, fütürist deneylerin yüceltildiği buluşmalara dönüşen ve saldırganlaşan toplantılar, 12 Mayıs 1915'te Berlin'de düzenledikleri Ekspresyonist Suare ile son buldu. Bu, ilerde Zürih'te gerçekleştirecekleri 'dadacı' gösterilerin bir öncüsü idi.[4] 1915'in son gününde Ball savaş karşıtı bir protestoya katıldı. Hennings'le birlikte artık Almanya'da kalmak istemediklerine karar verdiler ve sahte evraklarla, kaçak olarak Zürih'e gittiler. İşsiz ve parasız, sefalet içinde geçen aylardan sonra Ball bir vodvil tiyatrosunda piyanist olarak iş buldu, Alman militarizmini eleştiren bir kitap yazmaya girişti ve şiirle uğraştı. Sonrası 'Dada'...

 

*

 

Onun hakkında yazanların ortak kanaati, Hugo Ball’ın olağanüstü bir kişi olduğu. En başta iyi bir okur, yetenekli bir şair ve yazar, eleştirel bir entelektüel ve daha önemlisi, duyarlı ve namuslu bir insan ve asil bir ruhtu. Ball'ın hayatı iki zıt hal arasında gidip geliyor: tutkuyla sarıldığı meselelere ve ortak eylemlere kapılmak, başkaldırmak, sonra her şeyi bırakıp kaçmak, inzivaya çekilip kendi içine dönmek. Dada'nın eylemci bir estetikle ortaya çıkmasındaki öncü rolüne karşın, Dada'yı ve Zürih'i de terk ediyor, hem de iki kez: 1916 Temmuz'unda, ilk Dada suaresinde manifestosunu okuduktan hemen sonra ve 1917 Mayıs'ında, Galeri Dada'daki dördüncü ve son suarenin ardından. Ondan sonra Dada, Tristan Tzara'nın sahiplendiği ve başını çektiği bir 'hareket' olarak yayılıyor. Tzara'nın örgütleme yeteneği, liderlik hırsı, Fransız, Alman ve Rus edebiyat çevrelerindeki ilişkiler ağı kuşkusuz Dada'nın uluslararası etki alanını genişletiyor. Ama bu arada Tzara Dada tarihini istediği gibi değiştirmeye yeltenmekten de geri durmuyor. Örneğin, 'dada' sözcüğünü kendisinin bulduğunu öne sürüyor ve Hans Arp'ı ikna ederek onun bir tür 'sahte sertifika' yazmasını sağlıyor; kimi tarihçilerin hemen ciddiye aldığı bir çarpıtma.[5] Tzara'nın baskın kişiliğinin öne çıktığı çoğu tarihsel anlatıda Ball'ın Dada içindeki rolü geri planda bırakılmış, hakkı yenmiştir.

Hugo Ball çocukluğundan başlayarak günlük tutmuştu. 1924'te bunların 1914-1921 yıllarına ait olanlarını yayınlamak üzere gözden geçirmeye başladı ve başına bir girizgâh yazdı. Die Flucht aus der Zeit [Zamanın Dışına Kaçış] 1927'de yayınlandı. Ball, "kitapla bütün bu yılların karmaşasını derleyip toparlamak" istiyordu.[6] Henüz Münih'teyken işbirliği yaptığı Richard Huelsenbeck, kendi anılarında Ball'ın önemine değiniyor: "Sonradan Katolikliği benimsese de, bence o hep Protestan olarak kaldı. Protestosunu Dada vasıtasıyla gerçekleştirmişti. Protestonun sesi onun için fazla yükselince çekip gitti. Fakat kabaredeki azgın taşkınlıklarımızla itiraz ettiğimiz ne varsa, onlara karşı protestosunu da hep sürdürdü". Ball'ın günlüğü için ise şöyle diyor: "İnanıyorum ki, Zamanın Dışına Kaçış çağımızın tüm temel düşüncelerini açık ve kesin olarak ifade ediyor."[7] Hans Arp'a göre, "Dada hakkında yazılmış en kayda değer sözcükler bu kitapta. Zamanın Dışına Kaçış, maddi dünyadan bir kaçış".[8] Hans Richter de benzer şeyler söylüyor: "Kabare Voltaire'de başlayan Dada başkaldırısının ahlaki ve felsefi kökenleri için daha iyi bir kaynak bilmiyorum. Muhtemelen öteki dadacıların kimisi ya da hepsi –Arp, Duchamp, Huelsenbeck, Janco, Schwitters, Ernst, Serner, ya da başkaları– aynı içsel gelişimi yaşadılar, benzer mücadelelere girdiler ve aynı kuşkuları taşıdılar fakat yalnızca Ball bu iç çatışmaların kaydını tuttu".[9]

Günlük, doğası gereği bütünlüğe sahip bir metin değil. Dahası, kitabı yayına hazırladığı dönemde Ball artık genç bir radikal değil, Katolik olmayı seçmiş bir münzevi. Geriye dönüp, günlüğünü gözden geçirirken bazı bölümleri çıkardığı biliniyor. Kimi tarihler günlükte düzenli ve sürekli olarak yer alıyor, ama kimi zaman, mesela 1918-1919'da, boşluklar var. Yazdıkları bazen enigmatik. Ama zaten kendisi de öyle. Günlükte özellikle erken döneminin estetik ve politik başkaldırılarına odaklanıyor, onları anlamlandırmaya çalışıyor.[10] Günlüğün kapsadığı sekiz yıl içinde Ball'ın Dada'yla doğrudan ilişkisi sadece dokuz ay kadar sürüyor. Ama öncesinde ve sonrasında günlüğüne yazdıkları arasında da Dada'nın ortaya çıktığı siyaset, sanat ve düşünce iklimini aydınlatan kimi vakalar, anılar, düşünceler ve görüşler var. Ball'ın çevresine ve kendi iç dünyasına dair ipuçları var. Dada'ya özgü gösterilerin, suarelerin, "azgınlıkların", masklara, sözcüklere ve seslere merakın Dada'dan önce de Ball'ın hayatındaki yerine ait belirtiler var.

Aşağıda, Hugo Ball'ın günlüğününün Giriş bölümü Evveliyat'tan seçilmiş bazı pasajlar yer alıyor. Bunlar, 5 Şubat 1916'da Cabaret Voltaire'in Zürih'te açılışının öncesine ait. (NAA)

 

 

Hugo Ball, Zamanın Dışına Kaçış, 1927.

 

Giriş: Evveliyat

1913'te dünya ve toplum şöyle görünüyordu: hayat tümüyle kuşatılmış ve zincirlenmiş. Bir tür ekonomik kadercilik hakim; ister karşı çıksın, ister çıkmasın, her bireye verilmiş belirli bir rol ve onun uzantısında, her birinin ilgileri ve kişiliği var. Kilise, önemsenmeyecek bir "günahları arıtma fabrikası" olarak görülüyor, edebiyat ise bir emniyet supabı. Nasıl oldu da durum bu hale geldi, önemi yok; hal böyle ve kaçış yok.

[...]

Modern ölüsevicilik. Maddeye inanmak ölüme inanmak demek. Bu tür bir dinin zaferi korkunç bir sapkınlık. Makine ölü maddeye sahte bir hayat verir. Maddeyi harekete geçirir. O bir hayalettir. Maddeyi birarada tutar ve bunu yaparken bir tür rasyonalizmi açığa vurur. Dolayısıyla makine, düzenli çalışan ve hayatı taklit eden ölümdür. Bastığı herhangi bir gazeteden daha rezil yalanlar söyler. Dahası, süregiden bilinçaltı etkisiyle insanın ritmini bozar. Ömrünü bir makinenin yakınında geçirmeyi becerebilen insan ya bir kahramandır ya da yok edilmelidir. Makine gibi bir yaratığın kendiliğinden duygulanmasını bekleyemeyiz. Bir hapishanenin içinden yürüyüp geçmek, gürültülü bir modern baskı atölyesinin içinden geçmekten daha beter olamaz. Hayvan sesi, pis kokan sıvılar. Tüm duyular, canavarca olan ancak gerçek olmayan bu makineye odaklı.

Tinsel dünyadan form, en ufak basınca tepki veren canlı bir varlık.

1910 ile 1914 arasında benim için her şey tiyatronun etrafında dönüyordu: hayat, insanlar, aşk, ahlak. Bana göre tiyatro akla hayale sığmayan özgürlük demekti. Üzerimde en güçlü izlenimi bırakan, korkulu, müstehzi bir gösteri olarak şairdi: Frank Wedekind.[11] Onu birçok provada ve hemen tüm oyunlarında izledim. Tiyatroda hem kendi kendisini hem de bir zamanlar gayet sağlammış gibi görünen uygarlıktan geriye kalanları yok etmeye çabalıyordu [...]

1913 civarında resim. Başka herhangi bir sanatta olduğundan daha çok resimde yeni bir hayat ifade buluyordu. Hayalci bir oluşumun şafağıydı. Goltz'un galerisinde Heuser, Meidner, Rousseau ve Javlenki'nin resimlerini gördüm. Primum videre, deinde philosophari [önce gör sonra felsefe yap] vecizesini örnekliyorlardı. Yollarını zihinden geçirmeksizin hayatı tam anlamıyla ifade etmeyi başarmışlardı. Zihin bertaraf edilmişti çünkü kötücül bir dünyayı temsil ediyordu. Cennet misali birçok manzara vardı. Resimlerdeki enerji öylesine yoğundu ki, neredeyse çerçevelerden dışarı taşıyordu. Müthiş şeylerin olması yakın görünüyordu. Vizyonun neşesi onun gücünün bir işareti olabilirdi. Resim sanki bir kez daha kendi usulüyle kutsal çocuğu dünyaya getirmek istiyordu. Boşuna değildi yüzyıllardır anne ve çocuk [Meryem ve İsa] mitine bunca saygı gösterisinde bulunmuş olması.

[...]

Franz Blei'ın[12] Dalga başlıklı oyununu sahneledik ve biletlere çok yüksek fiyat koyduk. Münih'in seçkinleri seyirciler arasındaydı. Spavento rolünü yazar kendisi benim maskımla oynadı ve bunda öyle başarılı oldu ki, sahne arkasındakiler onu ben sandılar.

[...]

Sanki felsefe sanatçılar tarafından ele geçirilmiş gibi görünebilir; sanki yeni dürtüler onlardan geliyormuş gibi; sanki yeniden doğuşun peygamberleri onlarmış gibi. Kandinski ve Picasso dediğimizde ressamları değil, rahipleri kastediyorduk; zanaatkârları değil, yeni dünyaların ve yeni cennetlerin yaratıcılarını kastediyorduk.

[...]

1914 Mart'ında yeni bir tiyatro tasarlarken şunu düşünmüştüm: hakikaten etkileyici tutkular için bir sahneye; alışılmış gündelik kaygıların üstünde ve ötesinde bir deneysel tiyatroya bariz bir ihtiyaç var. Avrupa yeni bir tarzda resim ve müzik yapıyor, yazı yazıyor. Sadece sanatın değil, tüm yenileyici fikirlerin kaynaşması. Yeni toplumu yaratmaya yalnızca tiyatro kadir. Etkenleri, renkleri, sesleri ve sözcükleri bilinçaltından söküp, gündelik alışkanlıkları bütün sefaletiyle içerecek biçimde diriltmek yeterli olacak.

[...]

Tezim şuydu: ekspresyonist tiyatronun amacı şenlik oyunu; yeni bir topyekûn sanat eseri fikrini içeriyor. Bugünkü tiyatronun formu empresyonist. Sahnede olup biten, bireye ve onun zihnine hitap ediyor. Bilinçaltına hiç dokunulmuyor. Yeni tiyatro yine masklar kullanacak ve ayaklara değnekler takacak. Arketipleri hatırlayacak ve megafonlardan yararlanacak. Güneş ve ay sahneyi katederken, yüce bilgeliklerini haykıracak.

[...]

 

Berlin, Kasım 1914

Şu anda Kropotkin, Bakunin ve Merezkovski[13] okuyorum. İki haftadır sınırdaydım. Dieuze'de ilk asker mezarlarını gördüm. Manonvillers Kalesi top ateşine henüz tutulmuştu ve molozların arasında parçalanmış bir Rabelais kitabı buldum. Sonra Berlin'e geldim. Biliyor musunuz, gerçekten anlamak, idrak etmek istiyorum. Şimdi serbest kalan, yığınla makine düzeneği ve şeytanın ta kendisi. İdealler, yalnızca yapıştırılmış etiketler. Her şey temellerinden sarsıldı.

[...] Niye bir ülkenin kendisini savunmasına ve hakları için mücadele etmesine izin verilmesin? Giderek ben de Fransa'nın ve özellikle Belçika'nın bu hakka sahip çıkması gerektiğini düşünmeye başladım. Vatanseverliğim haksız bir savaşı onaylayacak raddede değil.

Kant –baş düşman; her şeyi o başlattı. Bilgi kuramıyla, görülebilir dünyaya ait tüm nesneleri aklın idrak yeteneğine, onun denetimine bıraktı. Prusya'nın yönetim biçimini akıl, hikmet ve koşulsuz zorunluluk seviyesine yükselterek her şeyi ona tabi kıldı. Başlıca şiarı: akıl a priori kabul görmeli; bunu değiştiremezsiniz. Metafizik gücü ve etkisiyle, uygulama alanı bu.

Nietzsche iyi ki bu düşünceden ayrıldı. Nihayetinde onun da aklı kabullendiği gerçekte pek de söylenemez. Tam aksine, içine düştüğü karanlıkta aklını tamamen yitirdi. O klasik anlamda bir filozof değil (o klasik değil; mübalağalı ve muğlak). Ancak aklı tümüyle imha eden ve Kantçılığı tasfiye eden ilk o oldu.

Kropotkin'e göre (biyografisi), kurtuluş proletaryada. Var olmasa icat edilmesi gerekecekti. Onun karşılıklı yardımlaşmaya dayanan sistemi, Rusya'nın steplerinde ve çorak arazilerinde bir coğrafyacı olarak gezerken karşılaştığı çiftçilere, çobanlara ve nehir insanlarına dayanıyor. Daha sonra İsviçre'nin Jura bölgesinde mercek ve saat ustalarının arasında yaşadı. Onlar bizim modern fabrika işçilerimizden farklılar, gözlerini hassasiyetle kullanıyorlar. Fakat gerçek şu ki, var olma ve payına düşeni artırma savaşı verenlerin iradeleri daha sağlam, amaçları daha bariz ve dolayısıyla düşünceleri daha insancıl.

 

25 Kasım 1914

Nihilistler düşüncelerini akıl üzerine kuruyorlar (kendi akılları). Halbuki akıl sistemini bir kenara bırakmalıyız çünkü daha yüksek bir akıl var [...]

Bir insanın hangi ölçüde akla sahip olmuş olabileceğini kanıtlamak bilinçdışına bırakılmalı. Maksattan ziyade sezgiyi izlemek gerek.

Siyasetle rasyonalizm arasında tatsız bir ilişki var. Belki de aklın başlıca dayanağı devlet ve bunun tersi de geçerli. Maksadı norm ve reform olduğu sürece, her türlü siyasal akıl yürütme faydacıdır. Devlet bir metadan ibarettir.

Bugünlerde vatandaş da bir meta (devlet için).

Şair, filozof ve aziz de meta haline geliyor (vatandaş için). Baudelaire'in dediği gibi: "ben [bir şair olarak] devletten bir vatandaş talep etsem, herkes dehşete düşer. Oysa vatandaş devletten bir şair feda etmesini talep etse, istediğini alır."

[...]

 

13 Aralık 1915

Tiyatroyu kavramaya yeni yeni başlıyorum. Oyunculuk yeteneğini geliştiren despotluk. Tiyatronun önemi her zaman toplumsal ahlak ve kamusal özgürlüğün önemiyle ters orantılı. Savaştan önce Rusya'nın tiyatrosu gayet parlaktı, Almanya'nınki de ondan geri kalmıyordu. Bu da gösteriyor ki, her iki ülkede de sahici ve içten ne varsa, onları dışarıdan dayatılan kısıtlamalar ezdi. Günah çıkarma eğilimindeki kimse aktör olamaz. Kimsenin itirafta bulunmadığı yerde aktör bol olur.

Sadece adamakıllı sınanmış, ayartılmaya ve karşı konulmaya maruz bırakılmış, sadece yaşanmış ve somutlaşmış bir fikir gerçekten var olur.

Kendimizi bulmak istiyorsak kendimizi kaybetmeliyiz.

 

Zürih, 15 Haziran 1915

[...]

Kendimi iyice sorguladım. Hiçbir zaman kaosu hoş göremem, bomba atamam, köprüler havaya uçuramam ve fikirlerden vazgeçemem. Anarşist değilim. Almanya'dan uzaklaştıkça ve uzak kaldığım süre uzadıkça, anarşist olma ihtimalim de azalıyor.

[...]

 

5 Ekim 1915

Tüm kuşkularını ve umutlarını yitirmiş bir insan sadece uyuşturucudan medet umabilir. Uyuşturucular, insanlığın yoğunlaşmış çaresizlik ve mutluluk halleridir, sonunda hayal dünyasının derinliklerine ulaştırırlar. Hayatını katlanabilir kılmak için insana gereken doz, özlemlerinin ve hayal kırıklıklarının mertebesine bağlıdır, bünyesiyle alakası yoktur. İdeal söz konusu olduğunda uyuşturucuların tamamlayıcı önemi vardır. Doğu yalnızca bir coğrafi bölge değil, bir tinsel havza. Morfin ya da esrar bağımlıları kendilerini açıklama yapmak zorunda hissetseler, onların kendileri için, biz sıradan Avrupa'nın kaçırdığı ve hep kaçırmış olduğu bir dünya yarattıklarını keşfederdik. İyisiyle kötüsüyle bir aşırılıklar dünyası, pervasız bahislere ve kayıplara aşina, tehlikeli bir dünya; zihni kahramanlığa yatkın bir dünya.

[...]

 

17 Ekim 1915

Tasarrufumdaki bütün tutkuları seferber ederek önümde açılan kimi yolları ve imkânları tamamen ve ebediyen bir kenara bırakmaya çabalıyorum (örneğin kariyer, başarı, burjuva yaşantısı vb.). Bu niyetimi gerçeğe dönüştürme konusunda bana muhtemelen mevcut hayatım yardımcı olacak. Zaman zaman, tabiatımın kuşkulu 'ahengi' öne çıktığında, içime kurt düşüyor ve içgüdüsel olarak aptalca bir şey, bir hata yapıyorum, bir kusur işliyorum ki kendi gözümde yeniden değerimi yitireyim. Bazı yeteneklerin ve becerilerin ortaya çıkmasına izin veremem. Yüksek vicdanım ve anlayışım bunu meneder.

[...]

 

7 Kasım 1915

Sanat, felsefe, müzik, din: tüm yüksek uğraşılar akıl süzgecinden geçirilir oldu, rasyonalleşti. Savaş hiç değilse şeytanı salıvermiş oldu ve ona kendini ifade etme olanağı sundu. Şeytan artık akılcı değil mitolojik âleme ait. Rahiplerin bile ondan yana olmaları bu yüzden. İki karşıt ucun, iyiyle kötünün edilgen olarak birlikte var oluşları artık sona erdi. Spinoza ve Hegel yenik düştüler. Fakat henüz kimse bunun farkına varmadı.

[...]

 

Çeviriler: Nur Altınyıldız Artun

 



[1] Hugo Ball, "Prologue: The Backdrop", Flight Out of Time: A Dada Diary, der. John Elderfield, çev. Ann Raimes (New York: Viking Press, 1974) s. 4.

[2] Peter Jelavich, Berlin Cabaret (Cambridge & Londra: Harvard University Press, 1993) s. 62-67.

[3] John Elderfield, "Introduction", Flight Out of Time, s. xvii.

[4] Annabella Melzer, Dada and Surrealist Performance (Baltimore ve Londra: Johns Hopkins University Press, 1994) s. 25-26.

[5] Hans J. Kelinschmidt, "Introduction", Richard Huelsenbeck, Memoirs of a Dada Drummer içinde, çev. Joachim Neugroschel (New York: Viking Press, 1974) s. xix.

[6] Ball'ın bir mektubundan aktaran Emmy Hennings, "Foreword to the 1946 Edition", Hugo Ball, a.g.e., s. lxi.

[7] Richard Huelsenbeck, Memoirs of a Dada Drummer, s. 47.

[8] Jean (Hans) Arp, "Dada Was Not a Farce", The Dada Painters and Poets: An Anthology içinde, der. Robert Motherwell (New York: Wittenborn, Schultz, 1951) s. 293.

[9] Hans Richter, Dada Art and Anti-Art, çev David Britt (Londra & New York: Thames & Hudson, 1964) s. 14-15.

[10] John Elderfield, "Introduction", Flight Out of Time, s. xiv-xv.

[11] Alman yazar ve tiyatrocu (1864-1918).

[12] Yazar ve tiyatrocu (1878-1942).

[13] Dimitri Sergeyeviç Merezkovski (1865-1941), Rus roman yazarı ve eleştirmen; tin ve maddenin dengesine dayanan yeni bir mistik Hıristiyanlık kuramının öncüsü.

Dada'nın 100. Yılı