Francis Picabia’nın Zürih’te Dada’yla geçirdiği üç ayın ardından 1919 Mart’ında Paris’e gitmesi, Tristan Tzara’nın epeydir aklının bir köşesinde olan Dada’yı Paris’e taşıma tasarısını diriltmişti. Eğer Dada hakiki bir enternasyonal hareket olacaksa, Paris’i fethetmek gerektiğini düşünüyordu. Üstelik André Breton art arda mektuplar yazarak onu davet edip duruyordu; Picabia ise daha Paris’e gider gitmez “mümkünse derhal gel” diye yazmıştı.[1] Bu sıralarda Paris’te Littérature’ün ilk sayısını çıkaran Fransız şair ve yazarlarla Picabia’nın henüz bir irtibatı yoktu; Picabia kendi dergisi 391’i yayınlamakla meşguldü. 1920 başında Tzara’nın Paris’e gidişiyle hepsi Dada etrafında toplandı ama çok geçmeden hayal kırıklıkları yaşanmaya başladı. Daha Tzara’nın Paris’e gideceği duyulur duyulmaz Nouvelle Revue Français’in editörü Jacques Rivière Dada için “Berlin kaynaklı bu tür zırvalara Paris yüz vermez” diye yazmıştı; “Aragon ve Breton’da yetenek var ama Dada’ya öncülük eden iki yabancı, şarlatan.”[2] Picabia ve Tzara’yı kastediyordu. Dada henüz Paris’te hiç bir varlık göstermeden Riviére’in bu yazdıkları, çok geçmeden Picabia, Tzara ve Breton arasında belirecek uyuşmazlığın kehaneti gibiydi. Her ne olursa olsun, çalkantılı Paris macerası süresince Nouvelle Revue Français’nin herhangi bir sayısında Dada’nın bahsi geçmediği neredeyse hiç olmadı.
Tzara İstanbul’da
İlk Dada sezonunun sonunda, tam da Dada Paris’i kasıp kavururken, Tzara beklenmedik bir kararla memleketi Romanya’ya gitti. Söylediğine göre, Dada’yı tanıtacaktı. Paris’e dönmeyi sürekli erteleyerek oradan Atina’ya, sonra işgal altındaki İstanbul’a geçti. Derken İtalya’yı katetti ve Ekim’de Zürih’e vardı. Dönüşünde yazdığı kısa “dadaizm hatıratı” Zürih değil Paris’le başlıyor, Paris etkinliklerini ayrıntılı bir biçimde anlattıktan sonra dönüp Zürih’le Berlin’e değiniyordu; asıl derdi, İspanya’da, Rusya’da, İngiltere’de, İtalya’da, hemen her yerde dadacılar bulunduğunu vurgulamaktı. Gezisi sırasında uğradığı yerlerde, en azından, Dada’ya aşina birileriyle karşılaştığını söylüyordu. Sözde Akropol’ü gezerken rastladığı bir din bilgini, yumruğunu Kanatlı Zafer tanrıçasına doğru sallayarak Tzara’ya “Tanrı Dada’yı ve bütün bu uydurma fikirleri cezalandıracak” diye bağırmıştı. İstanbul’da ise daha önce Paris’te bulunmuş bir Rum doktor Tzara’yı gayet iyi tanıdığını iddia etmişti. Tzara sükûnetle “yaa, nasıl bir adamdı?” diye sorunca cevabı “uzun boylu ve kumral” olmuştu ama Tzara kısa boylu ve esmerdi![3] Picabia’ya buradan yolladığı Süleymaniye kartpostalının arkasına Tzara “beni gerçekten ilgilendiren bir şey duyalı ya da göreli neredeyse üç ay oldu” diye yazmıştı.[4]
Dada Dağılma Yolunda
Tzara’nın İstanbul’a gitmek için Şark Ekspresi’ne bindiği sıralarda, 1920 Ağustos’unda, Jacques Rivière Nouvelle Revue Français’de yine Dada hakkında bir yazı yazmış, grubun içinde zaten ta baştan öngörmüş olduğu bölünmenin gerçekleştiğinden söz etmişti: Picabia’yla Tzara’nın çevresinde oluşan “olumsuzlayıcı estetik” grubu ile, André Breton’un daha yapıcı tutumunu benimseyenler. [5] Paul Éluard bu sıralarda Paris’e dönmesi için Tzara’ya ısrar ediyordu: “Yeni Dada etkinlikleri olsun isterim. Ekim’e kadar Paris’e dön … Picabia’yı görmeyeli çok oldu ama kabahat benim değil. Korkarım o bir şeylerden rahatsız – Certá terk edildi.”Certá, dadacıların buluştuğu, Opera Pasajı’ndaki kahvenin adıydı. Picabia da aynı sıralarda Tzara’ya yazdığı mektubunda Littérature grubuyla sorunlardan bahsediyordu; ama derdi Riviére’in iddia ettiği gibi estetikle ilgili değildi, Dada’nın temelinde bulunduğunu varsaydığı dostluk ilişkilerinin kaybolmasıydı.[6] Nihayet Ekim ortasında Tzara Paris’e döndü ve ertesi gün bu kez Breton’dan bir mektup aldı; Breton onun döndüğünü öğrenmişti ama Tzara Picabia’nın evinde kalıyordu ve Breton Picabia’yla tartışmaktan çekindiği için Tzara’yı ziyaret edemiyordu. Breton “benim hakkımda sana söylemiş olabilecekleri ne yazık ki doğru; ona öyle garip davrandım ki, bana kızmamış olması mümkün değil”diye yazmıştı.[7] Nitekim Picabia’nın dergisi 391’in Kasım sayısında hiçbir Littérature editörünün yazısı yoktu. Tzara’nın yokluğunda işler iyice sarpa sarmıştı.
“Cüzdan meselesi” diye bilinen bir hadise, sonunda Picabia’nin Dada’yı terk etmesine yol açtı. Hep buluştukları Café Certà’da içinde külliyetli miktarda para olan bir cüzdan buldular. Sahibi kahvenin bir garsonuydu. Tartışma cüzdan iade edilsin mi, edilmesin mi diye başladı; Dada’yı sınayan bir vakaya dönüştü. Breton’a göre Dada ahlakçılığı bir yana bıraktığına göre, parayı kendilerinde tutmak doğru olurdu. Ötekiler Dada’nın yoksullardan yana olduğunu, bir emekçi olan garsonu zor durumda bırakmanın Dada’ya yakışmayacağını düşünüyorlardı. Tartışma sürerken cüzdanı emanet ettikleri Éluard kimselere söylemeden parayı garsona iade edince, Breton onu gruba ihanet etmekle suçladı. Picabia bu hadiseyi duyunca küplere bindi; zaten Breton’un buyurgan tavrına çoktandır zor tahammül ediyordu, Dada’dan ayrıldığını yüksek tirajlı bir gazeteye yazdığı yazıyla ilan etti.
Francis Picabia, 1921 (fotoğraf: Man Ray).
Aslında dadacılar arasında anlaşmazlıklar hiçbir zaman eksik olmamıştı. Hugo Ball 24 Mayıs 1916’da, henüz Dada’nın Zürih’teki başlangıç günlerinde, aralarında süregiden takışmaları günlüğüne yazmıştı:
Beş kişiyiz. İşin ilginç yanı, aslında hemen hiçbir zaman aramızda tam ve eşzamanlı bir uzlaşma olmamasına karşın esas meselelerde anlaşıyoruz. Gruplaşmalar değişip duruyor. Bir bakıyorsunuz Arp’la Huelsenbeck aynı fikirdeler ve birbirlerinden ayrılmıyorlar. Bir bakıyorsunuz Arp’la Janco, H.’ye karşı ittifak yapmışlar. Sonra H. ve Tzara, Arp’a karşılar. Böyle sürüp gidiyor. Sürekli değişen bir çekim ve iticilik söz konusu. Herhangi bir fikir, hareket, bir tedirginlik grupları değiştirmeye yetse de, küçük ekibimiz bir şekilde dağılmadan kalıyor.[8]
Ball’ın anlattıkları, köklü ve kalıcı bir uyuşmazlıktan çok, canlı bir tartışma ortamını ifade ediyordu. Ayrıca dadacıların ne Zürih’te bir önderleri vardı, ne de Berlin’de; farklılıklarına karşın birlikte hareket edebilen bireylerden oluşan kolektif bir hareketi her iki yerde de sürdürebilmişlerdi. Paris’te böyle olmadı. Tzara’nın, Picabia’nın ve başını Breton’un çektiği grubun Dada’dan beklentilerinde hep derinden derine bir uyuşmazlık devam edip gitti. Belki de bu nedenle, her türlü etkinliklerinde Tzara’nın varlığına bel bağladılar. Özellikle Littérature grubu için Tzara Dada’nın timsaliydi. Breton, onu “adeta bir Mesih gibi” beklediklerini söylemişti. Picabia’yla ise yıldızları barışmadı; 1921 Mayıs’ında yazdığı “Yapay Cehennemler”de “Picabia’nın entrikalarına ayrı bir fasıl açmak gerekir” diye yazmıştı Breton.[9]
Dada Zürih’te savaş yıllarında, 1916-1918, ortaya çıkmıştı. Çoğu asker kaçağı ya da savaş sürgünü dadacıları sanat karşıtlığı kadar savaş karşıtlığı ve milliyetçilik düşmanlığı biraraya getirmişti. Keza, Berlin’de Dada 1918 yılının devrim günlerinde siyasal mücadelenin parçasıydı. Zürih’te, Berlin’de, hatta işgal altındaki Köln’de dadacıların kolektif bir siyasal tutumu vardı. Dada’nın Paris’e sirayet etmesi savaş sonrasındaki toparlanma dönemine denk gelmişti. Üstelik burada Dada’ya katılan Fransız şairler ve yazarların hepsi savaşa katılmışlardı; aralarında Aragon gibi cesaret madalyası almış olanlar bile vardı.[10] Eleştirmen Robert Short’a göre, onların hayatın hiçbir şey olmamış gibi akıp gitmesine Dada etkinliklerinde sergiledikleri abartılı itiraz, bir zaman önce vatanperverlik şantajına boyun eğmiş olmaya gösterdikleri gecikmiş bir tepkiydi.[11] Yazmanın anlamını sorguladıkları bir dönemde, en azından bir süre için Dada imdatlarına yetişmiş, kendi kuşkularını bir yana bırakıp saldırgan gösterilerle avunmalarına izin vermişti. [12] Picabia’nın arkasından Breton, bir zamanlar methiyeler düzdüğü Dada’yı yine bir yazıyla, 1922 Mart’ında terk edecekti.
Francis Picabia
Bay Picabia Dadacılardan Ayrılıyor
11 Mayıs 1921
Tüm fikirleri alkışlarım, ama yalnızca beni ilgilendirenleri, başka bir şeyi değil, etrafında uçuşanları değil, fikirlerden çıkar sağlamak midemi bulandırır. “Yaşamak gerek...” bana mı söylüyorsunuz? Siz de benim kadar iyi biliyorsunuz ki varoluşumuz bir icattan kazanç elde etmeye kıyasla çok kısadır; bu dünyaya dün değil evvelki gün geldik ve yarın da öleceğiz. Kübizm, sabahında dünyaya geldiği bir günün akşamında öldü, sonra dada ortaya çıktı ve o da, aslında, bir o kadar geçiciydi. Evrim devam ediyor; birileri çıkıp geçmiş bir zamanın ruhuna ait yeni bir pakete isim bulacak, vesaire.
Dada ruhu, gerçekte yalnızca 1913’ten 1918’e kadar sürdü, evrilmeyi ve kendini dönüştürmeyi bir an olsun bırakmadığı bir dönem boyunca. O zamandan sonra, École des Beaux-Arts’dan çıkan işler ya da Nouvelle revue française’den ve Enstitü’nün kimi üyelerinin elinden çıkan statik ince nakış yazılar kadar cansızlaştı. Ömrünü uzatma çabası yüzünden Dada kendi üzerine kapandı. Bu satırlarda, çok sevdiğim kimi dostları incitiyor ya da dadacılıktan belki de bir çıkar elde etmeyi uman kimi meslektaşlarımı rahatsız ediyorsam, özür dilerim!
Size bu noktada neler olup biteceğini söyleyemem; şu hususta eminim ki, ruh halimiz 1913’ten (olsa olsa) 1920’ye kadar olan dönemdekiyle aynı değil ve bu da sonuç itibariyle kendini farklı dışa vuruyor. Temmuz ayı, bir gece yarısı, geceliğimle ayakta dikilip ay hakkında kafa patlattığımı zannetmeyesiniz, sağduyumu kaybetmedim – sağduyu diye bir şey varsa tabii! Şundan eminim ki, hareketi durdurmanın imkânı yok. Paranın kendisi değerli – ya da değil; belki de kâğıt altından daha çok ederdi, Cardiff’in kömür ocakları kadar geniş altın madenleri bulmam için bana verilmiş olsaydı. İnsanlar bireyleri iki kategoride sınıflandırır: “gayri ciddi” ve “ciddi”. Şimdiye kadar hiç kimse ciddi bir insanın ne demek olduğunu bana açıklayamadı. Buna burada kendim kalkışacağım. Zannediyorum ki, ciddi addedilen birisi; komşularına, ailesine, arkadaşlarına bir şeyler sunarken, bunu sağlamak için sermayesinden elde ettiği kazancı işine yatıran kişidir. Gayri ciddi birisiyse; kazanç ile sermayeyi birbirine karıştıran, fikirleriyle para basma peşinde olmayan kişidir – sanatsal açıdan, Louvre’da resim kopya eden birisi benden her zaman daha ciddi olacaktır! Dada, görüyorsunuz ya, ciddi değildi; bu yüzden de dünyanın her yanını yangın gibi sardı. Şimdi birileri tarafından ciddiye alınıyorsa; bu, ölmüş olduğundandır! Pek çoğu bana katil diyecek, ama onlar sağır ve miyop. Zaten katiller yoktur; verem ve tifo katil mi? Hayatlarımızın ipleri bizde mi? Zannımca, yalnızca tek bir katil var; o da dünyayı yaratandır. Ne var ki, dünyayı kimse yaratmadığı için katiller de yoktur, Dada sonsuza dek yaşayacak! Bu sayede, sanat tacirleri servetlerine servet katacak, yayıncılar altlarına arabalar çekecek, yazarlar Légion d’honneur alacak ve ben... Francis Picabia kalacağım!
Göçebe olmalı insan, ülkeleri ve şehirleri dolaşır gibi kat etmeli fikirleri, muhabbet kuşu ve sinek kuşu yiyerek, marmoset maymunlarını canlı canlı yutarak, zürafaların kanını emerek, panter bacağıyla beslenerek! İnsan, martılarla uyumalı, boa yılanıyla dans etmeli, günebakanlarla sevişmeli ve zincifreyle yıkamalı ayaklarını!
Kilise iç mekânlarına transatlantik görünümü vermeli insan, transatlantiklere de kremalı enginar; heykelleri çıkartıp denizden, geçen vapurlara dizeler okutturmalı, sokağa çıplak çıkıp evde smokinle dolaşmalı; günah çıkartan papazların itiraflarını duymalı, tanıdığı birini asla bir daha görmemeli; her şeyden önce, aynı kadını ikinciye sokmamalı yatağına, eğer onu her gün bir başka âşıkla aldatan bir metresi yoksa! Bütün bunlar, komik olan her şeye gülen, siyahı karanlık, beyazı aydınlık bulan bir bakırcının imanından çok daha kolaydır. Bakırcı üşüdüğünde ısınmak için çıkar güneşe; üşümeyin, göreceksiniz ne kadar da benziyor güneş yağmura!
Varoluş, art niyetli, fırsatçı olmayan insanlar arasında yaşadığınızda gerçekten katlanılabilir yalnızca, ama bu imkânsızı istemek olurdu...
Yetenek diye bir şey yok, şaheserler yalnızca kâğıt yığını, hakikatse kantarın topuzu. Her şey sıkıcı, değil mi? Düşen yapraklar sıkıcı, yerine çıkan yenileri sıkıcı, sıcak sıkıcı, soğuk sıkıcı. Çalmayan büyükbaba saatleri sıkıcı, çalanları sıkıcı. Telefon sahibi olmak sıkıcı, olmamak sıkıcı. Ölen insanlar sıkıcı, ölmeyenler de bir o kadar sıkıcı! Baksanıza, ne kadar da kötü bir araya getirilmiş dünya, neden beynimiz arzularımızın kudretine sahip değil? Ama tüm bunların pek bir önemi yok, müzelerdeki tablolar şaheser-fosiller. Biri zevk sahibi addediliyorsa, bu, diğerleriyle aynı zevkleri paylaştığı içindir; sizin için hayat hep aynı teraneyi tıngırdattığınız bir gitar, sonsuza dek.[13]
Çeviri: Can Gündüz
[1] Marius Hentea, Ta Ta Dada: The Real Life and Celestial Adventures of Tristan Tzara (Cambridge, MA ve Londra: MIT Press, 2014) s. 116.
[2] A.g.e., s. 133.
Nouvelle Revue Français 1909’da André Gide’in girişimiyle çıkan ve hâlâ yayınlanan etkili ve prestijli sanat ve edebiyat dergisi.
[3] Tristan Tzara, "Memoirs of Dadaism", Axel's Castle: A Study in the Imaginative Literature of 1870-1930 içinde, Edmund Wilson (Glasgow: Collins, 1959) s. 304-312). Tzara bu hatıratı 1922’de yazmıştı.
[4] Marius Hentea, Ta Ta Dada, s. 156.
[8] Hugo Ball, Flight Out of Time: A Dada Diary, der. John Elderfield, çev. Ann Raimes (New York: Viking Press, 1974) s. 63-64.
[9] André Breton, “Artificial Hells”, çev. Matthew S. Witkovsky, October, içinde, der. Leah Dickerman, Dada özel sayısı, 105 (Yaz 2003) s. 141.
[10] Robert Short, “Paris Dada and Surrealism”, Journal of European Studies, ix (1979) s. 77.
[12] Littérature’ün Kasım 1919 sayısında “Niye yazıyorsunuz?” sorusuna cevap aradıkları bir anketi yayınlamışlardı. A.g.e., s. 84.
[13] Francis Picabia, “M. Picabia se sépare des dadas”, Comoedia (11 Mayıs 1921). Türkçesi Sanat Manifestoları, Avangard Sanat ve Direniş içinde, der. Ali Artun (İstanbul: İletişim SanatHayat, 2010) s. 152-155.