Alfred Jarry'nin avangard edebiyat, sanat ve özellikle de tiyatro alanında en etkili olan eseri kuşkusuz Kral Übü'dür. Kral Übü, Jarry'nin Birinci Dünya Savaşı arifesinde özellikle Fransa'da hüküm süren siyasal ideolojileri, ahlaki değerleri, akli inançları ve dili sonuna kadar alaya aldığı üç oyunluk Übü dizisinin ilkidir. Diğerleri, ikisi de o hayattayken sahneye konamayan Boynuzlu Übü ve Zincire Vurulmuş Übü'dür. Bu oyunlar aynı zamanda onun metafiziğe karşı geliştirdiği patafizik felsefesini canlandırır. Kral Übü, geleneksel tiyatroyu parçalar ve sembolist, anarşist, absürd tiyatronun temellerini atar.
Kral Übü'nün kaynağı, Jarry lisede okurken iki arkadaşının, bütün öğrencilerin nefret ettiği fizik hocası Félix-Frederic Hébert'le dalga geçmek üzere yazdıkları kısa bir fars: Les Polonais. Bu farsla birlikte, Pére Hébe'nin hayalî bir Polonya ülkesinin kralı olduğu başka skeçler de yazılıyor ve bunlar öğrencilerin evlerinde kurdukları kukla tiyatrolarında sahneleniyor. Jarry, Übü dizisini on beş yaşındayken kapıldığı bu oyunlardan geliştiriyor.
Alfred Jarry, Mösyö Übü Portresi, ahşap baskı (1896).
Kral Übü (Ubu Roi)
Sahne açıldığında Peder Übü Polonya'dadır: "Yani hiçbir yerde". İlk sözü "bok"tan türetme "bork" olur. Zincire Vurulmuş Übü oyununda, Übü'nün her vesileyle tekrar edip duracağı "bork"un büyülü bir kelime olduğu belirtilir. Polonya kralına bağlı süvari birliğinin başında olan Peder Übü, tam Kral'ın onu taltif ederek "Kont" unvanına layık görmesinden sonra, Übü Ana'nın kışkırtmasıyla, kralı ve çocuklarını katlederek tacı ele geçirir. Kaçmakta olan kraliçe de ölünce, geriye kalan tek oğlu, hanedanın hayaletleri huzurunda babasının intikamını almaya ant içer. Ona kalırsa, Übü bir "çapulcu, cani ve düzenbazdır". Übü, tahta oturmasının ardından, bir yandan halka sandık sandık altın ve et dağıtırken, diğer yandan vergileri artırır. Soyluları, maliyecileri, yargıçları ve bürokratları ölüm çukuruna attırarak bütün servetlerine el koyar. Arkasından yasa koymaya girişir ve köylülerden bizzat vergi tahsil etmeye başlar. Zorbalıkları karşısında köylüler kralın hayatta kalan intikamcı oğlunu desteklemeye karar verirler. Rus çarı da Übü'ye karşı ayaklananları destekleyince savaş başlar. Ata binemeyecek kadar şişko olmasına rağmen Polonya ordularının başına geçen Übü, yerine Übü Ana'yı bırakır. Halbuki, Übü Ana, Peder'i dolandırmayacağına ilişkin verdiği söze rağmen Polonya sarayındaki hazineleri soyar.
Übü Çar'a yenik düşer. Savaş meydanından kaçarak sığındığı mağaraya önce bir ayı, arkadan da tesadüfen Übü Ana gelir. Ve Übüler arasında kimin daha alçak olduğu üzerine tartışma başlar. Sonunda Peder Übü, üzerine ayıyı fırlatarak eşini öldürmeye kalkar. Ölmeyince, tam vahşi işkencelere başlayacaktır ki, intikamcı Prens dalar mağaraya. Bunun üzerine Übüler Baltık kıyılarından bir gemiyle Fransa'ya kaçarlar. Ve oyun biter.
Mengü Ertel (1969).
Boynuzlu Übü (Ubu Cocu)
Boynuzlu Übü oyununun başında Peder Übü bir polyhedron uzmanının evine dalar ve kendini patafizik doktoru olarak takdim eder. "İnsanların yalvarması sonucu patafiziği icat etmiştir." Übü, tanışmalarının ardından bilim adamının evine el koyar. Daha sonra da onu öldürmeye kalkar. Ama bir bavul içinde yanında taşıdığı vicdanı ona engel olur. Arkadan, Übü Ana'yla, Peder Übü'yü boynuzladığı Mısır'ın Mennon heykeli ortaya çıkarlar. Mennon “her sabah tan sökerken şarkı söylemekte, bütün akşam lağım tanklarını boşaltmakta, gündüzleri de Übü Ana'yla gönül eğlendirmektedir”. Peder Übü bunun üzerine Übü Ana'yı kazığa oturtmaya kalkar. Daha sonra sahneye bir de banker dahil olur. Bu karakterler adamlarıyla birlikte sürekli birbirleriyle kavga ederler. Ta ki bir timsah belirene kadar. Bir timsah; veya bir balina, ya da yılan...
Zincire Vurulmuş Übü (Ubu Enchaîné)
Zincire Vurulmuş Übü, Peder Übü'nün özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ülkesi Fransa'da kendisini hiç de 'eşit' hissetmediğinden şikâyet etmesiyle başlar. Onun için ya herkesi öldürecek ve kendi kendisiyle eşit olacaktır, ya da köle olacaktır. Nitekim zorla Eleutheria ve amcası Sidikşerbet'in kölesi olur ve efendilerinin çıplak ayaklarını boyamaya başlar. Eleutheria, Özgür İnsanlar Ordusu'nun aşçısı ve aynı zamanda bu ordunun başındaki çavuş Kolayişe'nin nişanlısıdır. Übü, sırf köleleri olmak uğruna Eleutheria ve amcasına yaptığı eziyetler dolayısıyla önce çavuş tarafından kırbaçlanır, arkasından yargılanır ve zindana atılarak zincire vurulur. Ama bu olaylar sırasında, Eleutheria ile amcası da, çavuş ve emrindeki özgür insanlar da zincire vurulup köle olmak isterler. Arkadan patronlar, ondan sonra da Özgür Ülke'deki herkes "özgürlüğün kölelik" olduğuna inanarak zindana hücum ederler. Sonunda Übü'ler, zaten onu Polonya Kralı olarak bilen Muhteşem Sultan Süleyman'ın kadırgalarına kürek mahkûmu olurlar. Hem de güle oynaya… Sultan iki yüz kişi beklerken, iki bin gönüllü "özgürlük kölesi" gelmiştir. Son sahnede köle olarak özgürlüklerine kavuşmuş olan kürek mahkûmları, İstanbul Boğazı'nda bir yandan kürek çekerler, diğer yandan şarkı söyleyerek eğlenirler.
Pierre Bonnard, Kral Übü, litografi (1901)
Kral Übü – Cabaret Voltaire
Alfred Jarry tiyatrosuyla, Dada'yı kuran Cabaret Voltaire gösterileri aynı güdüleri paylaşırlar. Her ikisi de, temelde, egemen olan akla/mantığa (metafiziğe), ahlaka, sanata, dile karşı eylemlerdir. Ve bu eylemler, burjuvaziye karşı, onun "özgürlük-eşitlik-kardeşlik" gibi sahte mitlerine karşı; vatanperverlik, milliyetçilik, kahramanlık söylevlerine karşı; açgözlülüğüne, bayağılığına, riyakârlığına karşı saldırılara, sövgülere dönüşür. Sanatlarının dayanağı yergidir, saçmalıktır, abartıdır, aşırılıktır, çılgınlıktır, çocuksuluktur, budalalıktır, şaklabanlıktır, soytarılıktır, gülmecedir; korkunç bir gülmece... Dada'nın kurucularından Richard Huelsenbeck kabare gösterilerinin 'gülünçlüğü'nü şöyle anlatıyor:
Burjuvazinin dünyasının tepesine çıkarak, katılana kadar güldük. Ortalığı kırıp döktük, milleti aşağıladık, gırgırımızı geçtik ve kahkahalarla güldük. Herkese güldük. Kayzere, krala, anavatana, şişko patateslere ve enayilere güldüğümüz kadar kendimize de güldük. Biz gülmeyi ciddiye aldık. Kendi kendimizi keşfetmek için bir anti-art yarattık ve bunun ciddiyetinin yegâne garantisi gülmeydi.[1]
Dadacı Raoul Hausmann da çürümüş bir toplumun umursamazlığına karşı kahkahanın gücünden bahseder:
İyilikle, güzellikle ve değerlerle ilgili safsatayı baştan aşağı yok etmek istiyoruz. Huzur ve güvence vaat etmeyen, dönüşüm ve mücadele içindeki yeni dünyayı içimizden dışarı fırlatabilmek için her şeyi yıkmak, paramparça etmek istiyoruz... Kimsek oyuz: kendi kendilerinin yıkıcıları olan insanlar... Adil ve iyi toplumu çoktan terk ettik. Onların dünyalarının sonu bizi güldürüyor. Çünkü bizim yeni deneylerden, burjuvaziyi kuşatan o panikten korkumuz yok![2]
Bu sözler sanki Alfred Jarry tarafından sarf edilmiş sözlerdir.
1916'da Zürih'te başlayan Cabaret Voltaire suarelerinde başından itibaren Übü'den pasajlar okunur. Zaten bu gösterilerle Jarry'nin tiyatrosu, sadece güdüleri, hedefleri bakımından değil, formları ve stilleri bakımından da ortaktır. Bu form/stil de, varyete, bürlesk, satir, parodi gibi türlerin bir karışımıdır. Jarry'nin kukla tiyatrolarıyla, Dada kabarelerinin kukla kıyafetlerindeki temsilleri de aynı mekaniklere sahiptir: gerçeküstü bir dekor, gürültü sınırlarında sembolist bir müzik; küfür, hakaret, zillet derecesinde anlamsız, saçma, uyduruk bir dil. Hugo Ball'ın 'sözcüksüz şiirleri' ya da Kurt Schwitters'in Ur-Sonat'ı gibi birtakım seslerden oluşan 'şiirler'. Jarry'nin biyograflarından Brotchie, onun "ultra-sembolist" Caesar-Antichrist oyunundaki kimi pasajların dadacı ses şiirlerinin habercisi olduğunu belirtir ve şu repliği alıntılar: "mammamouchi: apogrousalabos triphocaran tatalababa colocopicsoné zoufzouf lapatapoum bottocu pampam".[3]
Bir 18. yüzyıl soytarısı: Farnos Kırmızıburun.
Dada tarihçilerinden Hanne Bergius, Dada'nın Jarry'nin absürd tiyatrosuyla paylaştığı oyunculuğu, 18. yüzyılda ortaya çıkan soytarılıkla, palyoçulukla, maskaralıkla, ve budalalıkla ilişkilendirir. Huelsenbeck'e göre Dada sanatçıları "bu utanç verici çağı, [...] gönüllü budalalıkları ve yanılsamaya olan merakları" sayesinde dışlarlar. Soytarılık ve budalalık, gerek Dada gösterilerinde, gerek Jarry'nin tiyatrosunda ve edebiyatında giderek cinnete dönüşür. Megalomanik bir çılgınlığa dönüşür. Bu çılgınlık bir çocuğun dünyasını da hatırlatır. Bu kadar bastırılmış, ezilmiş olan toplum, deliliğin ve çocukluğun yaratıcı sınırsızlığındaki sanat tarafından özgürleştirilir. Soytarılık, budalalık, çılgınlık ve çocukluk yücelir, dâhileşir.
*
Übü, bütün saldırganlığıyla, ahlaksızlığıyla, bayağılığıyla üstüne üstüne yürüdüğü tiplerin abartılı bir taklididir aslında. Onların çürümüşlüğünü, kokuşmuşluğunu, korkunçluğunu benimser ve onların hakikatini tam da bu sayede teşhir eder. Kendi düzenbazlıkları ve hileleriyle onları yere serer. O yüce ideallerini kutsallıklarından, inandırıcılıklarından, anlamlarından soyar. Baş tacı ettikleri özgürlüğün kölelik olduğunu gösterir. Toplumun, siyasetin patafiziğini yapar. Unutulmamalıdır ki, Jarry'nin hayatı en başta kendi kendisine oynadığı bir oyundur. Ve bu oyunda Jarry, Übü'dür. "Bu farazi şahsiyetin arkasındaki her şey zamanla silinmiştir... yalnız Übü'nün maskesi sapasağlam yerinde kalmıştır".[4]
Picasso, Alfred Jarry Portresi (tarihsiz).
[1] Richard Huelsenbeck, aktaran Hanne Bergius, "Dada as Buffoonery and Requiem at the Same Time", Post-Impressionism to World War II içinde (Londra: Blackwell, 2005) s. 369.
[2] Raoul Hausmann, aktaran Hanne Bergius, "Architecture as the Dionysian-Apollonian Process of Dada", Nietzsche and Architecture of Our Minds içinde (Los Angeles: Getty Research Institute, 1999) s. 115.
[3] Alastair Brotchie, Alfred Jarry-A Pataphysical Life (Cambridge: MIT Press, 2011) s. 105.