Çağdaş Sanat Panoramasında Gerçekler ve Kurgular

31/5/2013 / skopbülten / Necmi Sönmez

Çağdaş sanat ortamında, ister uluslararası, isterse yerel ölçeklerde olsun, kendisini belli eden en önemli faktör artık “kurgu” oldu. Eskiden, çok değil sadece on ya da on beş yıl önce, sanat ortamında profesyonel ile amatör olarak ayrılabilecek iki temel grup önplana çıkardı. Sanatla profesyonel olarak ilgilenenlerden çok, zevk için, kendi tutkularının karşılığını bulabilmek amacıyla ilgilenenlerin oluşturduğu “amatörler” kitlesinin varlığı, her şeyden önce saygıya ve gerçeklere dayalı bir “ortamın” garantisiydi. Günümüzün perspektifiyle bakıldığında hem “saygı”, hem de “gerçekler” artık yürürlükte olmayan kavramlar konumunda ne yazık ki. Bu giriş cümlelerini yazmamın nedeni, geçmişe övgü olarak algılanmamalı. Sanat ile sanat çevresi arasındaki ilişkiler üzerine yoğunlaşmaya çalışırken, Marcel Proust’un ıhlamur çayına batırdığı keki anlattığı cümlelerdeki tutkuyla, “saygı” ve “gerçekler” kavramlarına yakınlaştığımı fark ediyorum.

Karşı karşıya olduğumuz sanat panoramasındaki garipliklerin “sanat” üzerinde kurduğu amansız çemberin hangi stratejiler çerçevesinde geliştiğini, “özçıkar“ ilişkilerinin tüm etkinlikleri belirleyen ana güç olduğu hakkında artık kesinleşmiş bir bilgimiz var. Eskiden profesyonel ve amatörler diye ayırabileceğimiz kitlenin yerine günümüzde “aktif ve pasif” aktörler olarak tanımlayabileceğimiz gruplar var. Bu aktörlerin etrafında dönen “etkinliklerin” (yeni Türkçede buna event deniliyor.) Sanatsal eylem olarak tanımlanması konusunda müthişin ötesine geçen bir ısrar var. Bu etkinliklerin neredeyse tamamının satış ya da satış odaklı olması bir tesadüf değil. Sanat ortamının tartışmadan, diyalogtan, farklı deneylere girmekten çok, “satılabilir olmakla” ilgilenmesi elbette ekonomik bir olgu. Bu konuda gün geçmiyor ki, şaibeli müzayede rekorları arka arkaya sıralanmasın, sözümona “başyapıtlar” el değiştirmesin. Kimin, neden, hangi ölçütlere dayanarak bu çılgın fiyatları ödediği konusunda yapılan konuşmaları bir tarafa bırakırsak, sanat yapıtının bir tür yatırım aracı olarak gündeme gelmesi oldukça yeni bir olgu. Nitekim ülkemizde ekonomi odaklı bir gazete ilk kez sanat yatırımının güvenli bir liman olduğunu manşetine taşıyarak, sanat ortamının yeni aktörleri arasında önemli bir konuma sahip olan koleksiyonerlerin sahip olduğu “ödeme gücünü” gündeme getirdi. Bu açıdan Dünya gazetesinin 11 Mayıs 2013 tarihli sayısına bakmakta fayda var.

“Sanat eserleri en güvenilir liman” başlığıyla verilen haber, sanatın medyadaki algılanırlığı ve biraz önce tanımlamaya çalıştığım “aktörleri” hakkında önemli ipuçları veriyor. Evrim Küçük imzalı, gazetenin iki sayfasına yayılan haberin üst başlığına da bakmakta fayda var: “Krizlerde güvenli bir liman sanat eserleri”. Bozuk Türkçeyi bir tarafa bıraktığımızda bir ekonomi gazetesinin açıkça “sanat eseri alın, yanılmazsınız, kaybetmezsiniz” mesajını vermesi de ilginç. Oysa çağdaş sanat ortamımızın son aylardaki gündemi nasıl olur da elimdekileri “satabilirim” kaygısına odaklanmış bir durumda. Nasıl mı anlıyoruz bunu? Her biri tuğla kalınlığındaki müzayede kataloglarından. Sadece son iki ayda yayınlanan satış amaçlı yayınları üst üste koyduğunuzda küçük bir kulenin oluştuğunu görebiliyorsunuz. Daha önce hiçbir dönemde görmediğimiz kadar yoğun satış çabasının nedenleri hakkında düşünmek gerekir mi bilmiyorum. Açık söylemem gerekirse, bunlar beni fazla ilgilendirmiyor. Günümüzde sanat eserlerinin sosyal, eleştirel, estetik içeriklerinin boşaltıldıktan sonra boş bir kutu, sıradan bir renkli pano ya da paravan konumuna düşürülmesi elbette ülkemizdeki politik gelişmelerle yakından ilgili. Bu konuya eğilmemin nedeni, satış odaklı tüm etkinliklerin gündeme getirdiği “kurgular”. Öylesine garip bir döneme tanıklık ediyoruz ki, birkaç usta satıcının tezgâhladığı ayak oyunu, kimi kez “event”, kimi kez “fuar”, kimi kez de “sergi” olarak hiç beklenmedik noktalarda, mecralarda karşımıza çıkıyor. Bu kurgulamanın “sanatla” uzaktan yakından bir ilgisi olmadığı gibi, gerçeklerin üzerini kapayarak onları ikinci, hatta üçüncü plana iten bir özelliği de var.

 

Sanatın Ötekileştirilmesi

Sanat ortamı olarak tanımlanan çevre gerçekte sanatın ötekileştirildiği bir konum aldığı gibi, “gerçekten” sanatsal bir çaba içinde olanların da dışlandığı bir alan oldu. Bu anlam ve kavram kayması, görünürde epeyce etkinlik yapıldığı hissini uyandırmasına rağmen, samimi bir çaba içinde kendi yolunda ilerleyen yaratıcı sanatçıların iyiden iyiye kabuklarına çekilmesi son zamanlarda oldukça sık olarak gözlemlenen bir durum. Sorumluluk sahibi sanatçıların kendilerini geriye çekmek istemesi anlaşılabilir bir durum elbette. Ama artık aramızda olmayan klasik ve modern dönem sanatçılarının hemen hemen hiç gündeme gelmemesi, yaptıklarının sergilenmemesi önemli bir sorun. Kurumların görevinin bu gibi sanatçılar üzerine etkinlik yapmak olmasına rağmen, dönüp dönüp sanat piyasasının yıldızlarının dev sergilerle önplana çıkarılması da üzerinde düşünülmesi gereken bir konu.

 

 

Naile Akıncı

 

Yeni, farklı ve kişisel yorumlara en çok ihtiyaç duyduğumuz bir zaman diliminde, güncel sergilerde karşılaşılan samimiyetsizlik, satış odaklılık kelimenin tam anlamıyla “katlanılamaz” bir durumda. Bu noktada genç sanatçıların açtıkları sergileri ayrı bir ilgiyle izlemek gerekiyor. Sanatorium’da açılan eş zamanlı iki kişisel sergi, sadece farklı eğilimleri gündeme getirmekle kalmıyor, çalışmalarını sağa sola bakmadan kendi belirledikleri yolda geliştiren iki genç sanatçıyı gündeme getiriyordu. İşlerini ilk kez kişisel bir sergi çerçevesinde ortaya koyan sanatçılardan ilki Emin Mete Erdoğan. Galerinin giriş katında “Dolanık Cern Planları” ismini taşıyan bu sergide farklı çizim teknikleriyle oluşturulmuş büyük boyutlu tuvaller görüyoruz. Erdoğan (1982, İstanbul) tutkulu bir şekilde dev boyutlu makineleri yorumlarken, perspektif olgusunu devre dışı bırakarak farklı deneylere giriyor. Sanatçının yorumladığı makine ve mekanizmalar, her ne kadar Bern kentindeki Cern Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi’ni çıkış noktası olarak alıyor olsa da, tablolarda karşılaştığımız “dünya” soyutlanmış bir karaktere sahip. İkiboyutluluk hakkında ciddi araştırmalara girdiği duyumsanan Erdoğan’ın, renklerin çekiciliğine başvurmadan, kurgularında mekân olgusunu yorumlaması oldukça ilginç görsel sonuçları ortaya çıkarmış. Çizme, çizerek düşüncelerini yorumlama konusunda dikkati çeken bir kararlılığa sahip olan sanatçının akıcı kalemi, acaba Erdoğan animasyon ya da video tekniğiyle çalışsaydı neler ortaya çıkarırdı sorusunu da gündeme getiriyor. Günümüz sanatçılarının en zor tekniği hiç kuşkusuz ki tuval. Köklü geleneği olan bu tekniği kullanarak, yeni ve farklı deneylere girişmek epeyce zor. Erdoğan bu zorlukların bilincinde olarak çalışmalarının ebatlarını büyüttüğünde izleyiciyi adeta içine çeken farklı bir “ara alan” açmayı başarıyor.

Sanatorium'un alt katında ise, Sergen Şehitoğlu’nun “Odb” isimli yerleştirmesi (installation) izleyicilere sunuluyor. Şehitoğlu, fotoğraflarını mekân içinde adeta heykel gibi yorumladığı için “açık uçlu” bir sergi geliştirmiş. Sanatçının (1980, İstanbul) fotoğraflarında karşılaştığımız “kent manzaraları”, bildik anlamda şehir panoramalarını değil, ancak o coğrafyada yaşayanların anlamlandırabileceği “arada kalmış olan mekânları” yorumluyor. Bunlar, metro girişi, arka avlu, yeraltındaki otopark, futbol sahası, üst yaya geçitleri gibi belli bir kimliği olmayan anonim alanlar. Sanatçı objektifini bu sessiz, garip köşelere yönelttiğinde, oldukça farklı sonuçlar elde ediyor. Roman yazarı Hakan Bıçakçı’nın özgün metinlerinin bir video yerleştirmesiyle duvara yansıtılması sunuma ayrı bir farklılık katıyor. Bıçakçı’nın sözcükleri ile Şehitoğlu’nun fotoğrafları arasındaki etkileyici bağ, sergi nedeniyle yayınlanan kitapta da ön plana çıkıyor.

 

 Sanatorium, Emin Mete Erdoğan


 Sanatorium, Sergen Şehitoğlu

 

 

Sanatorium, Sergen Şehitoğlu

Çağdaş Türk Sanatı