Aşağıdaki metin, Annie McClanahan’ın Dead Pledges: Debt, Crisis, and Twenty-First-Century Culture başlıklı kitabına yazdığı Koda bölümünden seçilmiş bölümlerin çevirisidir. Bölümün tamamını okumak için bkz. http://www.sup.org/books
"99 Homes" filminden bir kare
Çağdaş borç, artık toplumsal kaynaşmayı güçlendiren bir mübadele biçimi gibi görünmüyor. Menkul kıymetleştirme [securitization], spekülatif risk ve temerrütün damgasını vurduğu bir dönemde, kredi artık dengeli bir yükümlülük veya karşılıklılık biçimi olarak işlev göremez. Bugün borçlu olmak –insanın geçimini, kredi sağlamaya hazır bir bankaya; başını sokacağı evi, ödemedeki tek bir gecikmeyi tahliye gerekçesi saymaya hazır bir alacaklıya borçlu olması– bitimsiz bir itibarsızlaşma ve mülksüzleşme döngüsüne kapılmak anlamına geliyor. Çoğumuz, her geçen gün büyüyen, yaşayan borçlular kalabalığının parçasıyız.
ABD’de mortgage krizinin hem ev sahipleri hem de kiracılar açısından büyük yıkımlara sebep olmasından kısa bir süre sonra, hacizle el konan evlerin kasten tahrip edildiği yönünde haberler okumaya başladık. Kimi olaylarda verilen zarar, mülklerini kaybeden mal sahipleri evlerinden satabilecekleri değerli eşyaları almaya çalışırken oluşan tali zararlardı: elektrikli aletler, demirbaşlar, bakır borular, bahçe aksesuarları gibi. Fakat bazı olaylarda, vandalizm eylemleri basbayağı öç alma arzusunun ifadesiydi. Ev sahipleri kanalizasyon şebekesine beton döküyordu. Duvarlarda delikler açıyorlardı. Bodrum katlarına, çürüsün diye ölü balık bırakıyorlardı. Evi su veya lağım bassın diye boruları kırıyorlardı – yani evlerinin likidite azlığı sorununu gayet zekice alaşağı ediyorlardı. California’lı bir adam, haciz konmuş evinin etrafına sahte boru bombaları döşemişti.
Peki bütün bu eylemler neyi başarmıştır? Tabii ki haczedilmiş evlerin sahiplerinin evlerini geri kazanmasını sağlamış değillerdir. Ama bir insanın evi konumunda olan bir metayla arasında bambaşka bir ilişki yaratmışlardır. Bu sabotaj eylemleri, meta fetişizminin her örneğini tanımlayan o garip faillik aktarımını altüst edercesine, vandalın direngen failliğini ortaya koyar. Burada vandalın failliği tek bir amaca yönelik değil, sisteme yöneliktir. Tahrip eylemi sadece tek bir kişi için tek bir evi harap etmez; fiilen, metalaştırılmış nesneyi dolaşımdan kaldırır. Metaların kutsallığını ve haklarını koruma yönündeki sapkın girişime karşı, mala yönelik tahribat, kapitalist mübadelenin iki ucu olan sömürü ve kâr sisteminin tamamını baş aşağı eder.
Sabotajın politikası budur. Sabotaj, günümüzün borçluluk koşulları altında değişen örgütlenme ve direniş dinamiklerini anlamımıza imkân verecek can alıcı birkaç politik yapıdan biridir. Metaları dolaşımdan kaldıran veya metaların (ve paranın) dolaşıma girebileceği yolların önünü tıkayan sabotaj, Marx’ın ünlü tanımındaki “üretimin gizli meskeni”ni değil, Jasper Bernes’in “toplumsal yeniden üretim sahaları” dediği şeyi hedef alır. Bernes’e göre toplumsal yeniden üretim, “metaların dolaşımına veya paraya çevrilmesine dahil olan endüstrileri (nakliyat ve perakende satış), sermayenin veya emeğin yeniden üretimini yönetmek üzere tasarlanmış endüstrileri (finans; eğitim ve sağlık hizmetleri); ve nihayet, malların ve bedenlerin akışının idaresiyle ilgilenen endüstrileri, [...] sermayenin ve emeğin bir yerden diğerine akışını ivmelendiren ve yönlendiren, devirlerini ve yeniden üretimlerini hızlandıran alanları kapsar”. Üretimden yeniden üretime, veya üretici sermayeden dolaşım halindeki sermayeye bu şekilde geçiş, kapitalizmle temel ilişkimizin artık işyeri üzerinden yönetilmediği anlamına gelir. Bernes’in önemle işaret ettiği gibi, “işçi sınıfı sermayeyle, dolaşım veya yeniden üretim olarak karşılaşır: mağaza vitrini veya sendika bürosu olarak, hapishane veya üniversite olarak, çevik kuvvet veya AVM olarak...”[1] – veya: yüksek faizli kredi veren mortgage komisyoncusu veya şerif departmanı olarak, haciz celbi veya borç senedi olarak. Sonuçta, borçla tamamlanan, direnişe yönelik her türlü örgütlenme karşısında hareket üstünlüğü elde edecek kadar seyyar ve akışkan bir finans sermayesiyle işletilen, güvencesiz, kısa vadeli ve tipik olarak sendikalaşmamış hizmet işiyle tanımlanan bir birikim tarzı ortaya çıkar. Bu şartlar altında alışıldık radikal örgütlenme biçimleri bir açmazla karşı karşıya kalır.
Dolayısıyla, dolaşımı yavaşlatma veya durdurma girişimleri, tüketici borcuyla işletilen bir ekonominin taktiksel bağlaşığı haline gelmiştir. Mala yönelik tahribattan bina işgallerine, liman ablukalarından otoban kapatmaya, haciz ve tahliyeye karşı barikatlardan öğrenim borcu boykotlarına kadar, yeniden üretim tarzıyla girişilen ve dolaşım bölgelerinde hayata geçirilen çatışmalar, ekonomik öznelerin maruz kaldıkları sömürüye ücretleri üzerinden değil tahliye celpleri üzerinden karşı çıktıkları bir durumu gözler önüne serer. Sabotaj kategorisi altında gruplandırmayı önerdiğim bu taktikler, sermayenin en büyük kâr payını düşük ücretle çalışan işçilerin kredi ihtiyacından devşirdiği bir zaman için en uygun taktiklerdir. Paranın ve metanın pürüzsüz aktarımını güvence altına almaya çalışırken ödemeyi erteleyen kredi karşısında, sabotaj metayı yok eder, mübadeleyi durdurur, ödemeyi hükümsüz kılar. 500 milyon dolar değerindeki öğrenim kredisi senetlerini yakıp küllerini sanat eseri olarak sergileyen Şili’li sanatçı Francisco Tapia [mahlası “Papas Fristas”] üzerine yazan Morgan Adamson’ın dediği gibi, sabotaj, kriz kapitalizminde “sömürü biçimlerini kuvvetlendiren hesaplama ve hesap verebilirlik gibi maddi uygulamalara müdahale eder”. Adamson’a göre sabotaj, “mala yönelik tahribat aracılığıyla, karmaşık sermaye birikimi ağlarını işlemez hale getirir”.[2]
Şili’li Sanatçı Francisco Tapia, 2014 yılında Universidad del Mar adlı özel üniversitenin kasalarından çaldığı 500 milyon dolar tutarındaki öğrenci harç senetlerini yakarak küllerini sergiledi. Tapia’nın bu eylemi yaptığı sırada, Şili’de öğrencilerin ücretsiz kamusal eğitim talebiyle yürüttükleri kampanya üçüncü yılına girmişti.
Özel mülkiyet ve sahiplik mantığına karşı bir direniş biçimi olan sabotaj, konut spekülasyonu ile haczin tekinsizliğine karşı verilmiş tekin bir cevap gibidir. Dahası, sabotaja kolektif bir dayanışma tarzı olarak baktığımızda, salt yıkıcılıktan öte bir yanı olduğunu görürüz. Sabotajın dayanışmacılığı, örneğin tahliyelere karşı yürütülen mahalle kampanyalarında haciz işlemlerini durdurmak veya aksatmak amacıyla hayata geçirilen doğrudan eylemlerde açıkça görülür. Boston’daki Roxbury semtinde, Kent Hayatı (City Life/Vida Urbana) adlı bir mahalle grubu, tahliyeleri ve hacizleri durdurmak için hem ev sahipleri hem de kiracılar adına mücadele etmiş, evleri işgal edip kapıların önünü kapatarak polis girişlerini engellemiştir. Oakland’daki Hacze Karşı Savunma Grubu (Foreclosure Defense Group) da Körfez bölgesinde benzer eylemler gerçekleştirmiştir. Tahliye karşıtı eylemler, özel mülkiyeti savunmayı değil reddetmeyi amaçlamaktadır. Sabotajcılar, dolaşımda olan –haczedilebilir, satılabilir, likit nitelik taşıyan– bir meta olarak mülkiyetin değerini düşürmeyi ve bambaşka bir çerçevede değerlendirmeyi hedeflemektedir: borç güdümündeki yeniden üretim üzerinden değil, paylaşılan kullanım değeri üzerinden. Hacizlere karşı taktiksel bir cevap olan sabotaj, evi, bireysel kimliğin ifadesi olmaktan çıkarıp toplumsal dayanışmanın zeminine dönüştürür.
*
Bu kitapta, kriz zamanında ne tür bir öznelliğin ortaya çıktığı sorusunu ele alırken, kolektivite karşısında bireye, bütünsellik karşısında deneyimselliğe, veya tarih karşısında duygulanımsal olana öncelik vermemiz gerektiğini öneriyor değilim kesinlikle. Borcumuz hakkında hissettiklerimiz, borcumuzun miktarını değiştirmeyecek. Borcun kendisi de, öncelikle bize belirli şeyleri hissettirerek işlemiyor. Borcumuzu ödeyip ödemediğimiz, veya ne zaman ödediğimiz, bir ideoloji veya duygulanım meselesi değil; borcumuzu ödüyorsak, bunu yapmadığımızda kelimenin gerçek anlamıyla risk altında olacağımızdan yapıyoruz. Borcun elle tutulur sonuçları ve gerçek riskleri olduğu için, borç hakkındaki düşüncelerimizin değişmesi yeterli olamaz. Ama bu demek değildir ki, bu tür düşünce ve duygular hemen anlamsız birer bulandırma veya politik geri çekilme olarak tanımlanıp bir kenara bırakılmalı. Soyut ve evrensel, somut ve tikel olandan ayrı değildir. Doğrusu, borcunu ödeyemeyen işsiz çalışanlar da, yüksek faizle ev kredisi alan düşük gelirliler de, öğrenim kredisi borcu içinde olan öğrenciler de, onları içine alan kapitalist bütünselliğin mekanizmalarını, devinimlerini ve sınırlarını görebilmektedir. Söz konusu bütünselliğin hem ürünleri, hem de onunla hesaplaşmaya en kadir öznelerdir onlar. Politik güçleri, kolektif faillik biçiminde de ifade bulabilir (örneğin, öğrenciler kredi borçlarına direnmek için birleştiklerinde), basbayağı zaruret biçiminde de (örneğin, öğrenciler borçlarını ödemekte geciktiklerinde). İki durumda da, politik öznelliğin –ne düşündüğümüzün, ne hissettiğimizin, neye inandığımızın– politik eylemden ayrılamaz olduğunu görebiliriz. Bu noktaya en güzel ve ilham verici biçimde dikkat çekenlerden biri de Chris Nealon olmuştur:
Sermayenin çelişkilerinden doğan dalgalanmalar, kuram dediğimiz şeye dair daha derin, daha eski bir kavrayışa işaret ediyor olabilir: aşkın bir hareket noktası aramak veya bu arayışla ilgili bir eleştiri ortaya koymak değil; hiç durmadan, sermaye rejiminin sadece cefa anlamına geldiği insanlar arasındaki olanaklı dayanışma zeminlerini yoklamak.[3]
[1] Jasper Bernes, “The Double Barricade and the Glass Floor,” in Communization and Its Discontents: Contestation, Critique, and Contemporary Struggles, ed. Benjamin Noyes (Brooklyn: Minor Compositions, n.d.), 161–62.
[2] Morgan Adamson, “Accounting for Ashes: The Art of Sabotage in the Chilean Student Movement,” Minnesota Review 85 (2015): 162, 163.
[3] Chris Nealon, “Value/Theory/Crisis,” PMLA 127.1 (January 2012): 106.