Bu metin, Aylın Dikmen Özarslan ve Tuğhan Utku editörlüğünde Güneş Tıp Kitabevleri tarafından yayına hazırlanan Ölüm ile Yüzleşme: Yoğun Bakım ile Değişenler başlıklı kitapta yer alacaktır. Editörlere destekleri için çok teşekkür ediyorum – yazarın notu.
Michel Foucault’nun belki de en iyi bilinen metinlerinden Cinselliğin Tarihi’nin birinci cildi, yalnızca modern cinsellik tertibatını mercek altına almakla kalmaz, bu tertibatın içinde serpildiği yeni bir iktidar biçimini de tanımlayarak son bulur. Foucault’nun biyo-iktidar olarak tarif ettiği bu iktidar biçimi, hükümranın, yasa ve yasaklama biçimini alan iktidarından çok farklıdır ve öldürme hakkına değil, yaşatma hedefine dayanır. Aşağıda detaylandıracağım şekilde, hükümran tebaası üzerinde mutlak bir öldürme hakkına sahipken ve iktidarı bu şekilde tanımlanıyorken, bu modern iktidar biçimi, esas olarak yaşam üzerinde iş görmeyi, onu geliştirip şekillendirmeyi hedefler. Başka bir deyişle hükümranın iktidarı ancak öldürme hakkını kullanmadığında yaşamda “bırakıyorken”,[1] biyo-iktidarın temel yönelimi yaşatmaktır. Nitekim Foucault Cinselliğin Tarihi’nin birinci cildinin son bölümüne “Ölüm Üzerinde Hak ve Yaşam Üzerinde İktidar” başlığını koyar.
Eldeki metinde, bu iktidar biçiminde öldürme hakkının nasıl dönüştüğünü, artık “iktidarın tasarruflarının dışına düşen”[2] ölümün, yaşatmayı hedefleyen bir iktidar biçimine nasıl yeniden dahil olduğunu göstermeye çalışacağım. Bu amaçla Foucault’nun biyo-iktidarı kavramsallaştırdığı üç temel metni ele alıyorum: Bunlar yukarıda zikrettiğim Cinselliğin Tarihi’nin birinci cildi “Bilme İstenci” ve hemen hemen aynı dönemde Collège de France’ta verdiği Toplumu Savunmak Gerekir (1975-1976) ve Güvenlik, Toprak, Nüfus (1977-1978) dersleridir. Bu metinleri kullanırken de, özellikle eldeki kitabın bağlamını düşünerek tıpla ilgili noktaları ve örnekleri öne çıkarıyorum.
Yalnız bu tartışmaya geçmeden önce, kısaca Foucault’nun iktidarı nasıl kavramsallaştırdığını hatırlatmak isterim. Bütün bu metinlerde ve diğer çalışmalarında Foucault, iktidarı belirli bir kişi veya kurumla ilişkilendirmekten imtina eder. Onun kimin elinde bulunduğuyla değil, nasıl işlediği ve ne tür etkiler ürettiğiyle ilgilenir. Nitekim Güvenlik, Toprak, Nüfus derslerinin ilkinde, iktidarı çözümleme yöntemini şu şekilde açıklamıştır:
Bu çözümlemede söz konusu olan, iktidarın hangi yollardan geçtiği, nasıl işlediği, kiminle kimin arasında, hangi noktayla hangi diğer nokta arasında, hangi yöntemleri kullanarak ve hangi etkilerde bulunarak işlediğidir. O halde bu, iktidarın ne olduğuna dair bir teori değil, bir iktidar teorisinin başlangıcı olabilir ancak. Fakat bunun koşulu, iktidarın bir töz, bir yerlerden akan bir sıvı olmadığını kabul ederek, onu sadece –başaramasalar bile– iktidarı sağlama rolü ve işlevini üstlenen, bunu konu edinen bir dizi mekanizma ve usul olarak anlamaktır. İktidar bir usuller bütünüdür.[3]
Bu usuller bütününün özelliği eylem alanlarını yapılandırması, böylece tutum ve davranışların yönlendirilerek, muhtemel sonuçların “düzene konmasıdır”.[4] “Bir iktidar ilişkisini tanımlayan,” der Foucault, “doğrudan ve aracısız olarak başkaları üzerinde değil; başkalarının eylemleri üzerinde eylemde bulunan bir eylem kipi olmasıdır: eylem üzerinde potansiyel veya fiilî eylem, gelecekteki ya da şu andaki eylemler üzerindeki bir eylem”.[5] Demek ki, iktidar üzerine buradan hareketle yürütülecek bir çözümleme, iktidarın mevkiini tayin etmeye değil, nasıl işlediğini ve eylemler üzerinde nasıl etki ettiğini anlamaya çalışacaktır. Bu da bizi iktidarı baskı ve zor mekanizmalarıyla eşitlemeyen bir kuramsallaştırmaya götürür.
Kralın Kellesi Hâlâ Uçurulmadı!
Cinselliğin Tarihi’nin yukarıda söz ettiğim birinci cildi Bilme İstenci’nde, araştırmalarının amacını anlattığı bir bölümde Foucault iktidar çözümlemelerinde “kralın kellesinin hâlâ uçurulamamış” olmasını eleştirir.[6] Ona göre iktidar hâlâ yalnızca baskıcı yönüyle düşünülmekte, yasa (veya yasak) şeklinde okunmakta ve bu yasa, “hep kılıçtan söz etmektedir”. Başka bir ifadeyle, kendisine karşı çıkanlara mutlak bir tehditle, yani ölüm tehdidiyle karşılık verdiği, işleyişinin buna dayandığı düşünülmektedir.[7] Oysa bu, iktidarın ancak bir yönü, Foucault’nun terminolojisini kullanacak olursak bir kipidir. Hükümrana özgü bu “egemen iktidarın”[8] ayırıcı özelliği, yaşam ve ölüm üzerinde hak iddia edebilmesidir ve kökeninde Romalı aile reisinin çocukları ve köleleri üzerinde uygulayabildiği patria potestas yatar: daha açık bir ifadeyle, aile reisinin “verdiği” yaşamı geri alabilme hakkı. Klasik kuramcılarda bu hak daha yumuşamış bir şekilde karşımıza çıkacaktır: Hükümran bu hakkı uyrukları üzerinde koşulsuz olarak değil, ancak kendi varlığı tehlikeye düştüğünde kullanabilecek, yani onlardan varlığını koruması için kendilerini tehlikeye atmalarını isteyebilecektir. Öte yandan varlığını tehdit eden bizzat kendi uyruğu olduğunda, o kişinin yaşamı üzerindeki tasarrufunu yine dolaysızca kullanabilmekte ve ceza olarak onun canını alabilmektedir. Foucault bu kullanımın daha geniş bir “tasarruf hakkı” bağlamında değerlendirilebileceğini yazar: Hükümran “ürünleri, malları, hizmetleri, emeği” zorla ele geçirdiği gibi, yaşama da el koyabilir.[9]
Ne var ki, egemen iktidara özgü bu teknik ve usullerde Klasik Çağ’dan itibaren bir dönüşüm yaşanmıştır. Çünkü bu teknik ve usuller “[h]em nüfus patlamasına maruz kalan hem de sanayileşme sürecinden geçen bir toplumun ekonomik ve politik bünyesini yönetmekte aciz kal[mıştır]”.[10] Artık tabi kılmaya çalıştığı, boyun eğdirmeyi denediği güçleri öncelikle çoğaltmayı ve geliştirmeyi hedefleyen yeni bir iktidar mekaniği şekillenmektedir.[11] Foucault bu yeni mekaniğin izini Hıristiyan kurumlarına özgü pastoral iktidara dek sürer.[12] Pastoral iktidarın işleyişi farklıdır ve çobanın sürü üzerindeki iktidarına benzer.[13] Tebaasından kendisini feda etmesini isteyen kralın aksine çoban, sürünün yaşamını ve selametini görev edinmiştir. Bu görevi yerine getirmek için de, hem sürüdeki koyunların her birini hem de sürünün bütününü tanımak zorundadır. İşte din adamı da aynı çoban gibi, dünyadaki kulların öbür dünyadaki selametini sağlamak amacıyla onları tanır, izler, kollar. Foucault’ya göre modern devlet bu yaklaşımı devralacak fakat onu bu dünyadaki selamet uğruna işe koşacaktır. Böylece tinsel kurtuluş şeklinde anlaşılan selamet, yerini sağlık, refah, emniyet, kazalara karşı korunma gibi bu dünyaya özgü kaygılara bırakacak; iktidarın “görevlileri” (örneğin polisler, hekimler) de bu kaygıları karşılayacak şekilde çeşitlenecektir.[14] Öyleyse baskıcı iktidar modelinde ısrarcı olmak, modern devleti “bireylerin üstünde, onların ne olduğunu hatta varlıklarını görmezden gelerek gelişmiş bir şey olarak”[15] tahayyül etmek, modern iktidarın işleyişinin önemli bir yönünü gözden kaçırmak anlamına gelmektedir.
Bedenin Anatomo-politikası ve Nüfusun Biyo-politikası
Bu tür bir tuzağa düşmemek için, modern devlete özgü yeni iktidar mekaniğinin bir yandan bireyselleştirici diğer yandan bütünselleştirici ikili işleyişini mercek altına almak gerekir. Çünkü tıpkı çobanın hem koyunların her birini hem de sürünün bütününü takip etmesi gibi, modern iktidar da, bir yandan her bir bireyle (bedenle), diğer yandan bir bütün olarak nüfusla ilgilenmelidir. İşte tarih sahnesine kademeli olarak çıkan “bedenin anatomo-politikası” ve “nüfusun biyo-politikası” da, modern iktidarın iki gelişim kutbunu oluşturur:
Kutuplardan biri ve anlaşıldığına göre ilk oluşanı [17. yüzyıl], bir makine olarak ele alınan bedeni merkez almıştır: Bu bedenin terbiyesi, yeteneklerinin artırılması, güçlerinin ortaya çıkarılması, yararlılığıyla itaatkârlığının koşut gelişmesi, etkili ve ekonomik denetim sistemleriyle bütünleşmesi, bütün bunlar disiplinleri şekillendiren iktidar yöntemleriyle sağlanmıştır: insan bedeninin anatomo-politikası.[16]
Okul, ordu, fabrika gibi kurumlarda en tipik örneklerini görebileceğimiz bu disipliner yöntemler, bedenleri alıştırma ve talimlerle güçlendirir, eğitir; sıraya dizilmiş ve birbiri ardına gerçekleştirilmesi gereken ödevlerle işe koşar; eşzamanlı olarak ayrıştırır, gözetler ve yeri geldiğinde cezalandırır.[17] Bütün bu süreç aynı zamanda belirli davranış normlarının (belirli bir saatte güne başlama, ömrün belirli bir döneminde okula, sonrasında işe devam etme vb.) benimsenmesi ve yaşamın bu normlar uyarınca şekillenmesi anlamına gelir. Bedensel kapasiteler bu normlar uyarınca ve belirli amaçlara koşulacak; bu normları benimseyen ruh, “bedenin hapishanesi” haline gelecektir. [18]
Biraz daha geç, yani 18. yüzyıl ortasında oluşan ikinci kutup, tür-bedeni, canlı varlığın mekaniğinin etkisinde olan ve biyolojik süreçlerin dayanağını oluşturan bedeni merkez almıştır: Bollaşma, doğum ve ölüm oranları, sağlık düzeyi, yaşam süresi ve bunları etkileyebilecek tüm koşullar önem kazanmıştır; bunların sorumluluğunun yüklenilmesi bir dizi müdahale ve düzenleyici denetim yoluyla gerçekleşir: İşte bu da nüfusun biyo-politikasıdır.[19]
Bu kez “insanlar asal olarak bedenlerden ibaret oldukları için değil, tersine, yaşama özgü ve doğum, ölüm, üretim, hastalık vesaire gibi süreçler olan toplu süreçlerden etkilenen, global bir kitle oluşturmaları” hasebiyle iktidara konu olurlar.[20] Bu yeni mekaniğin de bağlantılı bulunduğu bir yığın ekonomik ve siyasal sorun vardır. Özellikle hastalıklar, bu dönemde yeni bir dikkatin konusu haline gelir: Ancak bunlar, Ortaçağ boyunca yol açtıkları toplu ölümlerle “hoyratça yaşamın üzerine çullanan” ve siyasal iktidarı tehdit eden büyük salgınlar değil, “yaşamın içine sızan onu sürekli kemiren, küçülten ve zayıflatan” hastalıklardır. Güçlerin eksilmesine, daha az çalışılmasına, üretimdeki düşüş kadar tedavilerin artırdığı ekonomik maliyetlere neden olurlar.[21] Ayrıca yaşlılık gibi bireyleri çalışamaz duruma getiren görüngüler, sakatlıklar, anomaliler, tür olarak insan ve çevresi arasındaki ilişkiler, örneğin bataklıklarla ilgili sorunlar ve onlardan kaynaklanan hastalıklar veya yine ortam olarak kentlerin hijyeni bu yeni iktidar mekaniğinin ilgi alanına girer.[22] Görüldüğü üzere bunlar ekonomik ve siyasal etkileri itibariyle dikkate değer, fakat ancak kitlesel düzeyde ele alındıklarında okunabilir hale gelen görüngülerdir. Bireysel düzeyde rastlantısal ve öngörülemez gibi görünürler. Hastalanma ve ölüm oranlarını düşürmek, doğum oranlarını artırmak, yaşamı uzatmak gibi hedeflerin ancak nüfus ölçeğinde bir anlamı vardır. İşte nüfusun biyo-politikası, anatomo-politika gibi bedensel güçleri geliştirmeyi hedefleyen ama bunu nüfus ölçeğinde ve farklı teknik ve usullerle yapmaya çalışan bir iktidar kipidir. Tesadüfe bağlı varyasyonları, güvenlik mekanizmalarıyla donatarak onları kendi içlerinde telafi etmeye, böylece tehlikeli olaylar dizisini kitle ölçeğinde denetlemeye, bu olayların olabilirlik koşullarını düzenlemeye ve olumsuz etkilerini gidermeye çalışır.[23]
Buradan da anlaşılacağı üzere, bu yeni iktidar teknolojisinin iki bağlaşığı vardır: öncelikle, bilimsel ve siyasal bir problem olarak nüfus. Daha açık bir ifadeyle, nüfus artık istatistik vb. kitleler ölçeğinde çalışan bilimler tarafından bilgisi derlenecek, polis, tıp vb. tekniklerle de düzenlenmeye çalışılacak bir alan olarak karşımıza çıkar.[24] İkinci olarak ve tam da bu noktadan hareketle, kamu sağlığı ve hijyen eğitimi görevini üstlenen, tedaviler arası eşgüdümü hedefleyen ve bilgiyi merkezîleştiren yeni bir tıbbi bilgi alanı.[25] “Veya,” der Foucault, “tıpla hijyenin belirli bir kombinasyonu”. 19. yüzyılın politik teknolojisi dahilinde bu kombinasyon çok önemli bir öğe haline gelmiştir, çünkü bir yandan bedenin diğer yandan nüfusun, bir yandan biyolojik diğer yandan organik olanın bilimsel bilgisini üretmiş ve aynı zamanda hem disiplinci hem düzenleyici bir müdahale tekniği haline gelmiştir. [26]
Disipliner ve Düzenleyici İktidarın Ayrışması
Yukarıda görülebileceği üzere Foucault, Cinselliğin Tarihi’nde ve Toplumu Savunmak Gerekir (1975-1976) derslerinde öldürme hakkı üzerinden işleyen egemen iktidarın karşısına, yaşatmayı hedefleyen biyo-iktidarı çıkarmış, onu da disipliner ve düzenleyici olmak üzere iki gelişim kutbu ekseninde ele almıştır. Bu iki kutup farklı ölçeklerde işleseler dahi, işlevsel olarak ilişkili olup (bedenin güçlerini artırmak) modern iktidarın “çifte kısıtlamasını” (double bind) oluştururlar.[27] Foucault Collège de France’ta bir sonraki yıl verdiği Güvenlik, Toprak, Nüfus (1976-1977) derslerinde benzer bir çerçeve izlemekle birlikte, bu kez iktidarı daha başından üç kip etrafında ele alacak ve disipliner teknikleri egemen iktidarın işleyişine yakınlaştırarak, düzenleyici iktidarı (artık düzenleyici iktidardan değil, “güvenlik” teknolojilerinden söz edecektir) ayrı tutacaktır.[28]
Foucault iktidarın üç kipi arasındaki bu farklılaşmayı açıklamak üzere, derslerine yasak biçimini alan basit bir yasayla başlar, “öldürmeyeceksin” veya “çalmayacaksın” şeklindeki yasadır bu.[29] Egemen iktidar söz konusu olduğunda, bu yasanın ihlali idam, sürgün veya tazminatla cezalandırılacaktır (yasa/k-ihlal-ceza). İkinci kipte, yani disiplinci iktidarda yine benzer yasaklar vardır ama bu yasakların ihlali durumunda uygulanacak cezalar bir dizi denetim ve gözetim mekanizmasıyla ilişkili şekilde kurulmuştur. Bir yandan hırsızın çalmadan önce kim olabileceğini belirlemek söz konusudur, diğer yandan “idam, tazminat ya da sürgünün nihai ve gösterişli ânından” ibaret olmayan ve kapatılma biçimini alan bir cezalandırma pratiği devreye girer. Bu cezalandırma pratiği suçluyu dönüştürmeye çalışan bir dizi ıslah tekniği içermektedir (zorunlu çalışma gibi). Disiplinci iktidarın özelliği, “yasayı oluşturan yasama edimiyle suçluyu cezalandıran adli edimin dışında, bunlarla komşuluk içerisinde, bireylerin gözetilmesini, teşhis edilmesini ve hatta dönüştürülmesini amaçlayan bir dizi polisiye, tıbbi ve psikolojik tekniğin belirmesidir”.[30] Demek ki yasama edimi ve cezalandırma sürer ama komşu pratiklerle yeni bir boyut kazanır. Üçüncü kipe, yani güvenlik düzeneklerine geldiğimizde ise bu işleyişin tümüyle değiştiğine şahit oluruz. Artık sorun, bir suçun “mesela hırsızlığın, toplumsal ve ekonomik olarak kabul edilebilir sınırlar içerisinde ve verili bir toplumsal işleyiş açısından en verimli olduğu düşünülen bir ortalamada nasıl korunacağı sorunudur”.[31] Görüldüğü üzere artık bireysel suçlar değil, suçun dağılımı mesele edilmektedir: Bir suçun belirli bir yerde işlenme sıklığı nedir, bu sıklığı etkileyen faktörler nelerdir, bu suçun topluma maliyeti nedir, önlenmesi için alınabilecek tedbirlerin veya belirli biçimlerde cezalandırmanın maliyeti nedir? Güvenlik düzenekleri olumlu öğeleri olabildiğince artırmak, hastalık veya suç gibi olumsuz öğeleri ise olabildiğince düşürmek üzere, olasılıklar üzerinde yapılan çalışmalara işaret eder ve bu çalışmalar her zaman maliyet hesaplarıyla el ele gider.[32]
Foucault bu tasnifi hastalıklar üzerinden de örneklendirir ve sırasıyla cüzam (dışlama sorunu), veba (karantina sorunu) ve çiçek (salgın hastalıklar sorunu) üzerinde durur. Bu hastalıklar karşısında alınan tedbirler, sırasıyla yukarıda anılan üç iktidar kipine denk gelmektedir. Cüzam sorununa cevaben geliştirilen çözüm, bir yandan nizamnamelere (yani hukuka) diğer yandan ritüellere (yani dine) dayanmaktadır ve esasen bir yasaklama edimidir (egemen iktidar): Toplumu cüzam olanlar ve olmayanlar arasında ikiye bölerek, ilkine kenti yasaklar, onu sürgün eder. Veba olayını düzenleyen nizamnameler ise tamamen farklıdır: Bu nizamnameler, müfettişin teftişini zorunlu kılan, etraflı bir denetim ve gözetim sistemi öngörür (disiplinci iktidar); hastalığı, insanların hangi saatlerde dışarı çıkabileceğini, evlerinde neler yapmaları, nasıl beslenmeleri gerektiğini vs. düzenleyerek kontrol altına almaya çalışır. Çiçek hastalığına getirilen çözüm ise bambaşka bir mantığı takip eder. Bu çözüm aşılamadır. Aşılama risk hesaplarına dayanır: Kaç kişi, kaç yaşında, hangi oranlarda çiçek hastalığına yakalanabilir, ölüm oranları hangi aralıkta seyreder, aşıya rağmen hastalanma ve ölme riski nedir, bütün bunların nüfustaki dağılımı nasıldır?[33] Görüldüğü üzere, artık hastayı dışlamayı, yok etmeyi veya hasta olmayanla teması ortadan kaldırmayı düşünmeyen, bunun yerine “hasta olanla olmayanların kesintisiz, sürekli bütünlüğünü, yani kabaca nüfusu” ele alan ve hastalanma ve ölüm oranları üzerinde bu nüfus genelinde çalışan bir iktidar teknolojisi vardır (güvenlik düzenekleri). Bu teknoloji, nüfusun farklı kesimleri için normal sayılan oranların hesaplanmasını gerektirir. Nihayetinde hedef, genel ortalamayla karşılaştırıldığına elverişsiz görünen değerlerin, bu genel ortalamaya çekilmesidir. Foucault’nun bu noktada verdiği örnek, üç yaşından küçük çocuklardaki çiçek hastalığı oranının (nüfusun geneline oranla yüksektir) genel ortalamaya indirilmesidir. İşte önleyici tıp (eldeki örnekte aşılama) bu diferansiyel normallikler oyununa müdahale ederek, farklı oranları aynı seviyeye getirmeyi, böylece yaşam üzerinde olumsuz etkileri olan görüngüleri –maliyet hesaplarını da dikkate alarak– seyreltmeyi dener.[34]
Ölümün Biyo-İktidara Dahil Olması
Hastalık örneğinde daha iyi görüldüğü üzere, modern iktidarın belirgin özelliği bedensel ve biyolojik addedilen düzeyler üzerinde müdahil olmaya başlamasıdır. Anatomo-politika/disiplinci iktidar bireyleri/bedenleri hedeflerken, biyopolitika/güvenlik düzenekleri nüfus ölçeğinde ve insan türü üzerinde, “canlı varlık olarak” insan üzerinde çalışmaktadır. Öyle ki Foucault modernliğe özgü “biyolojik bir eşikten”[35] ve “biyolojik olanın devletleştirilmesinden”[36] söz eder: Ona göre “modern insan, bir canlı varlık olarak yaşamını kendi siyaseti dahilinde söz konusu eden bir hayvandır”.[37] Artık ölüm hakkına dayalı iktidar biçimi geri çekilmekte, yaşam üzerinde hüküm süren bu yeni iktidar biçimi öne çıkmaktadır.
Foucault bu iktidarın dışavurumunu ölümün diskalifiye edilmesinde, kamuya açık ölüm ayinlerinin silinişinde görür. Önceden ölüm, (bu dünyada ve hükümrana özgü) bir iktidardan, bir hukuktan, bir yargı merciinden, (öteki dünyadaki) bir diğerine geçiş anlamına geliyor, bütün bu geçişler ritüeller etrafında düzenleniyor ve böylece ölüler büyük kalabalıkların eşlik ettiği görkemli törenlerle uğurlanıyordu. Oysa bu yeni iktidar biçiminde ölüm artık iktidarın sınırı anlamına gelecektir: Hükümranın mutlak iktidarının ifadesiyken, artık iktidarın dışına düşendir; “bireyin her türlü iktidardan sıyrıldığı, kendine döndüğü” andır. Bundan böyle iktidar, ölüm üzerinde değil ancak ölüm oranları üzerinde söz sahibidir. Böylece ölüm ânı ve ölüyü gömme de gittikçe daha saklı hale gelir.[38]
Fakat bu iddiayla yetinmek mümkün değildir. Çünkü Foucault’nun da hatırlattığı gibi, “savaşlar hiçbir zaman 19. yüzyıldan bu yana yapılanlar denli kanlı olmamış, [...] bu zamana değin hiçbir rejim kendi nüfusu üzerinde böylesi soykırımlar uygulamamıştır”.[39] Modern iktidarın yaşatma hedefi düşünüldüğünde, bu nokta açıklanmaya muhtaçtır. Yaşamı hedef alan siyasal bir iktidar için,
öldürmek, ölümü talep etmek, ölüme çağrı çıkarmak, öldürtmek, öldürme emrini vermek, yalnızca düşmanlarını değil ama kendi yurttaşlarını bile ölüme atmak nasıl mümkün olur? Asal olarak hedefi yaşatmak olan bu iktidar nasıl ölüme bırakabilir?[40]
Burada ele aldığım metinlerde Foucault bu sorulara iki farklı cevap vermiştir. Bu farklılaşma, nüfusun nasıl kavramsallaştırıldığıyla ilişkilidir. Sırasıyla ele alınacak olursa, biraz daha erken tarihli Cinselliğin Tarihi ve Toplumu Savunmak Gerekir’de bu cevap ırkçılıktır; geleneksel ırkçılıktan (ırklar arası düşmanlık, nefret) farklı olarak modern devletin işleyişine kazınmış olan bu ırkçılık, yaşaması gereken ile ölmesi gereken arasındaki sınırı çizmeye yarar. Etnik değil, biyolojik bir ırkçılık biçimidir bu. İnsan türüne has biyolojik süreklilik içinde ırkların ayrışması, bu biyolojik alanı kendi içinde parçalamanın bir yoludur: Böylece nüfusu meydana getiren topluluklar alt-gruplara ayrılabilir ve bu gruplar birbirlerine oranla ileride veya geride konumlandırılabilir.[41] Geride konumlandırılanların elenmesi, ileride olanların yaşamını güvence altına aldığı oranda meşrudur: “[A]şağı türler yok olma eğiliminde oldukça, anormal insanlar ortadan kaldırıldıkça ben –birey olarak değil fakat tür olarak– daha çok yaşarım, daha güçlü olurum, daha sağlıklı olurum, daha çok çoğalabilirim”.[42] Artık öldürme hakkı yaşatma görevinin diğer yüzüdür.[43] Öldürme kararı alan rejimler, bunu yaşamı sürdürme, bedenleri ve ırkları yönetme sıfatına dayanarak yapabilmiştir. Foucault bu noktada nükleer silahları örnek verir:
Bir halkı toptan ölüme mahkum etme gücü, bir başka halkın varlığını sürdürmesini sağlama gücünün öbür yüzüdür. İlke şudur: Meydan savaşlarının dayandığı taktik olan “yaşayabilmek için öldürebilme” fikri, devletlerarası bir strateji ilkesine dönüşmüştür; ama söz konusu olan, egemenliğin hukuksal varlığı değil, bir halkın biyolojik varlığıdır.[44]
Bu bağlamda düşmanlar, “siyasal anlamda” düşmanlar değil, “nüfus için ve nüfusa göre” konumlanmış iç ve dış tehlikelerdir. Ölüme mahkum etmek siyasal bir zafere değil, biyolojik tehlikenin bertaraf edilmesine işaret eder. Aşağı ırkların elenmesi, yaşamın gittikçe daha sağlıklı ve arı olacağı anlamına gelecektir.[45] Öyle ki sömürgeci soykırımla başlayan bu süreç,[46] suçlular veya akıl hastaları kadar siyasi rakipler üzerinde de işleme konarak kendi içinde çeşitlenecek ve yayılacaktır (siyasal ölüm, ülke dışına sürme, kimileri için ölüm riskini çoğaltma vb. dolaylı mekanizmalar da dahil olmak üzere).[47]
Yaşatmayı hedef alan bir iktidarın ölüme nasıl kapı araladığı sorusuna Foucault’nun verdiği ikinci cevap, Güvenlik Toprak Nüfus’ta, Fizyokratlar üzerinde yaptığı ve liberalizm çözümlemesine başladığı derste karşımıza çıkar. Yukarıda da söz ettiğim üzere, bu farklılaşma nüfusa dair başka türlü bir okumanın ürünüdür. Cinselliğin Tarihi ve Toplumu Savunmak Gerekir’de nüfus, üzerinde düzenleyici tekniklerin uygulandığı bir çokluk olarak görülürken, Güvenlik Toprak Nüfus’ta “denetimi kesinlikle kabul etmeyen, devlet tarafından ‘sahiplenilemez’ ve [kendi] mekanizmaları ve süreçleriyle kendi haline bırakılması gereken bir alan” şeklinde tahayyül edilir.[48] Bu çözümlemede Foucault liberalizmi mercek altına alır ve Fizyokratların toplum ve ekonomi üzerine görüşlerinden yola çıkar. Fizyokratlara göre nüfusun bir doğası vardır ve nizamnameler bunu değiştiremez. Nüfus, üzerinde uygulanmak istenen etkiler karşısında büyük oranda geçirimsizdir ama dönüşüme tümden kapalı da sayılmaz. Ne var ki nüfus üzerinde etki edebilmenin yolu, buyurmak değildir. Aksine, “hesaplama, çözümleme ve düşünsel çaba yoluyla” nüfusa özgü fenomenlere hâkim olmak gerekir.[49] “Kazalardan, rastlantılardan, bireysel davranışlardan ve konjonktüre bağlı nedenlerden kaynaklandıkları için değişken oldukları düşünülen”[50] bu fenomenleri okunur hale getirmek ve onların kendilerini regüle ederek, olumsuzlukları kendi kendilerine telafi etmelerini sağlamak mümkündür. Burada ölüm, nüfus üzerinde yaşamı çoğaltmaya yönelik müdahalenin bağlaşığı değil, nüfusa özgü fenomenleri kendi işleyişlerine bırakmanın bir sonucu olarak karşımıza çıkar.
Foucault’nun Fizyokrat Louis-Paul Abeille’e atıfla uzun uzun anlattığı azlık örneği bu noktada açıklayıcıdır.[51] Azlık Abeille’e göre “bir ulusu hayatta tutmak için gerekli olan tahıl miktarındaki anlık yetersizliktir”.[52] Bu ender bulunma durumu, fiyatları artırır; artan fiyatlar üreticiyi ürünü elinde tutmaya teşvik eder; bu da ürünü daha da az bulunur hale getirir. Kendini yeniden üretmeye meyilli bu durum, beraberinde ayaklanmaları getireceği için hükümetler açısından önemli bir sorundur. Foucault bu soruna cevaben önerilen iki çözümü karşılaştırır. Merkantilistlerin önerisi, muhtelif sınırlandırmalar getirmektir (disiplinci iktidar): fiyatların sınırlandırılması, biriktirmenin yasaklanması, ihracata kotalar konması. Bunlara zorlamalar eşlik eder: insanların tahıl ekmeye zorlanması, tüccarın malını satmaya zorlanması vs. Amaç tahıl fiyatlarının, köylülerin kârının ve insanların beslenmek için harcamaları gereken miktarın mümkün en düşük düzeyde tutulmasıdır. Tahıllar en hızlı şekilde ve en düşük fiyata piyasaya sürülecek ve böylece fiyatların artması, insanların ayaklanması önlenecektir. Fakat Fizyokratlara göre bu, tam da istenenin tersine yol açar: İnsanlar ne kadar az kâr ederse o kadar az tohum ekebilecek, en ufak bir olumsuz koşul yeniden azlığa yol açacaktır. Dolayısıyla Fizyokratlara göre sınırlama getirmek bu sorunu çözmez, aksine ticaret serbestisini ve tahılların dolaşımını teşvik etmek gerekir. Azlık, Abeille ve Fizyokratlar için bir musibet değil, doğal bir fenomendir, ne iyi ne kötü. Bu doğal fenomeni üretimden satın almaya kadar izlemek ve anlamak gerekecektir. Artık çözümleme, değiş tokuşun mevkii olan piyasayla ve azlığın ortaya çıktığı zaman dilimiyle sınırlı kalamaz. Aksine tahılın bütün serüvenine odaklanmalıdır: “toprağın kalitesi, yetiştirmedeki özen, kuraklık, sıcaklık, nem gibi iklim koşulları, bolluk ya da ender bulunma, piyasaya sürülme vb. mekanizma ve yasalar uyarınca başına gelebilecek ve bir anlamda doğal olarak gelebilecek her şeyle birlikte tahılın kendisi”. İşte üzerinde etkide bulunulmak istenen şey tahılın dalgalanmasındaki bu gerçekliktir. Foucault’nun detaylıca ele aldığı örneği özetlersek, fiyat artışının serbest bırakılmasıyla başlayan döngü, üretimin artmasıyla devam eder. Ancak depolamanın önündeki sınırların kaldırılması ve ihracatın teşvik edilmesiyle birlikte, üretimdeki fazlanın bir kısmı piyasadan çekilir ve fiyatlar da yüksek kalır. Böylece Merkantilist çözümde mümkün olmayan bir durum ortaya çıkar: Üründeki bolluğa yüksek fiyatlar eşlik edebilecektir. İklim koşulları elverişsiz olduğunda bile, ürün azalacak, fiyatlar yükselecek, ancak yükselen fiyatlar yabancı tüccarları çekecek ve ticaret serbestisi sayesinde buğday azaldığı anda çoğalma eğilimine girecektir. Öyleyse kendini regüle eden piyasa, dengeleri sağlayacak; liberal çözüm (yasakların kaldırılması, serbest dolaşım) zamanla olumsuzlukların iptalini getirecektir.[53]
İşte ölüm olgusu bu noktada yeniden karşımıza çıkar. Çünkü genel olarak azlık ortadan kalkacak, fakat piyasanın dengesini bulması zaman alacaktır. Öyleyse azlığın ortadan kalkmasının koşulu, “bir dizi insan için, bir dizi piyasa için, bir tür enderliğin, bir tür pahalılığın, buğday alımında bir tür zorluğun, dolayısıyla bir tür açlığın ve hatta belki de insanların açlıktan ölebileceği bir durumun” devam etmesidir. Piyasanın dengesini bulmasını beklemek, bu insanları “ölmeye bırakmak” demektir. Onları “ölmeye bırakmak,” der Foucault, “yokluğu bir hülya haline getirmenin ve [onun] önceki sistemlerde onu tanımlayan haliyle yekpare bir musibet olmasını engellemenin yoludur. Böylelikle azlık-olayı [ikiye] ayrılmış olur. Musibet-azlık ortadan kalkar ama bireyleri öldüren azlık ortadan kalkmaz, hatta kalkmamak durumundadır.”[54] Bir kez daha nüfusun belirli bir kesiminden feragat edilmesi söz konusudur. Bir kez daha bu, nüfusun bütününün iyiliği adına istenir.
Sonuç Yerine: Kim Yaşatılmaya Değer?
Öyleyse Foucault’nun iktidar analizlerinde izini sürdüğü modern iktidarın işleyişi, ölümü tümüyle dışarıda bırakmamaktadır. İster Cinselliğin Tarihi ve Toplumu Savunmak Gerekir’deki gibi nüfus üzerinde bir müdahalenin aracı olarak görülsün, ister Güvenlik, Toprak, Nüfus’taki gibi kendi haline bırakılan ekonomik işleyişin geçici etkilerinden biri sayılsın, ölüm biyo-iktidarda içkindir. Bir bütün olarak nüfusu hedef alan yaşatma çabası, hiçbir zaman nüfusun bütününü kapsamaz. Aksine nüfusun belirli bir kesiminin, ‘bütünün’ iyiliği için elenmesini getirir. Bu noktada akla gelecek soru, bu elemenin hangi ilkeler uyarınca nasıl çalıştığı, kimlerin yaşatılmaya değer bulunduğu veya bulunmadığıdır. Foucault bu soruyu doğrudan ele almaz ve sonraki yıllarda verdiği derslerde öncelikle neoliberalizm tartışmasına, daha sonra Antikçağ’a dönerek kendilik tekniklerine odaklanır.
Fakat Foucault’nun biyopolitika çözümlemesini dönüştürerek yeniden kurgulayan Giorgio Agamben, Judith Butler, Achille Mbembe gibi isimler bu soruyu da dikkate almışlar ve farklı açılardan kimlerin ölüme bırakılabildiğini sorgulamışlardır. Agamben Kutsal İnsan kitabında hem dünyevi hem ilahi hukukun dışında bırakıldığı için çifte dışlamaya maruz kalan homo sacer örneğini verir.[55] Homo sacer’in yaşamı öyle kıymetsizdir ki, onu öldürmek cinayet sayılmaz (tıpkı gaz odalarında yakılan insanlarınki gibi). Demek ki hukukun dışına terk etmek, öldürülebilir kılmanın araçlarından biridir (gaz odalarında yakılanların öncelikle vatandaşlıktan çıkarıldıklarını hatırlamak da burada uygun olacaktır.)[56] Butler bu sürecin temsil mekanizmalarındaki karşılığına bakar. 11 Eylül ertesinde ABD’nin Ortadoğu’da yaptığı askerî müdahalelerden ve bu müdahalelerin medyadaki temsil biçimlerinden yola çıkarak, toplumsal kavranabilirlik çerçevelerine daha baştan dahil edilmemenin bazı kesimleri nasıl insan-dışılaştırdığını ve onları öldürülebilir kıldığını tartışır.[57] Mbembe, “nekropolitika” kavramını geliştirdiği çalışmasında öldürülebilirliğin bir yandan sömürgecilikle, diğer yandan günümüzde teröre karşı yürütülen savaşlarla ilişkisini kurar.[58]
Bu çalışmalar, Foucault’nun kavramsallaştırmasını bugüne taşır ve iktidarın işleyişindeki çeşitlenmenin izlerini sürmemize yardımcı olur. Gelecekte şekillenecek iktidar teknolojilerinin yaşam ve ölüm üzerinde başka türlü işleyeceğini öngörmek mümkündür. Özellikle büyük veri işleme araçları ve yeni gen teknolojileri gibi yaşamsal süreçler üzerinde çok daha yakın takip ve müdahaleyi mümkün kılacak gelişmelerin, yeni biyopolitik hamleler getireceğini tahmin edebiliriz. Foucault’nun modern iktidarı kavramsallaştırırken icat ettiği kavramlar büyük ihtimalle bu yeni hamleleri açıklamaya yetmeyecektir. Burada akılda tutulması gereken, yaşam ve ölüm gibi ‘biyolojik’ addedilen süreçlerin politikaya dahil olduğu ve onları tarihsellikleri ve politik boyutları dahilinde çözümlemeyi sürdürmek gerektiğidir. Böylesi bir çaba, yaşamın ve ölümün nasıl dağıtıldığını, kimlerin nasıl yaşatılmaya değer / ölmeye bırakılabilir bulunduğunu ifşa etmek ve belki de bu dağıtım, dışlama ve ayrımcılık mekanizmalarını dönüştürmek üzere küçük bir adım atmak anlamına gelecektir.
[1] Foucault, Toplumu Savunmak Gerekir (İstanbul: YKY, 2008) s. 246.
[3] Foucault, Güvenlik, Toprak, Nüfus (İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2014) s. 3-4.
[4] Foucault, Özne ve İktidar, Seçme Yazılar II. Özne ve İktidar içinde, 2. baskı (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2005) s. 74-75.
[6] Foucault, Cinselliğin Tarihi (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2003) s. 69.
[8] Türkçede hükümran ve egemen iktidar olarak karşıladığımız kavramlar, Fransızca ve İngilizcede hükümranlığa/egemenliğe işaret eden aynı kelimeye dayanıyor: hükümran (le souverain / the sovereign) ve egemen iktidar (le pouvoir souverain / sovereign power).
[9] Cinselliğin Tarihi, s. 99-100.
[10] Toplumu Savunmak Gerekir, s. 255.
[11] Cinselliğin Tarihi, s. 100.
[12] Özne ve İktidar, s. 65-67; Güvenlik, Toprak, Nüfus, 8-15-22 Şubat dersleri.
[13] Pastör (pasteur) Fransızcada çoban anlamına geliyor; aynı zamanda din adamlarına verilen unvanlardan biri. Pastoral sıfatı bu kelimeden türüyor.
[14] Özne ve İktidar, s. 66-67.
[16] Cinselliğin Tarihi, s. 102-103.
[17] Toplumu Savunmak Gerekir, s. 247-8.
[18] Foucault, Hapishanenin Doğuşu (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1992) s. 36.
[19] Cinselliğin Tarihi, s. 102-103.
[20] Toplumu Savunmak Gerekir, s. 248.
[27] Özne ve İktidar, s. 68.
[28] Bkz. Collier SJ. “İktidar Topolojileri. Foucault’nun Yönetimsellikten Öte Siyasi Yönetim Çözümlemesi”, Teorik Bakış 2014; 3: 175-220.
[29] Güvenlik, Toprak, Nüfus, s. 6.
[35] Cinselliğin Tarihi, s. 105.
[36] Toplumu Savunmak Gerekir, s. 245.
[37] Cinselliğin Tarihi, s. 105.
[38] Toplumu Savunmak Gerekir, s. 253-254, alıntı 254.
[39] Cinselliğin Tarihi, s. 101.
[40] Toplumu Savunmak Gerekir, s. 260.
[43] Cinselliğin Tarihi, s. 101.
[45] Toplumu Savunmak Gerekir, s. 261.
[47] A.g.e., s. 262, 268.
[48] Collier, Collier SJ. “İktidar Topolojileri. Foucault’nun Yönetimsellikten Öte Siyasi Yönetim Çözümlemesi”, a.g.e., s. 190.
[49] Güvenlik, Toprak, Nüfus, s. 66-67, alıntı 67.
[52] A.g.e., s. 28. Burada atıf yapılan Abeille’in Tahıl Ticaretinin Doğası Üzerine Bir Tacirin Mektubu başlıklı metnidir. Bkz. Abeille LP. Lettre d’un négociant sur la nature du commerce des grains. Marsilya; 1763, s. 4; yeniden basım 1911, s. 91.
[55] Agamben, Kutsal İnsan. Çıplak Yaşam ve Egemen İktidar (İstanbul: Ayrıntı, 2001).
[56] Bkz. Arendt, “Ulus-devletin Yıkılışı ve İnsan Haklarının Sonu”, Totalitarizmin Kaynakları içinde (İstanbul: İletişim, 1996).
[57] Butler, Kırılgan Hayat. Yasın ve Şiddetin Gücü (İstanbul: Metis, 2005).