Bir Sanat Kuramcısı Olarak Marx?

Marx’ın sanatla ilişkisi meselesi karmaşık ve çokyönlüdür. En basiti, bariz olduğu kadar şaşırtıcı da olan bir gözlemle başlamak: Kaynaklarını Marx’ın eserlerinde arayan Marksist sanat teorilerine rağmen –ki bunda gayri meşru bir durum yoktur–, böylesi bir Marxçıl estetiğin bulunmadığını kabul etmek gerekir. Bununla birlikte Marx’ın bütün eserlerinde ve analizlerinin can alıcı noktalarında sanat meselesi düzenli olarak karşımıza çıkar. Dolayısıyla üzerinde durulmayı hak eden bir mesele bu.


 

 

Sanatsal Yaratım, Her Şeyden Önce Bir Toplumsal Faaliyettir

Marx’ın eserlerinde ve mektuplarında dağınık halde bulunan çok sayıdaki şiir, trajedi ve roman alıntılarına ve edebi yorumlara paralel olarak, sanatsal yaratımın öncelikle bir toplumsal faaliyet olarak ele alındığını ve bunun sistematik biçimde iki başka meseleye bağlandığını görüyoruz: birincisi kapitalist üretim biçiminde emek meselesi, ikincisi kapitalizm yıkılıp aşıldıktan sonra bireysel yetilerin yabancılaşmadan arınmış biçimde gelişmesi meselesi.

Evet, çünkü Marx’ın anahatlarını çizdiği insani özgürleşim perspektifinde, toplumsal ve siyasal mücadeleye göre ikincil konumda olan ama onu tamamlayan sanatsal faaliyet bu tasarımın somut bir öngörünümünü sunar – her ne kadar bu faaliyet, üretimin örgütlenmesi meselesinin yanında ister istemez marjinal ve tali bir unsur olarak kalsa da. Komünist perspektifte, emekçiyi sanatçı haline getirmek gibi bir hedef bulunmasa da, üretimin hem toplumsal ihtiyaçlar hem de birey olarak emekçinin özlemleri uyarınca toplumsal olarak yeniden örgütlenmesi söz konusudur. Toplumsal ve siyasal mücadeleler de, bizzat kapitalizmin bünyesinde, bu özlemlerden beslenmektedir esasen. Marxçıl sanat yaklaşımının da, bu kesintili ve tamamlanmamış karakterine rağmen, hem en bereketli olduğu hem de en az araştırıldığı alan budur: özgül bir toplumsal faaliyete ilişkin analizin, somut ve genel bir sömürü ve yabancılaşma eleştirisine bağlanışı. Nitekim Marx’ın bütün eserlerinde, tamamlanmamış ve bu haliyle bir konu haline getirilmemiş bu tefekkürün gelişimini takip ettiğimizde, Marx’ta sanatsal faaliyetin –diyalektik olmaktan da çok– problematik konumunu açığa çıkartmak mümkün oluyor.

Bu konum, sanatsal faaliyeti ikili bir şekilde düşünme zorunluluğuna dayanıyor: bir yandan yabancılaşmadan kurtulmuş bir insani faaliyete dönük, yalıtılmış ve istisnai olmakla birlikte, hakiki bir imkân; öte yandan kapitalist üretim biçiminde en uç noktaya varan tahakküm ve sömürü ilişkilerinin karakterize ettiği tarihsel formasyonlar tarafından toplumsal olarak belirlenmiş bir faaliyet.

Marx’ta her zaman olduğu gibi, bu analiz de, kopukluk olmadan ama birkaç aşama şeklinde gerçekleştirilir. Genç Marx, resmî Prusya sanatının keskin bir eleştirisi biçimini alacak olan Hıristiyan sanatı hakkındaki ön araştırmanın ardından, tasarımının bütününü yeniden tanımlarken sanat üzerine tefekkürüne de yeniden yön verir.

1843 yılının başından itibaren Arnold Ruge ve Genç Hegelciler’den kesin biçimde kopan Marx, öncelikli olarak sanatsal faaliyetin toplumsal boyutuna eğilir: Sanatsal faaliyette, içinde bulunduğu çelişkili tarihsel gerçekliğin ifadesini görür. Bu felsefi ve estetik düşüncenin izlerini uzun süre görürüz: Mesela 1844 Elyazmaları’nda, veya 1857 tarihli Ekonomi Politiğin Eleştirisine Giriş’te. Burada Marx, Yunan sanatının 19. yüzyıl insanı için hâlâ çekici olmasını yalnızca estetik nedenlerle değil, tarihsel etkenlerle de açıklar. Daha bu metinden önce, Alman İdeolojisi’nde bile, sanat tümüyle özgürleştirici bir faaliyete has istisnai karaktere sahip değildir Marx için: Sanatsal faaliyeti işbölümü çerçevesine yerleştirerek bir özgürleşim modeli olmaktan çıkarır ve oluşturmaya gayret ettiği tarihsel açıklamanın bir nesnesi haline getirir. Sanat, Genç Hegelciler’in ona atfettiği mutlak özerklikten yoksun bir ideolojinin alanına dahil edilir: “Siyasetin, hukukun, bilimin, sanatın, dinin birer tarihi yoktur”. Marx toplumsal tarihten ayrı bir sanat tarihi anlayışını reddederek, hem idealist estetiğin hem de buna yönelik materyalist eleştirinin ortak sorunlarına işaret eder.

 

İktisadi ve Siyasal Bağlama Yeniden Oturtulan Sanat

Bundan sonra sanat teması Marx’ta ikincil hale geliyorsa, her faaliyet gibi sanatın da iktisadi ve siyasi bağlamına oturtulması, devrimci ve özgürleşimci bir perspektife bağlanması gerektiğini düşündüğü içindir. Sanatçılar üretimin kapitalist örgütlenmesine dahil olsalar da, onun neden olduğu insani tahribat karşısında sahip oldukları göreli koruma nedeniyle bu devrimci perspektifin ne önde gelen aktörleri ne de başlıca taşıyıcısıdırlar.

Marxçıl estetiğin paradoksu diyebileceğimiz mesele tam da bu noktada billurlaşıyor. Marx, Alman İdeolojisi’nde, Horace Vernet gibi ünlü bir ressamın emeğinin kolektif karakterinin, vodvil ve roman üretimini ve astronomik gözlemi önceleyen işbirliğinin altını çizdikten sonra,  “sanatsal yeteneğin benzersiz, biricik bireylerde yoğunlaşmasıyla … kitleler arasında böyle bir yeteneğin önünün tıkanması”nı teşhir eder. Böylece göreli bir karşılıklı gerilim içinde iki tema üst üste biniyor. Sanatsal emek, tüm diğer emek türleri gibi üretimin bütününün örgütlenmesine bağımlıdır. Bu açıdan herhangi bir ayrıcalığa sahip değildir. Fakat aynı zamanda, Marx sanatçıyı bir istisna olarak görmekten de geri kalmaz: Yaratım gücünü geliştiren nadir insanlardan biridir o. Bu durumda da eleştiri yalnızca bu yeteneğin uzmanlaşmış ve dolayısıyla daraltılmış karakterini hedef alıyor: yani insan yetilerinin yalnızca bir kısmını ve özellikle de insanlığın yalnızca küçük bir kesimini ilgilendiriyor oluşunu. Oysa bu iki argüman hiçbir şekilde aynı düzlemde değildir: Ressam bir yandan diğerleri gibi bir emekçidir, öte yandan tamamlanmış bireyin en azından taslağını şekillendirir. Tamamlanmış bireyin siması daha bu eserde çizilir: “Komünist bir toplumda, ressamlar değil, olsa olsa başka şeylerin yanı sıra resim de yapan insanlar olacaktır”. Yabancılaşmaya maruz kalırken onu ilga etmenin yollarını da açan bir toplumsal pratiğin çelişkili karakterini Marx daha iyi açıklayamazdı. Böylece sanat hem belirlenmiş hem özerk, hem yabancılaşmış hem özgürleştirici, hem gerçeğin çelişkilerinin yankısı hem onların aşılmasının devrimci mayası gibi görünür. Burada formüle edildiği haliyle sanatsal faaliyet meselesinin tekrar ele alınması şarttır.

Marx üçüncü bir aşamada bu ikili sezgiyi bağdaştırmaya gayret edecektir: belirlenmiş bir toplumsal faaliyet olarak sanat ile, geleceğin toplumunun öngörünümünü sunacak şekilde az sayıda insanın istisnai biçimde yaratıcılıkla kendini gerçekleştirmesi olarak sanat. Sanat ile emek arasındaki bağ burada sıkılaşır, fakat bir özdeşlik halini almaz: tam tersine, sanatsal faaliyetin iki bileşeni arasındaki gerilimli ilişki, Marx’ı, yabancılaşmanın ve sömürünün ilgasının nasıl bir şey olacağını daha iyi tanımlamaya sevk etmiş gibidir.

1857’den itibaren Marx ekonomi politiğin eleştirisindeki gelişmeler ile 1845’te tasarlanmış bir ideoloji kavrayışının unsurlarını birleştirmeye başlar. Bu kavrayış, üstyapı unsurlarını bağlı oldukları altyapıyla hem ilişkilendirir, hem de ondan ayrıştırır. Böylece artık Marx, belirli bir toplumsal ve ekonomik formasyon bünyesindeki insani faaliyetlerin bütününü oluşturan farklılaşmış bütünsellik meselesi üzerinde daha fazla durabilir.

Marx için mesele, herhangi bir estetik modelin savunusunu yapmak değil, sanatı tıpkı emek gibi insanın oluşturucu bir unsuru olarak düşünmek, ama bunu yaparken de belirlenmişlik karakterini göz ardı etmemektir. Karmaşık bir analizdir bu, çünkü tasarlanmış güzellik duygusuna ulaşmaya yatkın duyarlı varlıklar olan seyircileri üzerinde etkisi olan sanat eserlerinin özgüllüğünü de hesaba katmak durumundadır. Böylece her toplumsal ve iktisadi formasyonun asli bütünlüğü fikrini muhafaza etmekle birlikte, hem sanatçının istisnailiğini hem de sanatsal faaliyetin toplumsal bağlam içindeki göreli özgüllüğünü birarada vurgulamak mümkün olur. Sanatçı, mevcut çelişkilerin gerekli ve mümkün aşımının öngörünümünü sunan bireysel ve kolektif gelişme imkânlarını önceden deneyimlemektedir. Sanat, tıpkı emek gibi dış dünyayı dönüştürür ve maddeyi zaman içinde gelişen teknik yöntemlerle tasarlar. Ancak, üretimden farklı olarak teknik gelişme ne üretkenliğin artması ve emek zamanının kısalması gerekliliği, ne de işin yoğunlaşma ve mekanikleşme eğilimi tarafından yönlendirilir – her ne kadar kapitalizmde eserin kendisi bir meta olsa da.

Böylece sanat meselesi, Marx’ın salt ütopik bir tasavvura kaymadan, emeğin ve emekçinin özgürleşmesi perspektifini hem sınamasını hem de somutluğun içine yerleştirmesini sağlayan bir çeşit dönemeç teşkil eder. Bu açıdan değerlendirildiğinde Marx’ta sanat meselesi az görünür olmakla birlikte kesinlikle ikincil değildir, özellikle de Marx’ın komünizm tanımını “her bireyin özgür gelişiminin herkesin özgür gelişiminin koşulu” olarak kuvvetlendirmesini ve “insanların toplumsal tarihinin onların bireysel gelişiminin tarihinden başka bir şey olmadığı”nı ifade etmesini sağladığını düşünürsek.

 

Marx, Marksist felsefe ve eleştirel düşünce üzerine çalışan Isabelle Garo, Marx ve Engels’in Bütün Eserler’inin (GEME) Fransızca yayın sorumlularındandır. Metnin kaynağı: http://projet.pcf.fr/41443

sanat ve emek