Ticari başarı elde etmiş bir sanatçının medyada sürekli göz önünde tutulmasının ardında yatan nedenlerden biri de, paranın ona bahşettiği o mitik gücün yanında, bu güçten daha az mitik olmayan bir biçimde “bağımsız sanatçı” imgesinin karşılığı olarak görülmesidir. Bu ikili gizemli ışık altındaki sanatçı, salt özerk ve yaratıcı bir biçimde çalışmayı başarmış birini değil, aynı zamanda refah içinde bir yaşam sürdürebilen biri haline gelir. Burada iki toplumsal norm kaçınılmaz bir kaynaşma içine giriyor: Başarı nasıl bugünün “modern ödev”i (Nickel) haline gelmişse, yaratıcılık da aynı şekilde bir çeşit “şimdinin kurtarıcı yönü” (Bröckling) konumunu almıştır. Ticari açıdan başarılı sanatçı da, bu her iki gerekliliği mükemmel olarak yerine getirir –parası vardır; sanki sihirli güçlere sahip “her şeye kadir bir varlık”tır (Marx).[1] Ek olarak başta hizmet sektörlerinde olmak üzere bugün emek piyasasında gıpta ile bakılan bir “yaratıcı çalışan” prototipidir.
Sanatsal üretim denince akla bu yukarıdaki tablonun tam aksinin geldiği bir emek dünyasının ise çoktan sonu gelmiş gibi görünüyor. Artık günümüzde hizmet sektöründe çalışan herkesten girişimci ve yaratıcı bir karakter göstermesi bekleniyor. Sosyolog Pierre-Michel Menger de bu durumu doğrular biçimde şu tespitte bulunmuş: olmazsa olmaz olarak düşünülen özerklik gibi “sanatsal becerinin asli değerleri” çoktan farklı üretim alanlarına aktarılmış durumda.[2] Bu durumu bir eğilim olarak değerlendirdiğimizde hiç kuşkusuz doğru bir yorum. Ancak, hizmet sektöründe yaratıcı çalışan öne çıkmış gibi görünüyor olsa da, yaptıkları işi son derece heteronom, baskıcı ve güdümlü olarak deneyimleyen sayısız çalışanın hâlâ bağımlı bir konumda olduğunu unutmamamız gerekiyor. Sanatçının herhangi bir kısıtlama içermeyen çalışma hayatı –ki bu rahatlığın bedelini maksimum güvencesizlikle ödediğini de hatırlatalım– ucuz emek sektöründe çalışan insanların gerçekliğinden hâlâ oldukça uzaktır. Dolayısıyla burada çağdaş olanın çağdaşsızlığından söz etmek mümkün. Öte yandan Menger yenilikçi ve özgün sanatçı imgesinin bir “girişimci kişi” (Bröckling) modeli olması konusunda haklı çıktı; bu modeli yaratıcı endüstriler ile hizmet sektörüne baktığımızda yaygın biçimde görmek mümkün. Eskiden daha ziyade sanatçı olmanın gerektirdiği şartlar bugün çok daha genel bir ideal olarak çıkıyor karşımıza: artık yaratıcılık ve esneklik, kendi inisiyatifini kullanarak çalışmak ve sürekli hareket halinde olmak herkesten beklenen şeyler. Çalışma koşullarındaki düzen azaldıkça, sanatçı da bu bağlamda “yaratıcılığın ve yenilikçiliğin” ve herkesin olmak istediği insanın somut bir örneği olarak ideal bir model haline geliyor.[3]
New Yorklu sanatçılar NYFA'nın düzenlediği ve girişimcilik becerilerini geliştirmeye yönelik bir eğitim programında
Yaratıcı ve ideal çalışan prototipi olarak sanatçının ve sanatsal bir öz-imge modeli olarak oluşumunun izlerini aslında Rubens veya Rembrandt’ın alımlanışında bile görebiliriz. Bu iki gelişme birbirlerini beslediği gibi, medyanın ticari açıdan başarılı bir sanatçıya gösterdiği artan ilgiyi de açıklıyor. Sanatçı profilinin, talep edilen özellikleri bünyesinde barındırıyor olması, pek çok alana egemen olan yaratıcılık ideolojisi söz konusu olduğunda onu en uygun referans haline getirir. Yaratıcı çalışan modeline ilham veren norm da, bu “kendi kendini belirleyen” veya özerk sanatçı tipidir.
Peki bu, özerkliğin salt avangard sanatçılara özgü olmadığını, aynı zamanda artık tamamen soğrulmuş, araçsallaştırılmış ve dolayısıyla da piyasa tarafından etkisiz hale getirilmiş toplumsal hareketlerin de bir karakteristiği olduğunu ima ediyor denebilir mi? Özgürleştirici bir idealin bu şekilde girişimci bir ideale dönüşmesini daha önce Boltanski ve Chiapello analiz etmişti; onlara göre 1960’larda özgürleşme yolunda ortaya konan anahtar talepleri belirleyen kapitalizm olmuştu.[4] Yine onların yazdıklarına göre, kapitalizmin büründüğü bu yeni ruh doğrultusunda özerklik ile kendi kendini tayin edebilme talebi karşılanmış gibi görünse de, aslında sadece daha farklı zorunluluklar getirmiştir. Bu bakış açısına göre kapitalizm, aslında her şeyi kendi belirleyen kalleş bir makine olup, en aşırı özgürlük çabalarını ve en egzantrik kişileri bile soğurabilecek bir güce sahip. Fakat bu şematik açıklamada atladıkları bir şey var, o da sanatçının buna tepki verebilme potansiyeli ki bu, yaratıcılık üzerine yapılan mevcut vurguyu savuşturabilmesini ve kendini gerçekleştirme paradigmasına karşı koyabilmesini sağlayacak bir potansiyeldir. Her şeyden öte şimdiye dek verilen özgürlük mücadeleleri azımsanamayacak kazanımlar sağlamıştır. Bağımsız yaratıcı çalışma normları her ne kadar vefasız olsa da, bu çalışma biçimi hâlâ standart mesai saatlerinin katı ritmine tercih ediliyor. Birey, kâr dinamikleri içine giderek daha fazla batmasına karşın, kapitalizmin bu yeni ruhunun her halükârda eskisine göre daha iyi olduğu düşünülüyor. “Kişi kendinden sorumludur” şiarı da en nihayetinde bireyin, tıpkı özgür sanatçı gibi, sosyal güvenceden vazgeçmek zorunda bırakılmasına kadar gidebilir; öyle ki, aslında onu köşeye sıkıştıran yapısal problemlerin bile bizzat sorumlusu konumuna getirilebilir. Öte yandan yabancılaşmaya yol açan ve bir patrona tabi olunan çalışma koşullarına geri dönüş de pek tercih edilir bir alternatif değil. Kim bilir, insanın kendi kendinini sömürmesi belki de daha az şeytanidir.
Bir yandan sanat dünyasında “rekabet toplumu” idealiyle olan doğrudan ilşkisinin yansımaları da dikkat çekiyor. Dağılım eşitsizliğinin bu derece görüldüğü pek az toplumsal yapı olduğu bir gerçek. Bu kazananın her şeyi aldığı piyasada ticari açıdan başarılı sanatçı ile ticari açıdan başarısız sanatçı arasındaki uçurum inanılmaz boyutlarda ve bu da servetin birkaç süper zenginin elinde toplanmasının yansımalarından biri.[5] Sanat dünyası da gelir adaletsizliğine dayalı bu düzen içinde neoliberal bir çağrı olan “refah devletinin parçalanması” idealinin gerçekleştirimi doğrultusunda bir model olarak da algılanabilir. Ne de olsa sanat dünyasında ticari başarı elde edememiş sanatçıları kollayacak herhangi bir resmi güvenlik ağı bulunmuyor (belki Almanya’daki sanatçılar için bir çeşit sigorta planı olan Künstlersozialkasse[6] hariç). Görece daha başarısız sanatçılar da ancak, atölyelerde çalışmak, teknisyenlik veya sanatsal asistanlık yapmak gibi resmi olmayan niş ekonomiler sayesinde ayakta kalabiliyor. Sanat piyasasında yaşanan son patlamada da, sanatçıların eleman olarak daha fazla istihdam edilmesiyle bu niş ekonomilerinde ciddi bir büyümeye şahit olduk. Eskiden sanat dünyası insanların birbirine iş ayarladığı ve dayanışma gösterdiği bir alanken, ticari başarı elde etmiş sanatçılar bu başarının doğası gereği giderek artan rekabetçi bir ortam içine sürüklenmiş durumdalar.
Tüm bu etkenleri (piyasaya dahil olabilmenin çekiciliği, yoğun rekabet, bir girişimci prototipi olarak sanatçı ve yaratıcılığın ve yenilikçiliğin somut örneği) biraraya getirdiğimizde, kendini “sektöre yön verenler” –devlet desteğini arkasına almadan riske girenler ile gerçekten “icraate” geçenler anlamında ki her şeyden öte sanatçılar– ile aynı hizaya konumlamaya çalışan sanat dünyasının maddi başarı odaklı medya (özellikle de Vanity Fair dergisinin Almanca edisyonu) için nasıl bu kadar cazip bir malzemeye dönüştüğünü de anlamış oluyoruz. Radikal biçimde bireyselleşmiş başarılı sanatçının, o istisnai varlığın mitik formunda, insanların kendi sorumluluklarını almalarını dayatan neoliberal buyruk, mükemmel bir modele erişiyor. Son dönemde yaşanan pek çok gelişmenin ışığında tüm bunlara eklememiz gereken bir şey daha var: Eğer sanat dünyasının sosyal yaşamı yeteri kadar gösterişli ve şatafatlı olmazsa (ister maddi yetersizlikler ister kriz dönemlerinde müsrif tutumların yakışıksız kaçması nedeniyle olsun) medyanın da haliyle ilgisi azalacaktır.[7] Kriz zamanlarında hâkim olan ruh halinin sanat piyasası üzerinde genellikle olumsuz bir etkisi olur. Tabii bu durum neoliberal sistemin tanınmış geçerliğini asla etkilemez. Bankacılıkta ve diğer ekonomilerde yaşanan krizler süresince piyasa ekonomisinin en sadık savunucularının bile kuşkularını dile getirdikleri elbette görülen bir şeydir.[8] Ne var ki, kriz dönemlerinde kamusal düzenlemeler veya büyük çaplı devlet müdahaleleri yapılması çağrıları neoliberalizmden bir kopuş gerçekleştiği anlamına da gelmez ki genelde böyle olduğu iddia ediliyor. Eğer neoliberalizmi gemi azıya almış bir piyasa yaratması değil de, piyasayı kollayan ve besleyen yönüyle değerlendirirsek, o zaman devlet müdahalesinin özünde aslında gayet neoliberal bir politika olduğu da görülecektir.[9] Şöyle de denebilir: Devlet, piyasanın tekrar “doğal” seyrinde hareket edebilmesi için elden geldiğince en iyi koşulları oluşturmaya çalışır. Aslında neoliberalliğin en hakiki yüzünü devletin kriz zamanlarında yaptığı müdahalelerde görürüz. Kaldı ki 2008 Sonbaharında mezatlarda yaşanan % 30’luk düşüşü Tobias Meyer’in piyasanın “ayarlanması” olarak yorumlayışı da, piyasa çökmek üzereyken bile onun hâlâ ayakta kalacağına inanılması olgusunu açıklar nitelikte.[10] Piyasalarda “ilahi bir adalet” anlayışının işlediğine dair yaygın bir kanı var hep. İnsanlar krizi allayıp pulluyor ve sapla samanı en sonunda birbirinden ayıracağı için memnuniyetle karşılıyorlar. Endişeye mahal yok, piyasa işleri mutlaka yoluna sokar –işte yine bu kendi kendini ayarlama mefhumu, piyasanın doğal olarak her şeyi düzelteceğine dair inancı pekiştiriyor. Gerçekte ise ilkesel olarak işlediği iddia edilen bir ilahi adalet falan yok ortada. Kaldı ki, sanat piyasasında yaşanan son patlamada abartılı bir ilgi görenlerin bir kısmı, işler tersine döndüğünde itibar kaybına uğramıştır; ne de olsa her ekonomik krizin masum kurbanları vardır. Aslında geriye dönüp bakınca, bu patlamanın bir faydası da olmadı değil: Ortadaki pasta o kadar büyüktü ki, piyasanın kıyısında köşesinde kalmış olanlara da birkaç kırıntı düşebilmişti sonunda. Fakat krizle birlikte bakış açısında ciddi bir kayma meydana geldi: Artık piyasanın sarsılmaz gücüne dair o coşkulu inanç sarsılmış, yerini giderek artan bir kuşku almıştı.
Özgün Metin: Isabella Graw, High Price: Art Between the Market and Celebrity Culture içinde "The Artist as a Prototype of the Entrepreneurial Self" (New York: Sternberg Press, 2009)
[1]Bkz. Karl Marx ve Friedrich Engels, The Marx-Engels Reader içinde “The Power of Money”, (New York: Norton, 1978), s. 103: “The extent of the power of money is the extent of my power.”
[2] Pierre-Michel Menger, Portrait de l’artiste en travailleur: Métamorphoses du capitalisme (Paris: Seuil, 2003)
[3] Bkz. Ulrich Bröckling, Das unternehmerische Selbst. Soziologie einer Subjektivierungsform (Frankfurt: Suhrkamp, 2007), s. 124.
[4] Luc Boltanski ve Eve Chiapello, The New Spirit of Capitalism (a.g.e.), s. 425.
[5] Bkz. Stefan Theil, “Special Report”, Newsweek özel sayı “Unsinkable Luxary” üzerine (Mayıs / Haziran 2008): 48-52: “Dünyanın geri kalanında ekonomik sıkıntı arttıkça, üst düzey lüks ürün tüketimi de artıyor denebilir.”
[7] Bkz. Isabelle Graw, söyleşiyi gerçekleştiren Brigitte Werneburg, “Fluchtpunkt aller möglichen Interessen”, taz, Şubat 7 / 8, 2009: Werneburg: “Sonbaharda yapılan mezatların tam bir felaket olması, sosyete deriglerinde güzel sanatlara ayrılan bölümlerin de dibe vurmasına yol açmıştır.”
[8] Bkz. Holzer Stelzner, “Rettung der Wallstreet”, FAZ, Eylül 20, 2008.
[9] Bkz. Lars Gertenbach, “Jenseits der Krise des Marktes. Anmerkungen zum Neoliberalismus”, Texte zur Kunst, sayı 72 (Aralık 2008) içinde, 160-163.
[10] Bkz. “Der große Höllensturz”, Der Spiegel içinde, 48 / 2008: 174-178.