Rancière’in çıktığı yolda üç-dört dönemeçten geçtiğini görmek pek zor değil: Parlak, göstere göstere vaatkâr bir başlangıç: Kapital’i Okumak’ta[1] “eleştiri” kavramıyla ilgili bir bölüm (seminer); ardından her büyük düşünürde görebileceğimiz bir “hocayla hesaplaşma”, sıkı bir kopuş: La Leçon d’Althusser. İkinci dönemeç, “paysızlar”ın ülkesine peş peşe gezintiler; dikkatli, keskin, içeriden bakışlar: 19. yüzyıl işçi kültürü üstüne yaptığı ampirik araştırmalar (La Nuit des prolétaires veya La Parole ouvrière ile Courts voyages au pays du peuple). Ampirik araştırmalara paralel olarak, neredeyse eşzamanlı yürüyen bir felsefi, daha doğrusu teorik düşün-se-me, kafa yorma; Batı felsefesinin “paysızlara” (yoksullara) ilişkin olarak ortaya attığı fikirlerin, takındığı tavırların sıkı, külyutmaz ve faka basmaz, tongaya düşmez bir eleştirisi: Filozof ve Yoksulları.[2] 1990’dan itibaren parça parça sunulacak özgün Rancière düşüncesinin sorunsalı bu kitapla ortaya konur: Batı felsefesi tepeden bakmak istemediğinde dahi, bilerek veya bilmeyerek, belki elinde olmadan hep tepeden bakmıştır yoksullara. Batı felsefesinin eleştirisi, dolayısıyla, yoksullara tepeden bakmayan bir felsefenin negatif başlangıcıdır – eskilerin (yani kadimler kadar modernlerin de) içinde yaşadığı binanın tahribi. Sırf yeni bir bina inşa etmiş olmak için değil, eskisi tarafgirlik ve adaletsizliğiyle yıkılmaktan başkasını hak etmediği için. Tarafgir, çünkü felsefe yapanlar felsefe yap(a)mayanlara üstün olduklarını (kendi kendilerine ve peşinen) kabul ederek inşa etmişlerdir binalarını: “İlahi” Platon, filozofu kral ve kralı filozof yapıp en üste yerleştirir; ekmeğini taştan çıkaranlara, “elinin getirdiğini yiyenlere” ise en alttan başkasını layık görmez. Mademki İdea’dan nasipsizdirler, İdea’nın bekçilerinin varlığını sürdürmelerine hizmetten başkası düşemez paylarına. Yerler ve nasipler pay edilirken, filozof-kralın paysızlara üstünlüğünü öne sürmesini destekleyen ne vardı peki, kendi inancından başka? – Hiçbir şey, şüphesiz...
Demek ki paysızların, nasipsizlerin, yer-sizlerin felsefesinin ilk adımı eşitliği koyutlamak olacaktır: Cahil Hoca (Le maître ignorant). 19. yüzyıl uzmanı Rancière, “eşitlik aksiyomu”nu 19. yüzyılda bir düşünürün, unutulmuş gitmiş bir Aydınlanma filozofunun, her şeyden bir parça anlayan, ama sonuçta dürüst olan bir okutmanın, Joseph Jacotot’nun nasıl hayata geçirmeye çalıştığını keşfeder. Sosyal bilimlerin, felsefenin elma’sı onun başına düşmüştür: Restorasyon’la birlikte kendini sürgüne vurmuş bu hukuk mezunu retorik uzmanı, tek kelime Fransızca bilmeyen Felemenklere, kendisi de tek kelime Felemenkçe bilmediği halde felsefe öğretmek zorundadır – ikidilli bir Fénelon baskısı koşar imdadına; “öğrencileri”nin (!) kendi kendilerine Fransızca ve Telemak’ı öğrenmelerine kılavuzluk eder. Bu tuhaf deneyin sezdirdiği kaçınılmaz sonucu anlamakta hiç gecikmez Jacotot: Bilen ile bilmeyenin, öğreten ile öğrenenin eşitliği – ve Rancière ekler: Düşünen ile yapanın, filozof ile yoksulun, kavranabilir olan ile duyumsanabilir olanın eşitliği.
Rancière’in felsefesinin merkezinde duran “eşitlik aksiyomu”nun ayrıntılı olarak ele alındığı Cahil Hoca’dan bir pasaj sunuyoruz.
Rancière, Le Maître ignorant Joseph Jacotot (1770-1840)
Cahil Hoca
1. Bölüm: Entelektüel Bir Serüven
1818 yılında, bugün Belçika sınırları içinde bulunan Louvain Üniversitesi’nde, Fransız edebiyatı okutmanı Joseph Jacotot’nun başından entelektüel bir serüven geçer.
Uzun ve hareketli meslek hayatı sürprizlere hazırlamış olmalıydı Jacotot’yu: 1789’da 19 yaşına girmişti. O sıralar Dijon’da retorik öğretiyor ve avukatlık mesleğine hazırlanıyordu. 1792’de Cumhuriyet’in ordusuna topçu olarak hizmet etmişti. Ardından Konvansiyon döneminde Barut Bürosu’nda eğitmen, Harbiye Nazırlığı’nda kâtip, Politeknik Mektebi’nde müdür vekili olmuştu. Dijon’a dönünce analiz, “ideoloji” ve kadim diller, saf ve aşkın matematik, ayrıca hukuk okutmuştu. Mart 1815’te yurttaşlarının kendisine duyduğu saygı nedeniyle istemeye istemeye milletvekili olacaktı. Ama Bourbon Hanedanı’nın dönmesiyle birlikte sürgün kaçınılmaz olmuş, Hollanda Kralı’nın cömertliği sayesinde yarım ücretli bir öğretmenlik görevi bulmuştu. Joseph Jacotot ne de olsa ev sahipliği adabını bilirdi: Louvain’de sakin günler geçirmeyi umut ediyordu.
Oysa rastlantı başka bir karar vermişti onun hakkında. Bizim alçakgönüllü okutmanın dersleri öğrencilerin çabucak hoşuna gitmişti. Gelgelelim derslerinden istifade etmek isteyen öğrencilerin çoğu Fransızca bilmiyordu. Joseph Jacotot da tek kelime Felemenkçe bilmiyordu. Dolayısıyla talebenin talip olduğu şeyleri öğretebileceği ortak bir dil yoktu. Yine de öğrencilerin arzularına karşılık vermek istiyordu. Bunun için de öğrencileriyle arasında en küçüğünden ortak bir şey kurmak gerekiyordu. Tesadüf bu ya, o sıralar Brüksel’de Fénelon’un Telemak’ının ikidilli bir baskısı çıkmıştı. Tercümanı aracılığıyla kitabı öğrencilere dağıtıp, çeviriden yardım alarak Fransızca metni anlamalarını istedi öğrencilerinden. İlk kitabın ortasına gelince, yine tercümanı aracılığıyla öğrencilerine oraya kadar öğrendiklerini sürekli tekrarlamalarını ve kitabın kalanını anlatabilecek kadar okumakla yetinmelerini söyledi. Şansın yardımıyla bulunmuş bir çözümdü bu, ama aynı zamanda küçük çapta felsefi bir deneydi, Aydınlanma Çağı’nın sevdiği türden bir deney. 1818’de Joseph Jacotot hâlâ geçen yüzyıldan kalma bir adamdı ne de olsa.
Gelin görün ki deney beklentilerini aşmıştı hocamızın. Öğrencilerinden okudukları hakkındaki düşüncelerini Fransızca kaleme almalarını istedi. “Korkunç tuhaf ifadelerle, hatta tam anlamıyla bir âcizlikle karşılaşacağını sanıyordu. Hiç açıklama görmemiş bu genç adamlar çok yeni bir dilde karşılaştıkları güçlükleri sahi nasıl çözecek, metni nasıl anlayacaktı? Ne önemi vardı! Rastlantıya açılan bu yolun onları nereye götürdüğünü, bu çaresizlikten doğmuş ampirizmin ne gibi sonuçlar verdiğini görmek gerekiyordu asıl. O öğrencilerin, birçok Fransızın korkacağı bu zorlu adımı atmaktan kaçmadıklarını görünce çok şaşırmamış mıydı? Demek ki istemek gerekiyordu daha çok, başarmayı istemek. Demek ki her insan başkalarının yaptığı ve anladığı her şeyi anlamaya potansiyel olarak kâdirdi.”[3]
Bu tesadüf ürünü deneyin Jacotot’nun zihninde yol açtığı devrim işte buydu. O güne kadar az çok bilinçli her öğretmenin inandığına inanmıştı o da: Öğretmenin en büyük görevi bildiklerini öğrencilerine aktarmak ve onları yavaş yavaş kendi bilgi seviyesine getirmekti. Öğrencileri bilgiye boğmamak, papağan gibi tekrarlatmamak gerektiğini o da biliyordu; öğrencilerin rastgele yollara sapmaması gerektiğini, çünkü asıl olanı tali olandan, nedeni sonuçtan ayırmayı henüz öğrenememiş dimağların o yollarda kaybolacağını da bilirdi. Uzun sözün kısası, hocanın başlıca görevi açıklamak, bilginin basit unsurlarını öne çıkarmak ve bu ilkece basitlik ile genç ve bilgisiz dimağların temel özelliği olan fiilî basitliği birbirine uydurmaktı. Öğretmek demek, bilgileri aktarırken zihinleri şekillendirmek, o zihinleri planlı bir ilerlemeyle basitten karmaşığa doğru götürmekti, biliyordu bunu. Böylece öğrenci bilgiyi aklıyla sahiplenip, yargı gücü ve beğenisi de şekillenince sosyal olarak kendisinden beklenen seviyeye çıkacak ve öğrendiklerini seviyesine uygun biçimde kullanmaya hazır olacaktı: Kültürlü seçkinler için öğretmenlik, avukatlık veya yöneticilik yapacaktı; halktan seçkinler arasından artık çıkarmaya çalıştığımız yeni öncü güçler için aletler ve makineler düşünecek, tasarlayacak veya üretecekti; bilim yoluna girecek, bu özel dehayla donanmış zihinler için yeni keşifler yapacaktı. Gerçi bu bilim adamlarının tuttuğu yollar, kullandığı yöntemler pedagogların akılcı çizgisinden epey farklıydı. Yine de buradan hareketle o akılcı çizginin yanlış olduğunu söylemeyi gerektirecek bir kanıt elde edilemezdi. Tam tersine dehanın özel güçlerinin gelişmesi için önce sağlam ve yöntemli bir eğitim almak gerekiyordu. Post hoc, ergo propter hoc.[4]
Böyle düşünürdü bilinçli her öğretmen. Otuz yıllık meslek hayatı boyunca böyle düşünmüş ve böyle davranmıştı Joseph Jacotot da. Gelin görün ki, makinenin dişlilerine kum kaçmıştı bir kere. Fransızcanın temeline dair hiçbir şey açıklamamıştı “öğrencileri”ne. Ne imlayı açıklamıştı, ne fiil çekimlerini. Öğrenciler bildikleri dildeki kelimelere karşılık gelen Fransızca kelimeleri kendi kendilerine aramış, çekim eklerinin ne anlama geldiğini kendi kendilerine anlamışlardı. Fransızca cümle kurabilmek için kelimeleri ve çekimleri nasıl kullanmaları gerektiğini tek başlarına öğrenmişlerdi: Kitapta ilerledikçe cümleleri ve imlaları düzeliyordu; yazdıkları cümleler de öyle öğrenci cümlesi değildi hani, düpedüz yazar cümleleriydi. Ne yani, hocanın açıklamaları gereksiz miydi? Gereksiz değildiyse, kime ve neye faydası vardı o açıklamaların o halde?
Çeviri: Savaş Kılıç
Jacques Rancière, Le Maître ignorant: Cinq leçons sur l’émancipation intellectuelle (Paris: 10/18, 1987) s. 7-11.
[1] Louis Athusser, Etienne Balibar, Roger Establet, Pierre Macherey, Jacques Rancière, Kapitali Okumak, çev. Işık Ergüden (İstanbul: İthaki Yayınları).
[2] Filozof ve Yoksulları, çev. Aziz Ufuk Kılıç (İstanbul: Metis Yayınları).
[3] Félix ve Victor Ratier, “Enseignement universel. Emancipation intellectuelle”, Journal de philosophie panécastique, 1838, s. 155.
[4] Lat. “Bundan sonrası, zaten bundan dolayı böyleydi” diye çevirebileceğimiz, mantık hatalarına işaret etmek için kullanılan bir deyim. – ç.n.