Aşk ve Sanat Hastalığı

7/10/2014 / skopbülten / Ali Artun

Tıp ve ilaç endüstrisi durmadan yeni yeni hastalıklar icat ediyor. Sonuncular iyice vahim: aşk ve sanat. Bizdeki “aşkından verem oldum” lafı artık bir mecaz olmaktan çıktı. Ulusal Özerk Meksika Üniversitesi’nde yapılan bilimsel araştırmaların yanı sıra, Pisa Üniversitesi’nden Donatello Marazatti’nin deneyleri aşkın obsesif-kompulsif bir rahatsızlık olduğunu ortaya koydu.[1] Çaresi, seçici serotonin geri alım inhibitörleri. Aşk hastalığının önünü almak amacıyla Atlanta’daki Emory Üniversitesi’nde tekeşli çayır fareleriyle (microtus ochrogaster) yapılan deneylerin bulguları ise daha radikal. Dişi farelere oksitosin veya dopamini bloke eden bir ilaç enjekte edildiğinde, aşk bağımlısı hayvanların birden çokeşliliğe döndükleri görülüyor. Bütün bunlardan sonra, “anti-aşk biyoteknolojisi”yle el ele veren ilaç endüstrisi, şimdi bu aşk illetini yenmek için çeşit çeşit ilacı piyasaya sürmeye hazırlanıyor. “Yüksek sanata maruz kalma” sonucunda görülen hastalığa da tıp âlimleri “Stendhal sendromu” adını vermişler. Sendroma, en sık Floransa’da rastlanması nedeniyle “Floransa sendromu” da deniyor. Ama asıl “sanat zehirlenmesi” olarak biliniyor: psikosomatik bir bozukluk.[2] Zaten “akıl çağı”nda akıldışı kabul edilen sanat, bir tür delilik eseri değil miydi? Foucault da, modernlikle birlikte tıbbın tımarhaneye kapattığı delilerin gösterdiği hakikatin sanata devrolmuş olmasından bahsetmiyor muydu? İşte şimdi tıp, bu maraziliğin, sanattan ve sanatçılardan izleyicilere de bulaştığını keşfediyor.

Aşkın ve sanatın birer hastalık olarak teşhis edilip tedavi edilmeleriyle birlikte, Foucault’nun Kliniğin Doğuşu, Deliliğin Tarihi ve Cinselliğin Tarihi kitaplarında incelediği, hastalığın, deliliğin, cinselliğin, hastanenin ve tımarhanenin 16. yüzyılda icadıyla başlayan süreç bir anlamda sona eriyor. Tıbbın ve psikanalizin insan bedenini marazi (patolojik) bir varlık olarak fethi tamamlanıyor. İnsanın, kendi arzularını, duygularını ve duyularını yönetmek üzere geliştirdiği iktidar zirveye çıkıyor. Bütün bunlar, asırlardır süren, insanı doğallığından arındırarak, tamamıyla kültürel/teknolojik bir varlık olarak yeniden tasarlama hırsının aşamaları. Leonardo gibi anatomist sanatçıların, La Mettrie ve Hobbes gibi filozofların düşlerinin uzantısı. Tıp ve nörobiyolojinin yanı sıra, genetik mühendislik ve biyomühendislik alanlarında bu konuda epey yol alındı. Artık birer protez haline gelen “akıllı telefonlar” gibi cihazların giderek bedenlerimize sızması kaçınılmaz görünüyor. Dijital devrelerle biyolojik devrelerin eşleştirilmesi, “beynin sayısallaştırılması” hızla ilerliyor. Bu gelişmelere, kültürel farklılık ve kimlik politikalarıyla tırmanan etnik haritalandırma ve ölçümleme çalışmalarının belirlediği çağdaş öjeniyi de katmak gerekir. Ulus-devletlerin kurulma sürecindeki nüfus politikalarıyla paralel olarak örgütlenen öjeni, insan ırkının iyileştirilmesiyle ilgilidir. Aşk ve sanat gibi ‘patoloji’lerden arındırılmamız da sonunda bu kapıya çıkar.

 

                                    

                                                                    La Mettrie (1709-1751)

Georges Bataille insanın insan olmasını, ölümlü olduğunun ve cinsel arzusunun bilincine varmasıyla açıklıyor. Ve bu bilinç de sanatla ifade buluyor. Yani insan hayvanlardan sadece emek harcayarak ve alet yaparak değil, asıl aşk ve sanat yaparak kopuyor. Mağara duvarlarındaki cinsel organ ‘ikon’ları; tapınma ile cinsel oyunların birleştiği ritüeller vb. bunu kanıtlıyor. Aşk tanrısı Eros ile ölüm tanrısı Thanatos’un birliği ve bu birliğin sanatla eklemlenmesi Bataille’ın bütün eserini işgal eder. Gözün Öyküsü, Göğün Mavisi, Annem, Ölü Adam gibi romanları, Erotizm: Ölüm ve Duyusallık gibi antropolojik incelemelerindeki insanın başlangıcına ilişkin düşüncelerinden hareket eder. Aşk ve sanat birliğini sadece Bataille değil diğer sürrealistler de yüceltir. Breton’a göre “aşk, sanatın en basit ifadesidir”. Çünkü “aşk, her insanı hayatla kaynaştıran yegâne düşüncedir [...] bütün düşüncenin saklandığı ideal mevkidir [...] hakikatin bizi alt üst eden keşfine dayanan tam bir bağlılıktır.” İnsan ve uzay için bir değer taşıyan, onu yıldızların ötesine götürecek olan yegâne sanat erotizmdir.” [3] Picasso’ya göre de “sanat ancak erotiktir.” Mimar Adolf Loos da “bütün sanatın erotik” olduğuna inanır.

 

                                         Caravaggio, Cupid (Eros)                                                    Egon Schiele, Eros (oto-portre)

 

                                       

                                                                  Georges Bataille, Gözün Öyküsü

 

Bataille’a dönersek, insan, aşk ve sanatla insan olmuştu ve doğa karşısındaki özerkliğini böyle kazanmıştı. Şimdi aşkın da, sanatın da birer zaafiyet olduğuna karar verilmesiyle, demek ki bu insan ölmüş oluyor. İnsanı hasta eden Eros da tabii... Erotik-insan ömrünü dolduruyor. Artık “baştan çıkmak”, “kendimizi kaybetmek” istemiyoruz. Zaten çoktandır, insan-sonrası (post-human) bir çağa girdiğimizden konuşulmuyor mu? Bu çağda insanın doğa karşısındaki gücünü gösteren, sibernetik insan. Kelimenin Yunanca kökünün “hükmetmek” (kibernetes) anlamına geldiğini düşünürsek, bu çağdaş insana “kendi kendine/bedenine hükmeden” insan veya “biyopolitik insan” da diyebiliriz.

 

                                                                                                                                         Eril boğa-dişil organ (Chavet mağarası, MÖ 30.000)                       

 

                                                                                                                         Picasso

 

 



[1] “İlaç şirketlerinin yeni gelir kapısı: Aşk bir hastalık mı?”, Cumhuriyet Bilim/Teknik, 28 Mart 2014.

[2] “Sanat zehirlenmesi araştırıldı”, Cumhuriyet, 29 Haziran 2014.

[3] André Breton, Manifestoes of Surrealism (Michigan: The University of Michigan Press, 1969) s. 63, 143, 180-181, 300.

sürrealizm, Picasso, Michel Foucault, erotizm