Alain Badiou’yle Söyleşi

 

 

Shlomo Sand The End of the French Intellectual (Verso, 2018) kitabında Fransız düşüncesindeki bir çöküşten söz ediyor. Dünya çapında eserleri en çok okunan Fransız filozof olarak bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Son dönemde Fransız felsefesi hakkında varılan bu yargı bence işin düşünsel boyutundan ziyade siyasi yanıyla ilgili. Geçmişte, özellikle de İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde Fransız aydını bir dava insanı olarak temsil edilirdi. Fransa’da icat edilmiş bir figürdür bu. Bu ülke radikal siyasi tavır takınan yazarlarla doluydu. Komünistler cephesinde Sartre biliniyor, ama savaştan önce aşırı sağda da böyle yazarlar vardı: Robert Brasillach, Louis-Ferdinand Céline gibi... 1980’lerden sonra geniş bir grup Fransız filozofu gerici ve muhafazakâr saflara geçti. Yurtdışındakiler Fransız aydınının çöktüğünü söylediklerinde onlara katılıyorum. “Yeni Filozof”ların temsil ettiği şeyi istemiyorlar – ki onlar da aslında ne yeniler ne de filozof. Her ülkenin zaten kendi muhafazakârı var, bir de bizim neoliberallerimize ihtiyaçları yok. Neyse ki hâlâ birkaç istisna var. Ben de kendimi bu sıfata layık görebilirim!

 

Sartre’dan nasıl koptunuz?

Aslında Sartre’dan hiçbir zaman kopmadım. Onun hakkında yazdığım son metinlerde, ölümü üzerine 1980’lerde ve sonrasında yazdığım yazılarda, onun büyüklüğünü her zaman teslim ettim. Felsefi olarak ondan ayrılmam çok daha erken, 1950’lerin sonunda oldu; yapısalcılıkla, Michel Foucault, Louis Althusser, Gilles Deleuze ve Jacques Lacan’ın yeni eserleriyle tanışmıştım. Artık fenomenoloji veya varoluşçuluk üzerinden çalışamıyordum. Fakat Sartre siyasi ilkelerine her zaman bağlı kaldığı için bu açıdan ona yakın olmayı sürdürdüm; onu sert bir şekilde eleştirmem gerekmedi.

 

Seçimleri boykot ediyorsunuz. Donald Trump ve Jaïr Bolsonaro’yu iktidara getiren kimlikçi politikalara geri dönüşle birlikte aşırı sağın 2020’de Fransa’da da kazanabileceğini söyleyenlere cevabınız ne olur?

Seçim işlemi her zaman aşırı sağ için bir nimet olmuştur. Hitler bile 1933’te seçimle başa gelmişti. Komünistlerin ulusal seçimlerle başa geldiği vaki değil. 1981’de François Mitterrand seçildiğinde insanlar böyle bir hayale kapılmıştı, ama iki yıl sonra gördük ki o da eski düzenin bir devamıydı. Oysa aşırı sağ seçimlerde gerçekten iktidara geliyor. Ve bu yine olacak! Neden? Çünkü bu tip oy hakkı toplumu değiştirmek üzere tasarlanmış değil. Kuralları herkesçe kabul edilen, mutabakata dayalı bir sistem bu.

İnsanlar nasıl seçimlere bir ülkenin gidişatının belirleneceği özgür bir alan olarak bakabiliyor, anlamış değilim. Eski bakanlardan Alain Peyrefitte, Mitterand seçildiğinde çok doğru bir şey söylemişti: “Seçimler hükümeti değiştirir, toplumu değil.” Söylediği doğruydu, çünkü bu herkesin üzerinde anlaştığı bir kural. Bu da şu demek: Toplumu yönetenler, ki herkes bunların bir avuç büyük sermayedar olduğunu biliyor, kendi zararlarına olacak bir seçime izin vermezler. İşler biraz kızıştığında, risk fazla büyüdüğünde, son savunma hattı olarak aşırı sağı desteklerler. ABD’de Donald Trump seçimle iktidara gelebilir, ama bir komünist asla. Bu her yer için geçerli. Parlamenter seçim sistemi İngiliz emperyalizminin icadıydı ve 18. yüzyılda Rousseau tarafından eleştirilmişti. Seçimlerin neden demokrasi anlamına gelmediğini çok güzel açıklamıştı Rousseau.

Syriza tecrübesi bence yeterli olmalı. Yunanistan’da bu parti kapitalist buyrukların yöneticisi haline geldi. Öyle ki bugün Çipras hükümeti hâlâ militan tavrını sürdürenleri tutukluyor. Sosyal konutların açık artırmayla satılmasına karşı çıkan grupları hapse atıyor. Avrupa önderliğindeki Yunan kapitalizminde şimdi en çok kâr getiren uygulama oldu bu.

Macron’u da Fransa’daki Bonapartist geleneğin bir yan ürünü olarak görüyorum. Geleneksel parti sistemi tehlikeye girdiğinde, dengesini kaybettiğinde, tek bir figür çıkıp hemen kendi tertibatını yerleştiriyor. Koşullardan yararlanıp iktidar konumuna yerleşiyor. Macron, hem sağda hem solda krizin yaşandığı bir dönemde ortaya çıktı. Sol parçalanmış durumda. Komünistler ortada yok. Sosyalist Parti iktidardaki icraatlarıyla bütün inanılırlığını kaybetti. Sağın durumu da iyi değil zira aşırı sağ ile olan ilişkisini kontrol edemiyor. Macron, ne sağcı ne solcu olduğunu söyleyerek işe başladı. Bu durumda tam olarak nerede durduğunu sormak lazım! Ailemde, tıpkı De Gaulle veya Louis Napoleon gibi Macron’u da savunan birçok kişi var. Başka hiçbir şeyin işlemeyeceği fikrinden kaynaklanıyor bu. Büyük ölçüde negatif bir bağlılık: “O değilse kim? Çok daha kötüsü!”

 

Julien Le Gros’nun 17 Aralık 2018’de The Dissident dergisi için Alain Badiou’yle yaptığı söyleşinin David Fernbach tarafından yapılan İngilizce tercümesinden seçilmiş pasajlar.

Alain Badiou