Aşağıdaki metin, Alain Badiou’nun Crisis & Critique dergisinin son sayısında yayınlanan “On the Russian October Revolution of 1917” başlıklı yazısından seçilmiş bölümlerin çevirisidir. Metnin tamamını indirmek için bkz. Alain Badiou.pdf
İnsanın kısacık ömrü içerisinde, tarihî bir olayın yaşlanışına, kırışıklarının oluşmasına, pörsüyüp nihayet ölmesine tanıklık etmesi hep etkileyici olmuştur. Tarihî bir olay söz konusu olduğunda ölmek, neredeyse insanlığın tamamı tarafından unutulmak demektir. Olay, insan kitlelerinin hayatını aydınlatıp yönlendirmek yerine, uzmanlaşmış kitaplar dışında hiçbir yerde görünmez olduğunda, hatta oralarda bile görünmediğinde, ölmüş demektir. Ölmüş olay, arşivlerin tozu arasına gömülmüştür.
Şahsen kendi ömrümde 1917 Ekim Devrimi’nin, ölümüne olmasa da ölümün eşiğine geldiğine tanıklık ettim. Diyeceksiniz ki, “bir kere sen o kadar genç değilsin, üstelik Devrim’den yirmi sene sonra doğmuşsun. Devrim her şeye rağmen güzel bir hayat sürdü! Hem bak, herkes onun 100. yıldönümünden söz ediyor”.
Size cevabım şöyle olacak: Bu 100. yıldönümü, fiilen her yerde, Devrim’in asıl önemli yanının üzerini örtecek ve onu gözden kaçıracak. Öyle bir şey ki bu, Devrim’in son 60 sene boyunca Avrupa’dan Latin Amerika’ya, Yunanistan’dan Çin’e, Güney Afrika’dan Endonezya’ya milyonlarca insana şevk vermesini sağlamış. Öyle bir şey ki, tüm dünyada, bir avuç efendiyi, sermaye sahipleri oligarşisini dehşete sürüklemiş ve Devrim’i sendeletmek için yoluna türlü türlü taşlar koymaya sevk etmiş.
Halkların hafızasında devrimci bir olayın ölümünü mümkün kılmak için, onu kana susamış meşum bir masala çevirmek için, gerçekliği değiştirmeniz gerekir. Bir devrimin ölümü, ancak ilmî bir karalama kampanyasıyla sağlanabilir. Onun hakkında konuşabilir, 100. yıldönümünü kutlayabilirsiniz, doğru! Ama ilmî yollardan şu sonuca varabilmenizin sağlanması şartıyla: Devrim mi? Allah bir daha göstermesin!
Bu noktada, Fransız Devrimi’nin başına da aynı şeyin geldiğini hatırlatmak isterim. Bu devrimin kahramanları, Robespierre, Saint-Just, Couthon, onlarca yıl boyunca birer zorba olarak, hırçın ve hırslı kişiler olarak, birer katil olarak sunuldu. Fransız Devrimi’nin savunucusu olduğunu ilan eden Michelet bile, Robespierre’i bir diktatör figürüne çevirmek istedi.
Pierre-Roch Vigneron, “Maximilien Robespierre”, 1786
Michelet’nin, şayet patentini almış olsa kendisine servet kazandıracak bir şeyi icat ettiğini de kaydedelim yeri gelmişken. Bugün “diktatör” kelimesi her türlü tartışmanın önünü bıçak gibi keser. Lenin, Mao, Castro, hatta Venezüela’da Chavez veya Haiti’de Aristide için ne denebilir? Diktatörler. Konu kapandı.
Oysa işin aslı, Fransız Devrimi, Albert Mathiez’nin başını çektiği bir komünist tarihçiler kuşağı tarafından, eşitlikçi ve evrensel anlamıyla birlikte, kelimenin gerçek anlamıyla diriltilmişti. 1917 Devrimi sayesindedir ki, Fransız Devrimi’ndeki temel olayı, geleceği taşıyan ânı, yani 1792-1794 arasındaki Montagnard Konvansiyonu’nu yepyeni ve militanca bir bakışla yeniden düşünebildik.
Bu da gösteriyor ki gerçek bir devrim her zaman kendisinden öncekilerin dirilişidir: Rus Devrimi, 1871 Paris Komünü’nü ve Robespierre Konvansiyonu’nu, hatta Toussaint-Louverture önderliğinde Haiti’de yaşanan siyah köle isyanını, ta 16. yüzyılda Thomas Münzer önderliğinde Almanya’da yaşanan köylü ayaklanmasını, hatta ve hatta Spartaküs önderliğinde Roma İmparatorluğu’nda yaşanan büyük gladyatör ve köle ayaklanmasını diriltmiştir.
Haiti köle ordusu, Napolyon’un ordusuyla savaşıyor, 1803
Spartaküs, Thomas Münzer, Robespierre, Saint-Just, Toussaint-Louverture, Varlin Lissagaray ve Komün’ün silahlı işçileri: Bir sürü “diktatör” tabii, kara çalınıp unutulmuş; Lenin, Troçki veya Mao gibi diktatörlerin, gerçekte kim olduklarını yeniden gösterdikleri insanlar: halkın özgürleşmesinin kahramanları, insanlığı kolektif biçimde kendini yönetmeye yönlendiren muazzam tarihteki mihenk taşları.
Bugün, yani son 30-40 yıldır, Çin’de kültür devriminin sonundan, daha doğrusu Mao’nun 1976’da ölmesinden beri, bu muazzam tarihin sistemli ölümü tertip edildi. Ona geri dönme arzusu bile imkânsızlıkla yüklendi. Efendilerimizi devirip dünya çapında eşitlikçi bir oluşu örgütlemenin, kanlı bir diktatörlük yönünde mücrim bir ütopya ve karanlık bir arzu olduğu söyleniyor her gün bize. Bilhassa bizim ülkemizde, Fransa’da, karşı-devrimci karalama kampanyası yürütmekte, ve kapitalist ve emperyal tahakkümü azimle savunmakta uzmanlaşmış köle ruhlu entelektüeller var. Eşitsizliği; güçsüz ve yoksul insanların, göçebe proletaryanın ezilmesini idame ettirmeye ahdetmiş çomarlar her yerde iş başında. Eşitlik fikrinin can verdiği bütün politik rejimleri tarif etmek için “totaliter” kelimesini icat ettiler.
1917 Rus Devrimi’nin, totaliterlik hariç, dileyebileceğiniz her şeyle tarif edilebileceğini kaydetmek lazım. İçinde sayısız eğilimi barındırmış; yeni çelişkilerin üstesinden gelmiş; entelektüellerden fabrika işçilerine, Sibirya’nın en uzak köşelerindeki köylülere kadar birbirinden son derece farklı insanı birlik beraberlik içinde biraraya getirmiştir Rus Devrimi. En az on iki yıl boyunca, 1917 ile 1929 yılları arasında, amansız iç savaşlardan ve ateşli politik tartışmalardan geçmiştir. Asla, totaliter bir Bütün’ü değil, olağanüstü faal bir düzensizliği, ama bir fikrin ışığıyla aydınlanan bir düzensizliği ortaya çıkarmıştır.
1917 Rus Devrimi, “diktatörlük” ve “totalitarizm” kelimeleriyle yanlış anlaşılıp unutulamaz.
Bu devrimi bir nebze de olsa anlamak için, onun hakkında söylenen hemen hemen her şeyi aklınızdan çıkarmanız gerekir. İnsanlığın upuzun tarihine dönüp bakmanız; Rus Devrimi’nin başlı başına, sırf var olmasıyla, gelecek insanlığın şanına dikilmiş bir abide oluşunun nedenini ve nasılını göstermeniz gerekir.
Kuşkusuz insanlık tarihinde bugüne dek tek bir esaslı devrim yaşanmıştır: insan denen hayvanın tarihindeki, açık ara farkla en önemli devrim. Neolitik Devrim diyebiliriz buna. Birkaç bin yılı kapsayan bir zaman dilimi içinde, 100 bin yılı aşkın zamandır var olduğunu bildiğimiz haliyle insanlık, yerleşik tarımı ve tahılları çömlek içinde saklamayı keşfetti, böylece bir artık-gıda tedariki, bu artık-gıda üzerinden beslenen ve üretim sürecindeki görevlerinden azade olan bir sınıf, akabinde silahlarla donanmış olanlarca takviye edilen bir Devlet, ve aynı zamanda üreticileri ilkel yollarla kayıt altına alıp vergilendirmeye yarayan elyazısı doğdu. Bu ortam içinde, her türlü tekniğin muhafazası, aktarılması ve ilerlemesi ziyadesiyle canlandı. Büyük şehirler ortaya çıktı, ve aynı zamanda hem kara hem deniz üzerinden işleyen güçlü bir uluslararası ticaret doğdu.
Bu dönüşümün yanında, başka herhangi bir dönüşüm ikincil mahiyet taşır çünkü bir anlamda bizler hâlâ söz konusu çağda kurulan parametrelerin içerisindeyiz. Egemen ve aylak sınıfların varlığı, otoriter devletin varlığı, profesyonel ordular, uluslar arasında devam eden savaşlar, bunların hepsi bizi, daha önceden insanlığı temsil eden küçük avcı-toplayıcı grupların hayli uzağına taşıyor. Bizler Neolitikleriz.
Gelgelelim bu devrim, düşünsel yetilerimiz itibarıyla, Neolitik devrim öncesindeki insanlardan daha üstün durumda olduğumuz anlamına gelmiyor. Geçmişi 35 bin yıl öncesine, Neolitik devrimin hayli öncesine, muhtemelen yalnızca avcı-toplayıcı grupların var olduğu bir çağa uzanan mağara resimlerini unutmayalım. Bu resimlerin sırf varlığı bile, insan denen hayvanın düşünce ve idealize etme yetilerinin yanı sıra teknik ustalığının da bugünküyle aynı olduğunu gösterir.
Chauvet mağarası resimleri, ykl. 33 bin yıl öncesi
Bu nedenle, insanın özdeşliği sadece biyolojik ve maddi düzeyde değil, düşünsel yetileri düzeyinde de en ufak kuşku duyulmadan olumlanmalıdır. Bu temel birlik, bu biyolojik ve zihinsel “aynılık”, insanlığın aynı olmadığını, farklı alt-türler, farklı “ırklar” arasında esaslı farklılıklar olduğunu savunan kuramların önündeki temel engel olagelmiştir.
İnsanlık aslında tarihsel varoluşunun başındadır daha. Dolayısıyla da, hâkim örgütlenme biçiminin, pratik insanlık düzeyinde, gerçek insanlık düzeyinde, hâlâ çok zayıf olduğunu görmemiz gerek. İnsanlığın hâlâ Neolitik olması şu anlama gelir: İnsanlık, ürettikleri, yaptıkları ve örgütledikleri bağlamında kendi asli birliğinin zirvesine henüz ulaşmamıştır.
Sartre vaktiyle, komünizm kelimesinin tabiricaizse hâlâ gönül rahatlığıyla kullanılabildiği bir zamanda, şayet insanlık birgün komünizmi hayata geçiremezse, insan türü yok olduktan sonra karıncalardan daha ilginç ya da önemli bir yanının olmayacağını söylemişti. Başka türlü ifade etmek gerekirse: önümüzdeki yüzyıllarda, veya gerekirse bir sonraki binyılda, belirleyemeyeceğimiz bir ölçekte, Neolitik devrimi izleyen ikinci bir büyük devrimin yaşanması gerektiği kesindir.
1792-1794 arasındaki Fransız Devrimi’nden beri, farklı isimler altında, gerçek bir eşitliğe ulaşma girişimleri eksik olmamıştır: demokrasi, sosyalizm, komünizm. Kapitalist küresel oligarşinin halihazırdaki zaferinin bu girişimler önünde bir engel teşkil ettiği söylenebilir, ama kendimizi insanlığın birliği ölçeğine yerleştirdiğimizde bu engelin geçici olduğunu ve hiçbir şey kanıtlamadığını düşünebiliriz. Bu, bir sonraki seçimle aşılarak ortadan kalkacak bir sorun değil – bu yolla hiçbir şey aşılmaz; asırlar alacak bir iştir bu. Ve bu konuda söylenecek tek bir şey var: “Evet yenildik, mücadeleye devam”.
Fakat bu nokta bizi, peş peşe yenilgilerle dolu 1917 Ekim Devrimi’ne daha dikkatli bakmaya sevk ediyor. Ben şunu öne süreceğim: Rus Devrimi, Tarih’te ilk defa, kazanmanın mümkün olduğunu göstermiştir. Tabii Devrim’in uzun vadede, son onyıllara varıncaya kadar, başarısızlığa uğradığını söylemek her zaman mümkün. Ama hafızalarımızda, zaferi olmasa da, en azından zaferin olanağını cisme büründürmüştür. Rus Devrimi, kendisiyle barışmış bir insanlık olanağının mümkün olduğunu göstermiştir, diyebiliriz.