“Yeniliği Özde Bulmadıkça Bütün Çabamız Boş”: Salt Galata "Modern Zamanlar" Sergisine Bir Bakış

26/1/2013 / skopbülten / Necmi Sönmez

Kasım, eğer soğuklar gelmemişse İstanbul’un en güzel aylarından biri olmaya adaydır. Havanın erken kararmasına, gündüzlerin kısalmasına rağmen en keyifli yürüyüşler, en rahat okumalar Kasım ikindilerinde yapılabilir. Bu uzun ikindiler, galeri, sergi ziyaretlerinin yanı sıra eski kitapçıların tozlu raflarını karıştırmak için de ideal bir zaman dilimidir. Bu ve buna benzer uğraşlar, aslında biraz da Kasım'ın tanımlanması kolay olmayan melankolisinden kurtulmak için yapılır. Bu sebeple kısa bir süre önce benim de yolum ilk olarak eskicilerin olduğu Çukurcuma’ya, ardından da Salt Galata’ya düştü.

Salt ve Van Abbe Museum ortaklığında hazırlanan “Modern Zamanlar” sergisi, Modernizm’in Batı Avrupa ve Türkiye’deki serüveni üzerine hazırlanmış en savruk, en özentisiz ve kavram kargaşasının en çok olduğu etkinlik olarak izleyende “tutmamış hamur” izlenimini uyandırıyordu. Zeynep Yasa Yaman ve Vasıf Kortun tarafından hazırlanılmış olan bu sergi, giderek “resmi görüşün” temsilciliğini üstlenen bu çok amaçlı banka galerisinde, kelimenin tam anlamıyla çalakalem hazırlanılmış, bir tür Modernizm’den intikam alma girişimiydi. Salt’ın en moloz salonunda kurşun asker mantığıyla yan yana dizilmiş resimler, heykeller arasında yabana atılmayacak kadar önemli yapıtların varlığı elbette tartışma götürmez. Sergilemenin eleştirilecek o kadar çok özelliği var ki, bunların hangisinden başlamak gerekir diye düşünmek gerekiyor. Özellikle gösterilen filmlerden yükselen sesler (bir yanda İstiklal, öte yanda Enternasyonal Marşı), izleyiciye karşı sıradan bir saygının bile esirgendiği bir ortamın kurgulandığını duyumsatıyordu.

II. Dünya Savaşı’nın ardından Avrupa’daki kültürel ortam, soyut sanatın desteklendiği bir karaktere sahipti. Dünyanın dört bir yanından Paris’e gelen sanatçılar arasında azımsanamayacak bir kitle olarak Türk sanatçıları da vardı. “Modern Zamanlar” sergisi, adeta hoyrat bir ortaokul tarih dersi gibi, Türk ve yabancı sanatçıların eserlerini bir araya getirirken, ne kavramsal bir çerçeve ne de bir yorum getirebiliyordu. Burun buruna asılmış olan tabloların nasıl bir yorumu temsil ettikleri bir türlü ortaya çıkamadığı gibi, 1980’lerde hakim olan formalist yaklaşımla Sanat Tarihçiliği oyununun tezgahlandığını görmek, 2012 perpespektifi açısından “arkeolojik” bir tecrübeydi. Örneğin Avni Arbaş, Nejad Melih Devrim, Jean Bazaine, Adnan Çoker, Pierre Alechinsky gibi önemli sanatçıların “ikinci sınıf” çalışmalarının yan yana getirilmesi (serginin A duvarı) bayat bir yaklaşım. Çünkü bilindiği gibi Savaş Sonrası döneminin “sıcak dönemi” 1945-1955 yılları arasında geçti. Eğer bu döneme ait çalışmaları değil de sadece sanatçıların isimlerini yan yana getirirseniz buna “kaydırmaca” denir. Tarihsel sorgulama ancak ciddiyetle yapılırsa yeni bir yorumun kapısını aralayabilir; yoksa bu sergide olduğu gibi “bayat bir tarihsellik”, kendi mağduriyetini önemli eserlerin varlığına rağmen saklayamaz. İstanbul’daki kurumsal sergilemeler ele alındığında böylesine “merdiven altı” bir düzeyle daha önce karşılaşmamıştık. Örneğin serginin C duvarı, Ferruh Başağa (1984 tarihli), Hans Hartung (1956 tarihli), Hakkı Anlı (1968 tarihli) resimlerle bir araya getirilebiliyor. Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı dedirten bu yaklaşım sergide Sanat Tarihi’nin en önemli sorunu olan “bağlam”ın [context] bile kurulamadığının göstergesi.

Serginin kendi zavallılığına bakmadan bu dönemin sanatına ve sanatçılarına vurduğu bir Milliyetçilik damgası var ki, bunun hakkında konuşmak gerekiyor. Aydın Arakon’un tarih parodisi olmaktan öteye geçemeyen “İstanbul’un Fethi” (1951) ile Sergey Yutkeviç’in “Türkiye’nin Kalbi Ankara” (1934) isimli propaganda filminin karşılıklı olarak izleyicilere sunulması, gerçekte sergilemenin tamamını Türk ve Sovyet Milliyetçiliği’nin kıskacı altına almak olarak değerlendirilebilecek bir yaklaşım. Acaba Türk sanatçıları böylesine nobran bir yaklaşımı hak ediyorlar mı? Bu kaba, temellendirilmemiş yaklaşım, en kibarından söylemek gerekirse ancak kötülük olarak yorumlanabilir. Vasıf Kortun Türk Modernizmi’nden intikam almak istiyorsa, biraz zahmet edip o dönemin basın ve yayınlarında, bir avuç aydın sanatçının savaşın en karanlık yıllarında bile nasıl anti-Faşist mücadele içinde olduğunu araştırsın. Eğer 1945 sonrası sorgulanacaksa, o zaman 1930’ların “Yeni Adam” dergisini vitrin içine koymak yerine Orhan Veli’nin Ankara’da 1949’larda çıkardığı “Yaprak” dergisini dijitalize edip izleyicilere sunmak gerekirdi. Tabanlıoğlu için yapılan görkemli sunumla karşılaştırıldığında, “Modern Zamanlar” sergisine ne kadar önem verildiği daha da net olarak ortaya çıkıyor.

Bu kadar detaylı olarak bu Milliyetçilik yaftasına değinmemin nedeni, Salt’ın çizgisizliğinin ürünü olan bu serginin ne denli temelsiz yaklaşımı olduğunu sorgulamaktı. Bir de, Abidin Dino gibi neredeyse ömrünü anti-Faşist mücadeleye adamış, bu uğurda hapis, sürgünlük yaşamış bir Sol aydına ve “Türk vurgulaması” karşısında her zaman “Evrenselliği” savunmuş olan Parisli Türk sanatçılarına karşı yapılan “haksızlığı” vurgulamak gerekiyor. Sergide ağırlıklı olarak çalışmaları sergilenen Parisli Türk sanatçıları, bırakalım Milliyetçiliği, ulus kavramına bile şüphe ile bakıyorlardı. Onlar soyut sanatın her türlü din, dil, kültür farklılıklarını aşan bir üst dil olduğuna inanmışlar, hayatlarını bu inanca adamışlardı. Onlar günümüzde olduğu gibi Türk sanatçılarının eserlerini yurtdışından danışıklı dövüş olarak toplayan simsarlara, müzayedecilere değil, gerçekten koleksiyoncu olan Avrupalı ve Amerikalılara eserlerini satmayı başardılar. İnanılmaz zor koşullarda ürettiler ve sanatlarının mücadelesini verdiler. Şimdi bu yaratıcıları Milliyetçilik kıskacında tarihselleştirmeye çalışmak ne bilimsel ahlaka ne de Sanat Tarihi'nin bağımsızlığına sığan bir yaklaşımdır. Ama şimdi rüzgâr başka yerden esiyor tabii ki. Buna gönderme yapsın diye “Yeni Adam” dergisinde Dersim meselesinin yer aldığı sayfaları (24 Haziran 1937 tarihli sayı) okuyuculara açan yaklaşım, güncel popülist anlayışın bu serginin en ince damarlarına kadar etkili olduğunun göstergesi. Lafı fazla dolaştırmaya gerek yok; Salt, hem sermayenin hem de güncel politik söylemin emin bir kalesi olarak kendini konumlandırmayı başardı. Belki bu konuda söylenecek çok söz var ama yine de farklı bir biçimde bu konuyu bitirmek arzusundayım. Serginin duvarına konulan levhaların birinde “Modern Zamanlar, sanat pratiğinin yaklaşık yarım yüzyıllık ufkuna dair küçük ipuçlarını bugünün yamuk perspektifinden izliyor,” gibi ironi yüklü bir cümle gördüm. Günümüz perspektifini yamuklaştıran, Kortun ve Yaman’ın numarası çok eskimiş olan gözlükleri. Oysa günümüzde tarihe, hele de yakın tarihe artık “çoğulcu” bir çerçeveden bakılıyor. Zaten bir Gestapo merkezini andıran bu binadaki sergi mekânında uzunca bir süre benden başka sadece güvenlik görevlileri vardı. Salona benden başka ziyaretçi uğramadı. Nefes almak için kendimi dışarıya zor attım ve Galata Köprüsü'nün Haliç kısmına bakan kahvelerden birine doğru yürüdüm. Süleymaniye’ye buradan bakmayı çok severim. Çukurcuma’dan aldığım basılı malzemelerin olduğu torbayı açmaya başladım ki, eski bir derginin içinden katlanmış olarak “Yaprak” çıktı. Buruş buruştu ama ön kısmında Abidin Dino’nun kaleme aldığı bir yazı (1949, Yıl 1, Sayı 12) zar zor da olsa okunabiliyordu. Billur gibi bir Türkçeyle sesleniyordu Abidin: “Aslına bakarsanız biz yeniler eskilerden ancak şekilde ayrıldık. Özde ise eski tas eski hamam. Tanzimattan bu yana kendi kendimizi aldattığımız yeter. Yeniliği özde bulmadıkça bütün çabamız boş. Özde yenilik olmadıkça şekil yeniliği nemize gerek.”

 


 

Dr. Necmi Sönmez’in www.lebriz.com’da 28 Kasım 2012’de yayımlanan  “Yeniliği Özde Bulmadıkça Bütün Çabamız Boş”: İstanbul'daki Güncel Sanat Etkinliklerine Bakış başlıklı yazısının Salt Galata'da 21 Eylül-30 Aralık 2012’de düzenlenmiş “Modern Zamanlar” sergisi üzerine olan bölümü. Yazının tamamı için bkz.: http://www.lebriz.com/pages/lsd.aspx?lang=TR&sectionID=17&articleID=1073

Çağdaş Türk Sanatı