Bu yazıda, Peter Sloterdijk’ın Terror from the Air (Havadan Terör, Semiotext(e), 2007) başlıklı kitabından yola çıkıyorum. Daha önce Funambulist’te yayınlanan iki yazı, Cambaz Atmosfer ve Buluta Hapsolmak: Biber Gazı Savaşı'nın Biyopolitikası başlıklı yazılar da, Sloterdijk’ın kitabına değiniyor. Terror from the Air, kimyasal terörizmin tarihini kısaca anlatıyor ve bedenlerimizin yerleşmiş olduğu ve etkileşime girdiği atmosferle ilgili algılarımızda kimyasal terörizmin etkisini ele alıyor. Sloterdijk, 20. yüzyılda savaşın simetrik bir tertipten asimetrik bir tertibe dönüştüğünü, dolayısıyla terörist faaliyeti geliştirdiğini vurgulasa da, “atmosfer terörü”nün doğuşunu Birinci Dünya Savaşı sırasında Alman ordusunun icat ettiği “gaz saldırıları”na bağlıyor – yani, iki asimetrik ordu arasındaki savaşa. “Terör, düzenli orduların birbirlerine silahlı darbeler indirdiği naif ilişkiyi aşan bir düzeyde işler; terörde, bu klasik muharebe biçimlerinin yerini, düşmanın yaşamasının çevresel koşullarına yönelik saldırılar alır,” diye yazıyor Sloterdijk. Bu tanım Birinci Dünya Savaşı’nın bağlamıyla örtüşüyor, zira iki ordu da siperlerinde o kadar uzun süre hareketsiz kalmıştı ki, “yaşama koşulları” ve bunların işaret ettiği gündelik ritim bu bağlam için geçerli olabilir.
Askerî nefes alma teçhizatlarının [konuşma diline tercüme edersek: kumaştan gaz maskelerinin] ışık hızıyla gelişmesi, birliklerin yeni bir duruma uyarlanma zorunluluğuna işaret eder: solumanın savaş olaylarında doğrudan bir rol oynamaya başladığı bir durum.[1]
1916’da Fransız askeri, Bibliothèque Nationale de France
Nefes almak, yaşamın devam etmesi için olmazsa olmaz bir koşul, ve her canlı türünün nefes alabilmesi için gereken özgül atmosfer koşulları var. Atmosfer terörü, harp haliyle ilgili bir paradigma değişimini devreye soktu: bedenlerin canlı organları üzerinde şiddet yoluyla –ister mızrakla, ister kılıçla veya bombayla– etkide bulunmayı hedefleyen “geleneksel” yöntemlerden, “düşmanın” yaşamını sürdürmesini sağlayan atmosfer koşullarıyla oynanmasına geçildi. Bu anlamda 11 Eylül saldırıları, her iki paradigmaya birden giriyordu: Dünya Ticaret Örgütü kulelerinin patlatılıp çökmesinin ardından, kurbanların sayısının zaman içinde artmasına sebep olan zehirli bir toz bulutu çevreyi sarmıştı. Bedenlerin nefes alma koşullarını hedef alan gaz ve benzeri saldırılarda, insanların iki seçeneği vardır: ya nefes almaktan toptan vazgeçmek, ya da ölümcül gazı solumak pahasına nefes almaya devam etmek. Tabii böyle bir durumda iradi bir seçimden bahsetmek abestir, zira her iki seçenek de aynı sonuca, yani bedenin ölmesine götürür. Fakat böyle bir seçim mevcuttur ve insanların, sonunda “teslim olup” hayati bir refleksle nefes alarak ciğerlerine gaz dolmasına göz yumana kadar gaz solumaktan kaçınmaya çalışmalarında –özellikle biber gazı örneğinde– bu seçeneğin mevcudiyeti gözlemlenebilir.
Sloterdijk’ın iddia ettiği gibi, bu, savaşların yürütülme biçiminin değişmesinden ibaret bir dönüşüm değil; çok daha kapsamlı sonuçları var: Kendimizi bu dünyada birer beden olarak konumlandırma şekillerimizi de etkiliyor. “Eskiden insanın dünyada-varoluşu, havada-varoluştu, daha doğrusu solunabilir-olanda-varoluş.” Tıpkı bir gaz saldırısındaki atmosfer gibi, (kentli) bedenlerin nefes alma koşullarını oluşturan atmosferle de oynanmaktadır. Bu oynama süreci, nefes almak için gereken “yaşanabilir koşulları” korumak üzere zehir düzeyinin durmadan regüle edilmesini de içerir. Oysa yaşam sabit bir öz veya anlık bir hal değil, zamana yayılan bir süreçtir; dolayısıyla “yaşanabilir koşul” diye tanımlanan şey, bedenler üzerindeki etkisi ânında görünür olmadığı sürece bu koşulun içerdiği zehir düzeyini hesaba katmaz. Hava kirliliği dediğimiz şey, bu zehrin bir parçasıdır ve hem bireyler üzerinde hem de Dünya üzerinde etkileri olur. Küresel ısınma da, “Dünya’yı Kurtaralım!” türünden meşhur sloganların ima ettiği gibi bizzat Dünya’ya yönelik bir tehdit değil, Dünya üzerinde yaşamın devam etmesi için gereken atmosfer koşullarına yönelik bir tehdittir.
Sloterdijk’ın dediği gibi, “atmosfer masumiyetini kaybetti”. Bu, ondan önce Frantz Fanon’un, 1959’da öne sürdüğü bir iddiaydı: Fanon, “savaşan nefes” tabiriyle, Fransa gibi bir ülkenin Cezayir’de sömürgeleştirdiği şeyin sadece topraktan ve doğal kaynaklardan ibaret olmadığını, ülkenin atmosfer koşullarının tamamı olduğunu söylüyordu. Böylesine tekelleştirici bir kontrole direniş de bu nedenle aynı alan içerisinde sürdürülmeliydi:
Mesele, bir yanda toprak işgali, öte yanda kişilerin bağımsızlığı meselesi değil. Bir ülkenin tamamına, tarihine, gündelik nabzına savaş açılıyor ve nihai bir yıkım umuduyla bütün bunlar bozuluyor. Bu koşullar altında bireyin nefes alışı gözetim altına alınmış, işgal edilmiş bir nefestir. Savaşan nefestir. Bu noktadan itibaren, işgal altındakinin gerçek değerleri, varlığını sürdürmek için yeraltına inmeye başlar. İşgalcinin varlığında, işgal altındaki, gizlenmeyi ve hileye başvurmayı öğrenir. [2]
Léopold Lambert’in Atmopolitics: Sloterdijk and the Being-in-the-breathable başlıklı yazısının çevirisidir.
[1] Peter Sloterdijk, Terror from the Air, çev. Amy Patton ve Steve Corcoran (Los Angeles: Semiotext(e), 2009) s. 19.
[2] Frantz Fanon, A Dying Colonialism, Grove Press, 1994.