Méditerranée sans frontières (Sınırları Olmayan Akdeniz), Sabine Réthoré, 2013. Plateforme Art & Géo de Cartes Sensibles. Büyük boyutlu görüntülemek için: msf-copyleft3.jpg
Yukardaki harita, Sabine Réthoré’ye ait bir sanat eseri. Akdeniz ile kıyılarına ait bir harita üzerinde iki basit işlem yapılmasından oluşuyor:
- Kuzeyi tepeye yerleştirme geleneğinin emperyal içerimlerine karşı, 90 derecelik bir eğim,
- Bütün ulusal sınırların kaldırılması.
İşte haritanın bize hem bu kadar tanıdık hem de bu kadar tuhaf görünmesinin sebebi bu. Ona baktığımızda, iyi bildiğimiz –en azından Kuzey Afrikalı, Ortadoğulu ve Güney Avrupalı olanlarımızın iyi bildiği– bir mekânı seçiyoruz. Ama bu mekânın temsil edilme şekli sayesinde onunla ilgili algımız gelişiyor. “Sınırları Olmayan Akdeniz”, bölgeleri jeopolitik bir haritadakinden çok daha birbirine yakın gösteriyor. Deniz, bir kıyısındaki insanların karşı kıyıdaki komşularından farklı olduklarını hissetmeyeceği durgun bir göl adeta. Bu haritaya bakınca varlık mücadelesi veren üç kıta görmüyoruz, etrafındaki karaları biraraya getiren bir deniz görüyoruz. Şehirlerin isimlerini de yüksek sesle okumalı: Tınıları, katı sınırlarla ayrışmış ulusal aidiyetlerdense, birbiriyle kaynaşan bölgesel kimlikleri hissettiriyor.
Fakat, başlangıçta, binlerce yıl önce Akdeniz’i yaratan tektonik yarık, bu denizin asırlar boyu sahne olduğu insan savaşlarıyla sembolik varlığını kazandı. Antikçağ’da Yunan ve Romalıların yayılmaları, Ortaçağ’da Haçlı Seferleri, modern dönemde Avrupa sömürgeciliği, yarığın yüzeyini militarize etti ve sınırları olmayan göl fikrini emperyalist bir savaş meydanına dönüştürdü. Günümüzde denizin militarizasyonu, Kıbrıs çatışması, NATO’nun Libya’ya askerî müdahalesi veya İsrail’in Gazze şeridini kapatması biçiminde işlemeye devam ediyor. Fakat bu askerî operasyonlar, söz konusu militarizasyonun sadece en çok göze batan yönünü oluşturuyor.
Akdeniz, “Avrupa Kalesi”nin güney duvarı konumunda. “Küreselleşmiş Kuzey Kalesi”nin güneyle arasındaki duvardan farklı olarak, burada bedenlerin girişi fizikî bir duvarla değil, denizdeki derin uçurum aracılığıyla engelleniyor; tabii buna, askerî alıkoyma ve tutuklama aygıtları eşlik ediyor. “Le Gouffre” (Derin Uçurum): Édouard Glissant ve Patrick Chamoiseau, Atlantik Okyanusu’nda köle ticareti sırasında binlerce Afrikalı’nın gemilerden atıldığı yeri böyle adlandırıyorlar.[1]
Akdeniz’in ortasında, yoksulluklarının Avrupa sınırlarında sona ereceğini umarak harap edici ve ölümcül bir yolculuğa çıkan Afrikalı göçmenlerin bedenlerinin gömüldüğü başka bir “Derin Uçurum” var. Aşırı kalabalık göçmen gemilerinin Derin Uçurum’da batması, beyaz Avrupalıların gözünde talihsiz bir kaza olabilir; suçu sürekli gözünü kâr bürümüş kaçakçılara yüklemek kolaydır, oysa insanların rüyasını nakte çevirmek için onları istismar etmek, Batı kapitalizminin asla gocunmayacağı bir şeydir. Avrupa yasaları, “kaçak” göçmenlere yapılacak her türlü yardımı, cep telefonlarını şarj etmekten batmakta olan bir gemidekileri kurtarmaya kadar, suç sayıyor. İtalya ile Afrika arasında yer alan ve Akdeniz’deki yoksullar mezarlığının en görünür kısmı haline gelen Lampedusa Adası’ndaki balıkçılar bu etik ikilemi iyi bilir.
Bir başka yoksul mezarlığı, bir başka “Derin Uçurum”, Arizona Çölü’nde: Latin Amerika’dan gelip ya susuzluktan ölen ya da “Kuzey Kalesi”nin kendinden menkul koruyucuları tarafından öldürülen insanlar yatıyor burada. Güneyli bedenler ile Kuzeyli bedenler arasındaki farklılıkların özselleştirilmesi, ideolojik fantezilere ve retorik gizemleştirmelere dayanıyor. Onun için bu söylemlerle imgelem yoluyla savaşmamız gerek. Vaktiyle “Derin Uçurum”un açılmasına sebep olan tektonik şimdi bize yardımcı olabilir: Yarık her yıl, santim santim, kapanıyor.
Léopold Lambert’in The Mediterranean Abyss başlıklı yazısından kısaltılarak çevrildi.
[1] Édouard Glissant ve Patrick Chamoiseau, L’intraitable beauté du monde: Adresse à Barrack Obama, Paris: Galaade, 2009, 1.