Yeni Yaşam: Arkitektonik Bir Kıyamet

Paul Scheerbart (1863-1915) Alman şair, düşünür ve romantik bir hayalci. “Ebedi Devinim Makinesi”nin mucidi, kristal mimarlık düşüncesine esin veren bir ütopist. Scheerbart, Alman romantiklerinden ve Nietzsche’den etkilenir; Gotik mimarlıktan, teosofi düşüncesinden ve ezoterik gelenekten beslenir. Camın, özellikle de kristalin, mimarlığı şiire dönüştüreceğine inanır; bu inançla camdan bir ütopya tahayyül eder. Mimarlık, Scheerbart’ın cam ütopyasında en saf formuna erişir, bütünüyle tinsel bir seslenişe bürünür. Scheerbart’ın ütopyası Alman mimar Bruno Taut’u (1880-1938) derinden etkiler. Taut, Scheerbart’ın izinde, Cam Ev’i (Glashaus, 1914) tasarlar ve Şehrin Tacı (Die Stadtkrone, 1919) başta olmak üzere birçok eser kaleme alır.

Kristal mimarlık düşüncesinde, mimarlık öncelikle işlevden ve tüm faydacı yaklaşımlardan arındırılır. Kristal katedraller, şehrin en üst noktalarında, yüce ruhun tapınakları olarak yükselir. Mimarlık, metafizik ışıkla dolar; ruhani bir ritüele, yüce bir imgelem oyununa dönüşür. Mimarlığın bu en saf formunda, kişi nihayet gerçek suretiyle karşılaşacaktır. Kristal mimarlık, salt mimarlık düşüncesinin mabedidir. (www.e-skop.com)

Metnin Almanca orjinali:

Paul Scheerbart, “Das Neue Leben: Architektonische Apokalypse”, Die Stadtkrone içinde, Bruno Taut, Jena: Diederichs, 1919, s. 9-15. https://doi.org/10.11588/diglit.29957>

 

 

Yerküre, yavaş yavaş, yaşlı Güneş’in etrafında dönüp duruyor; Güneş artık bir zamanlar olduğu gibi kor değil, ışıldamıyor.

Yaşlı Güneş öyle koyu bir menekşe rengine bürünmüş ki, yeryüzünde artık gün doğmuyor − hem de bir daha asla doğmamacasına.

Durgun gece iliklerimize nüfuz ediyor.

Çok ama çok sessiz.

Sema siyah kadife gibi kapkaranlık.

Halbuki yıldızlar eskisi gibi pırıl pırıl – kim bilir, belki daha da parlak ışıldıyorlar, zira eskisinden daha iriler.

Onlar ki altın yıldızlar!

Yerküre ise bembeyaz – ak kardan bir örtü altında tamamıyla gizlenmiş − ak kar ki ışıldıyor!

Yıldızlı berrak kış gecesi dağların zirvesinde ve vadilerin dibinde!

Ölü Dünya daha da yavaş dönüyor.

Buna karşılık, simsiyah semada bir şeyler canlanıyor, kıpırdanıyor.

Yüce Başmelekler teşrif ediyorlar.

Heybetli ak kanatlarını telaşlı telaşlı çırpıyorlar; sema hışırtıyla sarsılıyor.

Öyle bir gürültü kopuyor ki, sanki mahşerî bir topluluk yepyeni bir hayata uyanıyormuşçasına, hava türbülansa kapılıyor!

Gelgelelim, aslında sadece Başmelekler teşrif ediyor. On iki adetler. Dehşet verici iri cüsseleri var. Meleklerin altısı yerkürenin bir yarısını, geriye kalan altısı ise yerkürenin diğer bir yarısını çepeçevre kuşatacak şekilde pır pır kanatlarını çırpıyorlar; öyle ki yerküre meleklerin devasa cüsselerinin ardından artık zar zor seçilebiliyor.

Melekler, kanatlarını çırpadururken, yavaşça başlarını eğiyorlar. Ayakları her iki kutbun üzerinde havada yüzüyor. Çok geçmeden, bu on iki baş, çırpışan sapsarı kıvırcık saçlarıyla yerkürenin tam ortasında muazzam bir halka oluşturuyor.

İlk önce, başmeleklerin her biri, koltuklarının altında taşıdıkları yüce katedralleri ellerine alıyorlar ve karlarla kaplı, yüksek sıra dağların zirvelerine bir bir yerleştiriyorlar. Akabinde, yine meleklerin on ikisi birden, kalın deri eldivenlerinden sıyrılıyor ve narin parmaklarıyla engin bir umman büyüklüğündeki çıkınlarının içine çevik hareketlerle uzanıyorlar.

Melekler, çıkınlarından ışıl ışıl, pak, yepyeni yüzlerce saray çıkarıyorlar. Yeryüzü adını verdiğimiz bu karlarla kaplı dev küreyi bu saraylarla beziyorlar ki, yeryüzü kuvvetle rengarenk ışıldasın. Bu esnada, başmeleklerin gözleri, tıpkı uslu çocuklara oyuncak takdim ediyormuşçasına parlıyor.

Melekler, çıkınlarından çıkaracak bir şey kalmadığında, tekrar kanatlarını yükseklere doğru çırpıp, semada bir aşağı bir yukarı, belli aralıklarla hareket ederek dev yaylar çiziyor, bu sırada neşeyle muhabbet ediyorlar.


Bruno Taut, Der Weltbaumeister’dan (1920).[1]

 

  

Bruno Taut, Alpine Architektur’dan (1919).[2]

 

Yeryüzü, sanki en kıymetli kelebeklerle, dondurulmuş cennet kuşlarıyla, nur dolu elmaslarla bezenmişçesine, rengarenk görünüyor.

Ve saraylar aydınlanıyor. Milyonlarca lamba, sarayların her bir köşesine gizlenmiş; öyle ki yüksek katedrallerin renkli vitray pencerelerinden ve tüm saraylardan sızan ışık, menekşe renkli karlı geceye doğru rengarenk ışıldayarak akıyor.

Mor güneş iyice kararıyor. Uzaklardaki altın yıldızlar da eski parlaklıklarını bir hayli yitiriyorlar. Kadife sema, usul usul ışıldayan yeryüzünü şereflendirerek çerçeveliyor.

Ve katedrallerin yüce çanları çalıyor.

Özlemle dolu bir ürperti sere serpe yayılan karlı alanın içinden sızıp geçiyor, yeni bir yaşam donuk yerkürenin içini kemiren melankolisinin üstesinden geliyor - Ebedi Yaşam!

Ölüler uyanıyor.

Kar örtüsü dört bucak havalanıyor. Ve bir zamanlar bu dünyada yaşamış ve dünyadan göçüp gitmiş herkes, mezarlarından kalkıyor, üstlerindeki karları silkeliyor ve büyük bir şaşkınlıkla bakışıyorlar. Dirildiklerini farkettikleri an, hepsi birden birbirlerinin boyunlarına atlıyor ve ne de çok duygulanıyorlar.

Evet! Evet! Kim yeni bir hayata başlamak istemez ki!

Dünya daha hızlı dönüyor.

Ancak bu ehemmiyetli ve yüce an, sanki gülünç bir kostüm balosunun habercisi gibidir, zira herkes yaşadıkları dönemde en sık giyindikleri kıyafetlere benzer giysilerle çıkagelmiştir. Dilenciler krallarla yan yana yürüyor, rahipler savaşçılarla, zanaatkarlar alimlerle baş başa − tüm zamanların binbir çeşit kıyafeti, önlükten ütülü frak gömleklerine kadar her şey orada.

Dirilenler, saray ve katedrallere çıkan altın basamakları tırmanıyor. Tıklım tıklım insan kaynıyor!

Dünyanın tüm dilleri fırıl fırıl birbirine karışıyor, öyle ki tüm sema kuvvetle homurduyor ve çanların duyulabilmesi artık imkansız hale geliyor.

Buna karşılık, yukarıda saray ve katedrallerin kapılarının önünde, insan boyundan pek de büyük olmayan binlerce melek, açık yeşil, açık mavi ve açık kırmızı, narin cübbeleriyle ayakta bekliyor.

Ne şenlikli karşılaşma! Ne el sıkışmaları, ne yanak okşamaları! Ne baş ve kol sallamaları! Ne çok kahkaha! Ve gülümseten refah!

Saf elmastan dev kaleler, rengarenk ateşlerini alacakaranlığa doğru ne de şenlikli püskürtüyor. Uçsuz bucaksız sütunlu salonların mücevherleri, dev saf elmaslarla rekabet edercesine ışıldıyor. Katedrallerden yükselen değerli taş oluşumları da bir harika. Her bir sarayın zümrüt kubbeleri teker teker içeriden aydınlatılıyor ve siyah kadife semaya, semada yavaş yavaş hareket eden yeşil ışık huzmeleri fırlatıyor. Safir kuleler diğer kulelerden daha da yükseklere doğru sivriliyor. Sessiz ışık, bin renkli cam pencerelerden açıklığa doğru süzülerek, azizler gibi rengarenk ve uğurlu uğurlu parıldıyor. Muazzam saray-dağlar devasa opal kemerlerle çepeçevre sarılıyor. Gözler bir kutuptan diğer kutuba gezinirken, parıltının heybetinden büyüleniyor. Yapıların büyüsü öylesine haşmetli ki, insan şaşkın şaşkın kendine, dirilen insanların nasıl olur da hala mutlu olamadıklarını sorarken buluyor. Fakat − her ne kadar dehşet verici olsa da, bir o kadar da gerçek: Dirilenlerin çoğu, katedrallerde ve saraylarda bezmek bilmeden çalışan hizmetçiler tarafından kendilerine servis edileceklerine inandıkları güzel bir akşam yemeğinden başka bir şey düşünmüyor.

 

 

Bruno Taut, Alpine Architektur’dan.[3]

 

Dirilenler, binlerce parlak şatonun bir tanesinde bile akşam yemeği bulamayınca ne denli afallıyorlar! Kadın erkek herkes şaşkınlıkla etrafı kolaçan ediyor, fakat bir şeycik bulamıyorlar. Dışarıda, ağaçların, meyvelerin ve sebzelerin mutlak yokluğunun farkına çoktan acıyla varmışlardı - ve şimdi içerisi de sadece çorak taş! Mermer ve yakut, altın ve gümüş, rengarenk lambalar ve rengarenk duvarlar, büyüleyici derecede narin işli kubbeler, biraz kadife, biraz ipek, devasa granit sütunlar, ışıltılı cam mağaralar ve benzeri şeyler, evet, zaptedilemez bollukta mevcut − ama yine de kızarmış koyun etinden, salyangoz salatasından ve ateş şarabından (Feuerwein) minik bir iz bile yok!

“Melek, akşam yemeği nerede kaldı?”

İşte, çok geçmeden insanlık bütün heybetiyle tek bir ağızdan böyle çığırıyor.

Melekler, sessizliklerini koruyarak, saray ve katedrallerin iç taraflarında, şimdiye kadar gözlerden ırak kalan yan kapıları da açıyorlar. Doğal olarak, herkes, işte şimdi yiyecek, içecek ve tüttürecek bir şeyler geliyor, diye düşünüyor. Vay canına! Ne de seviniyorlar!

Fakat − bu sefer hayal kırıklığı daha da korkunç.

‘Eski’ hayat insanlara sırıtıyor.

Gerçekten de ‘her şey’ diriliyor.

Yine de bu eski sefalet, güneşin hâlâ pırıl pırıl ışıldadığı zamanki kadar kötü görünmüyor. Bu sefer bir başka sahneleniyor! Saray tadında! İçlerinde eski mesleklerin yeniden hayata kazandırılması gereken bu salonlar ve odalar öylesine zarif bir gösterişle donatılmıştır ki, ‘iyi’ insanlar, kirli çamaşır gibi pek tatsız işler söz konusu olsa dahi, eski alışkanlıklarına büyük bir sevinçle gerisin geri atlıyorlar.

Evet! Evet! Ah o eski hayat!

Aralarından birinin, hiç ara vermeden inleyen ve yakınan hasta karısına yine bakması gerekir; eskiden de sık sık yaptığı gibi, soğukkanlılıkla ıstırap dansına en baştan yeniden başlar – hakikaten de iyi bir adamdır o! Başka bir iyi adam ise, tekrar büyük cemiyetleri ziyaret etmeye ve aynı anda, tıpkı eskiden olduğu gibi, sonsuz yalnızlığa duyduğu doyumsuz özleminden şikayet etmeye başlar. Üçüncü bir kişi ise, itibarından yine hiç memnun değildir; hep başka başka ünlü olmak ister ki, bu isteğine doğal olarak muvaffak olamaz, zira bunu nasıl elde etmek istediğini kendi bile henüz bilemez. Bir dördüncü kişi ise, her zamanki cesaretiyle, muazzam şehvetine karşı cebelleşir durur ve sonunda hakiki çileci bir ustabaşına dönüşür; ve bizi çelik gibi kuvvetli iradesiyle kendisine bir kez daha hayran bırakır. Bütün kuvvetinin sefahat ve tiksintinin tabii bir sonucu olmasından dolayı, günün her saatinde kendine dolu dolu bir kahkaha atması gerekse bile… Bir beşinci kişi, her daim altın dolu bir çuval bulmayı umar – Peki, ne bulur? Zehirli latifelerle dolu bir çuval!! Bir altıncı kişi boş yere mütemadiyen ‘para’ peşinde – sonuç olarak buna asla muvaffak olamayacak!! Ve bir yedinci kişi ise herkese ‘evet’ ve ‘Amin’ demelidir ki, bu ona her daim zor gelmiştir. Ve geriye kalan milyonlarca kişi hala çalışıyor ve hüküm sürüyor, emrediyor ve itaat ediyor − tıpkı daha önce olduğu gibi. Makineler yine tıngırdıyor, düşünürlerin kafaları yine tütüyor, patates tarlaları yine etli meyvelerini veriyor, ayyaşlar ise tıpkı eski zamanlarda olduğu gibi içki içmeye devam ediyor ve suçlular yine varlıklı kişilerin hanelerine tecavüz ediyor.

Her şey tıpkı eskisi gibi! – Sadece her şey öylesine muazzam büyüklükteki azametli saray ve katedrallerde güzelce sahneleniyor ki, tüm olan biteni birden idrak edebilmenin mümkünatı yok. Bunun dışında, hiçbir fark yok.

İyi insanlar elbette ki her şeyden memnunlar – buna karşın kötü insanlar elbette ki hiçbir şeyden memnun değiller – onlar için her şeyi yeşerten mimarinin güneşi yeterli değil – onlar, istiridye ve sert içkilerle donatılmış güzel bir akşam yemeği arzuluyorlar – korna, çıngırak ve atlı kızaklarla dolu kesintisiz keyif.

İyi melekler, kötüleri yatıştırmak ve teselli etmek isteyerek, dostça şöyle diyorlar: ‘Çocuklar, size neyin fayda ettiğini hiç bilmiyorsunuz! Keder ve neşe, her insan yaşamında tam tamına eşit olarak dağıtılmıştır. Biri olmadan diğeri düşünülemez. Makul olun! Her dileğin tatmin edilebilmesi mümkün değil. Sizin için hoş bir ortam yaratmış olmamız yeterli değil mi? Sürekli olarak şenlenmeyi arzu ediyorsunuz – fakat bu işler öyle yürümüyor!’

“Ama niye?” diye feryat ediyor kötüler.

“Çünkü canınızı çok sıkardı!” diye cevap veriyor melekler ve bu esnada ebedi mutluluk fikriyle esniyorlar.

Kötüler, buna karşın, öyle nefret dolu kahkaha atıyorlar ki – iyi melekler fena halde sinirleniyor.

“Aslında,” diye devam ediyor, iyi melekler daha keskin bir tonda, “sizi kızdırmalı – hem de alev alev maşalarla. Aptallığınızın kökü ateş ve kılıçla kurutulmalı. Saygın bir şekilde ‘ikamet etmenin’ [wohnen/ dwell] ‘saygın bir şekilde yaşam sürmekten’ [leben/live] daha iyi olduğunu asla idrak edemeyeceksiniz. Yeryüzündeki bitkiler nasıl ki esas olarak sadece ışık ve havayla yaşıyor ise, artık siz de şimdi sizi sarıp sarmalayan şeyle – yani ‘hakiki’ sanat olan ilahi mimarinin ışığı ve havasıyla yaşamalısınız. Bu ışıl ışıl semavi saraylarda yaşamak sizin için hakikaten yeterli değil mi? Bir rüya aleminde yuvada olmanın ne anlama geldiğini hala bilmiyor musunuz yoksa? Bu kesinlikle yoksulluğun tahrik edici istiridyesidir! Zenginliğin tavşanları bununla nasıl karşılaştırılabilir ki? Müthiş bir şarlatanlık − başka bir şey değil! Hayatınız, tanrısal kürelerin müziğinde bir akor olmalı bir tek − bu nedenle acı dolu haykırışlarınız olmadan olmaz − aksi takdirde ilahi müzik tıpkı bir sütlaç gibi yumuş yumuş olacak! Sizi gidi akıl almaz aygırlar!”

Kötüler kahkahayla katılırken göbeklerini tutuyorlar. Buna karşılık, melekler ciddiyetlerini koruyarak daha büyük bir üzüntüyle şöyle diyorlar: “Mahrum kalmayacaksınız ya! Dilencilerin azapları, zavallı kralların haberleri bile olmadığı bir mutlulukla ödüllendirilecek. Tüm bunlara ilaveten, harika saraylarınızın şaşaalı rüya alemi yaklaşıyor.”

“İşte bu bizi daha da iştahlandırıyor! Kendimizi kandırmak istemiyoruz!” diye çığlık çığlığa bağırıyorlar, mütemadiyen şen ve mutlu olmak isteyen aptal caniler.

“Pekala, bu size uymuyorsa,” diye gürleyerek sözlerine başlıyor melekler, “o halde mezarlarınıza geri dönebilirsiniz. Yamyam aptallığınız, bu ışıl ışıl dünyada size sunduğumuz yeni hayatı bize heba etmemeli!”

Açık yeşil melekler, koyu yeşil çam dallarıyla öne adım atıyor, tüm hoşnut olmayan insanlara koyu yeşil çam dallarıyla dokunuyorlar.

Ve dokunulan bu kişiler yere düşüp ölüyorlar.

Vakit kaybetmeden dışarı taşınıyor, tekrar karın altına gömülüyorlar.

Kötülerin tüm izleri hızla yok ediliyor. 

 

 

Sol: Bruno Taut, Der Weltbaumeister’dan. [4] Sağ: Bruno Taut, Alpine Architektur’dan. [5]

 

Buna karşılık, pırıltıyla kutsanmış bir hayal dünyasında yaşayabildikleri için çoktan minnettar olan iyi insanlar, önceki hayatlarının acılarını sakince yeni hayatlarına naklediyor, her şeye neşeyle gülümsüyor ve daha da fazlasını arzu etmiyorlar.

Açık yeşil melekler geri döndükleri gibi, iyi insanların bilge başlarını dostça okşuyorlar.

Yeni mutluluk, rengarenk camların arasından karlı geceye doğru ışıldayarak uzanırken, gece iyice tuhaflaşıyor.

Zümrüt küreler karanlık evreni yeşil ışık konileriyle aydınlatıyor.

Safir kuleler – tıpkı yerinde duramayan hortlaklar gibi, daha da yükseğe sivriliyor.

Devasa opal kafesler, milyonlarca kıpır kıpır kelebek sürüsü gibi ışıyor.

Sayısız küçük saray, yeryüzü adı verilen bu beyaz kartopu üzerinde ateşböcekçiklerini andırıyor.

Ve bu ebedi alacakaranlık saatlerinde her şey o kadar dokunaklı bir şekilde vakur ki, her bir kişi sükunete kavuşabiliyor.

Başmelekler ikinci kez yeryüzüne doğru eğiliyorlar.

Kısa bir süre önce olduğu gibi, dev sarı bukleler muhteşem bir halka oluşturuyor.

Tarif kabul etmez derecede devasa cüsseleri olan bu melekler, şenliklerle aydınlatılan sarayları çıkınlarına geri yerleştiriyor, eldivenlerini giyiniyor, katedrallerini koltuk altlarına sıkıştırıyorlar – ve kanat çırparak uzaklaşıyorlar.

Çok geçmeden yerküre, çocukların kardan adam yaparken yuvarladığı büyük bir kartopunu andırarak, daha önce olduğu gibi yavaş yavaş dönüyor.

Menekşe rengi güneş, gazı bitmek üzere olan bir lamba gibi uzaklarda parlıyor.

Altın yıldızlar simsiyah kadife gökyüzünde parıldıyor – şen ışıldak kaleler gibi.

Ve gece öyle sessiz ki – ölü sessizliği!

 

  

Bruno Taut, Der Weltbaumeister’dan. [6]

 

   

Paul Scheerbart, Ein Luft-Bonaparte (1907-1914). Paul Scheerbart, Jenseits-Galerie, Blatt 8 & 10 (1907).[7]

 

 



[1] Bruno Taut, Der Weltbaumeister, Hagen: Folkwang, 1920.

< https://doi.org/10.11588/diglit.29955#0035>

[2] Bruno Taut, Alpine Architektur, Hagen: Folkwang-Verl., 1919. <https://doi.org/10.11588/diglit.29958#0001>

[3] Bruno Taut, Alpine Architektur, Hagen: Folkwang-Verl., 1919. <https://doi.org/10.11588/diglit.29958#0001>

[4] Bruno Taut, Der Weltbaumeister, Hagen: Folkwang, 1920. <https://doi.org/10.11588/diglit.29955#0035>

[5] Bruno Taut, Alpine Architektur, Hagen: Folkwang-Verl., 1919. <https://doi.org/10.11588/diglit.29958#0001>

[6] Bruno Taut, Der Weltbaumeister, Hagen: Folkwang, 1920. <https://doi.org/10.11588/diglit.29955#0035>

[7] E. Barkhofen & T. Köhler, Visionäre Der Moderne Paul Scheerbart, Bruno Taut, Paul Goesch. Zürich: Scheidegger & Spiess, 2016. s.65, 73, 77.