Victor Serge, yazarlık yeteneğinin geri gelişini ölümle ilgili iki deneyime sıkı sıkıya bağlı koşullarda yaşadı. Siyasal ölüm olarak adlandırdığı ilki, sol muhalif görüşlerini terk etmeyi reddettiği için Rus Komünist Partisi’nden ihraç edilip Sovyet istihbaratı GPU tarafından tutuklandığı Nisan 1928’de gerçekleşti. 37 yaşında olan Victor yirmi yıllık profesyonel devrimciydi ve neredeyse on yıldan beri Komünist Enternasyonal için çalışıyordu. Yegâne derdi, 1921’de iç savaşın sona erişinden beri en derin krizine girmiş olan devrime hizmet etmeyi sürdürmekti. Serge’in karakterindeki militanlar için ihraç, kimlik yitimi, yaşama nedenini kaybetmek anlamına geliyordu. Victor, siyasal faaliyetten yoksun, işsiz ve beş kuruşsuz, hayatta kalmak ve dolaylı yoldan mücadeleye katılmak için kendini yazmaya verecekti.
Serge’in ölümle yaşadığı ikinci karşılaşma birkaç hafta sonra, Paris’te büyük bir tepkiyle karşılanan tutuklanışının ardından GPU hapishanesinden salıverilmesi sonrasında meydana gelecekti. Birkaç gündür Leningrad’da, ailesinin yanında bulunan Victor dayanılmaz bir karın ağrısıyla boğuşmuş, ölümle baş başa yirmi dört saat geçirmişti. Hastanede yarı hezeyan hali bir anlığına kaybolup “sakin ve zengin bir iç kavrayışa” yerini bırakmıştı:
Aşırı derecede çalıştığımı, mücadele ettiğimi, öğrendiğimi fakat geçerli ve kalıcı hiçbir şey üretmediğimi düşünüyordum. Tesadüfen hayatta kalırsam, yarım kalmış kitaplarımı bitirmek, durmadan yazmak gerekecek diyordum kendime. Ne yazacağımı düşünüyor, içinde yaşadığım bu unutulmaz zaman hakkında bir tanıklık-roman dizisinin planını tasarlıyordum…[1]
Ertesi gün, hekim yaşayacağını söyledi. “Bir karar almıştım ve işte böyle yazar oldum”.
Yazma kararının koşulları her ne olursa olsun Serge’in sanatsal yeteneğinin büyük bir hünere, uzun ve ciddi bir öğrenimin sonucu oluşmuş mesleki bir yetkinliğe, yazarın görevine dair yüksek bir kavrayışa dayandığını bugün daha iyi görüyoruz. Ayrıca –bunu söylemenin zamanıdır– edebiyat tarihindeki konumu eşsizdir.
Serge’in 20. yüzyılın sosyalist ve devrimci hareketi içinde (tıpkı 19. yüzyılda Jules Vallès gibi) bir sanatçı olarak gelişmesi ve kendini Rus Devrimi’nin büyüklüğüne ve trajedisine tanıklık etmeye adaması (tıpkı Komün sırasında Vallès gibi) yeterince takdire şayandır. Fakat esas çarpıcı olan, 1920’lerin ünlü Sovyet edebiyat hareketinde yer almış tüm yazarlar arasında bir tek Serge’in, Stalinist dönem boyunca yalnızca hayatta kalmayı değil gerçek anlamda yazmayı da başarmasıdır.
Anarşist bir grupla ilişkisi nedeniyle tutuklanan Victor Serge-Kibalçiç’in Fransız emniyet teşkilatındaki kaydı, 1912
Daha yakından baktığımızda, Serge’in kendini roman yazmaya adamasından önce –Rus ve Fransız– edebiyat hareketleriyle iç içe olduğunu görürüz. Paris’teki gençliği sırasında devrim öncesi Rusya’nın avangard yazarlarının eserlerini tercüme eder. İç savaşın ortasında bulunan SSCB’ye vardığı andan itibaren yazarlarla bağ kurar. Daha sonra, Rus edebiyatının devrim sonrasında yaşanan kısa “rönesansı”na köşe yazarı, tercüman, polemikçi ve eleştirmen olarak katılır. Bunun yanı sıra 1920 ve 1930’larda gelişen proleter kültür tartışmalarına edebiyat teorisi düzeyinde özgün bir çözüm önerir. Sanat pratiğinde de geleneksel roman kalıbını kırmak üzere kendi teorisini uygulamaya gayret eder. Bir devrim çağında, romanı kitlelerin maddi ve bilinçdışı hayatına açmayı arzulamaktadır. Freud ve Firenzci, Joyce ve Dos Passos, Gramsci ve Lukács, Pilniak ve Rus klasikleri gibi çok farklı etkilenmelerle zenginleşmiş bir sentez oluşur eserlerinde. Çünkü Serge, bir mesajın taşıyıcısı olmanın yanı sıra bir aydınlanış [épiphanie] yazarı ve bir vizyonerdir.
Öte yandan, Serge yazarlığa sadece siyasi kariyerinin yerini alması için giriştiyse, daha elverişsiz bir dönem seçemezdi. 1928’de yazarlar, göreli bir özgürlüğün hâkim olduğu NEP döneminden beri giderek artan sansüre ve bürokratik tacize maruz kalıyordu. Devrimi takip eden büyük edebi deney dönemi hızla sona eriyordu. Telif ücretleri olağanüstü düzeylere erişiyordu, fakat yalnızca Parti politikalarına ayak uydurmayı kabul edenler için... Serge’in Rusçaya çevrilmiş, tashih edilmiş ve dizilmiş ilk romanının basımı yasaklandığında, Devlet Yayınları’nın yöneticisi ve eski dostu İlya İonov’un kendisine söylediği gibi “Her yıl bir şaheser yaratabilirsiniz fakat Parti çizgisine girmediğiniz takdirde tek bir satırı bile gün yüzü görmeyecektir!”[2] Serge’e birkaç ruble getiren Lenin’in Eserler’inin tercümeleri bile sansür kurulu tarafından inceleniyor ve çevirmeninin adı ilk sayfadan çıkarılıyordu.
İşte Serge’in paradoksu: 1920’lerin büyük Rus yazarlarının sesi, ya sansürle ya da intihar ve sürgünle kesilirken, Serge edebiyat yoluna baş koyuyordu. Bu, her ne kadar Rus siyaseti ve kültürüyle yakından ilişkili ise de Serge’in eserlerini Fransızca yazıp Fransa’da ve İspanya’da bastırmasıyla açıklanabilir. 1929-1932 yılları arasında, baskı, tecrit ve ciddi ekonomik sıkıntılara rağmen Paris’e beş elyazması göndermeyi başarmıştı: Rus Devrimi. Yıl 1, Edebiyat ve Devrim hakkındaki manifestosu ve tanıklık-roman dizisinin ilk üç romanı, İçerdekiler, Gücümüzün Doğuşu ve Fethedilmiş Kent.[3]
Bunca kısa zamanda ve zor koşullarda kaleme alınmış böylesine yoğun metinlerin, kendisi hakkındaki efsanede iddia edildiği gibi bir doğaçlama romancının değil, ancak disiplinli ve eli çabuk bir yaratıcının eseri olduğu ortadadır. Öte yandan Serge romana yönelirken siyaseti de terk etmez. Sol muhalefetin saflarında, daha sonra POUM’da (Birleşik Marksist İşçi Partisi) ve Meksika’daki sürgünler grubu Socialismo y Libertad’da mücadelesini sürdürür ve çok sayıda siyasal deneme kaleme alır. Fakat militan angajmanı giderek bir yurttaşlık görevi gibi, romanı ise kendi yetisi, varlık nedeni olarak kavramaktadır. Böylece 1938’de, Sovyetler Birliği’nde yaşadığı on beş yıla dayanarak yazdığı Stalinizm hakkındaki eseri Bir Devrimin Kaderi’ni[4] bitirdikten sonra, belirgin bir rahatlamayla romana döner: “Militan, görevini yerine getirdi: aktarmak. Şimdi bambaşka şeylere atılacağım.”[5]
Victor Serge ve oğlu Vlady (Kibalçiç Rusakov), 1926.
Öte yandan, sözde sosyalist realizmin hazin örneği, geleneksel “sanat için sanat” önyargısına eklenir; böylece tüm sol siyasal edebiyat, propaganda ürünü sayılarak itibarsızlaştırmayla karşı karşıya kalır. Bu da Victor Serge’e haksız yere uygulanacak bir basmakalıp yargıdır. Onun eseri, propaganda amaçlarına indirgenmiş bir sanattan ziyade, tahayyül mertebesine eriştirilmiş bir siyaset anlayışını resmeder. Çünkü romancı Serge’in özgünlüğü ve, hiç şüphesiz, yetkinliği, modern edebiyatın merkezî bir temasını –bilincin ve toplumun devrimci alt üst oluşunu– bir militanın samimi deneyimi ve gerçek bir Marksistin bilinciyle, ama aynı zamanda karakterlerinin söz ve eylemlerine yol veren bir yaratıcının sanatsal özgürlüğüyle işlemesinde yatar.
Bu geniş tasavvur ve Serge’i etiketlemekte yaşanan zorluk, bu anarko-Marksist, Fransız-Rus yazar-militanın ikili mirasıyla izah edilebilir belki. Hiç eğitim almadan kendi kendini yetiştirmiş olan Serge, engin bilim ve edebiyat kültürüne sahip bir entelektüeldir. Kozmoloji, antropoloji, mekanik, psikanalizle ilgilenir. Rus ve Fransız edebiyatı içine işlemiş olan Serge kimi eserleri baştan aşağı ezbere okuyabilmektedir, ki bu kabiliyeti tutsaklığı sırasında aklını korumasını sağlamıştır. Dizelerinde Baudelaire’in, Sully Prudhomme’un, Rimbaud’nun, Mallarmé’nin, Péguy’nin, Verhaeren’in ve Jehan Rictus’un yankılarını bulur, Apollinaire ve Verlaine’i çağrıştıran bir müzikallik duyarız. Her türden şiirsel icat biçimine açıktır ve son sürgün yıllarını Breton ve Péret’yle paylaşır. Yine o yıllardan tanıdığı Octavio Paz, o zamanlar Meksika’da bilinmeyen Henri Michaux ve Valéry Larbaud’yu kendisine Serge’in tanıttığını hatırlatır.
Soldan sağa: Victor Serge, Benjamin Péret, Remedios Varo, André Breton. Fransa, 1941
Serge-Kibalçiç’in Rus ruhu kendini son derece saf bir Fransızcada ifade ediyorsa, Rus gerçekliğine de bir Batılı’nın gözüyle bakmasını biliyordu. Esasen Avrupalı olan Serge, Frontière [Sınır] şiirinde kendini “Avrasya’nın yırtılmış insanı” olarak tasvir ediyordu. Yazıları ancak bir Conrad veya Nabokov’la karşılaştırılabilecek yetkinlikle, iki kültürü birden kucaklıyordu.
Serge kendi döneminin Rus edebiyatıyla iç içeydi. O korkunç 1918-1919 kışı sırasında devrimci Rusya’ya varışında, başta Blok ve –çocukluğundan beri Victor’un anne tarafından aile dostu olan– Gorki olmak üzere şair ve yazarlarla irtibata geçmişti. Serge’in metinleri –Hatıralar’ı, mektupları, not defterleri ve Clarté dergisine “Sovyetler Rusya’sında kültürel hayat” hakkında gönderdiği makaleleri– Aleksandr Blok, Andrey Biely, Sergey Yesenin, Osip Mandelştam, Boris Pasternak ve Vladimir Mayakovski gibi şairler ile Aleksis Tolstoy, Babel, Zamyatin, Lebedinski, Gladkov, İvanov, Fédine ve büyük dostu Boris Pilniak hakkında hayranlık uyandıran analizler ve portreler sunar. Serge bu yazıları ve tercümeleriyle yeni Rus edebiyatını Fransa kamuoyuyla tanıştıran ilk kişiyken, Fransız yazarlar bu edebiyatı göklere çıkarmaya başladığında onun nasıl boğulduğunu ilk anlatan da o olur.
1932’de yayınlanan Edebiyat ve Devrim’de Serge kendiliğindenciliğin, samimiyetin, deneyciliğin, sanatsal niteliğin ve dogmalar karşısında sanatçının bağımsızlığını savunur. Bunu bilhassa bir komünist olarak ve geçiş döneminde kitlelerin ihtiyaçları adına yapar. Birkaç ay sonra yeniden tutuklanır ve sürgün edilir. Sovyet Yazarları Sendikası’ndan dostları, rejime ayak uydurmuş olanları bile, onu takip etmekte gecikmez – çoğu kamplarda kaybolur veya ölür. Serge hayatta kaldıysa, bu bir Fransız yazar olarak ünü sayesinde ve tam da Stalin, Laval hükümetiyle askerî ittifakını sağlamlaştırmak üzere Fransa kamuoyuna kur yaptığı anda Paris’teki sadık dostlarının çabalarıyla olmuştur.
Serge bu kaçınılmaz kaderin bilincindeydi. Ölümünden hemen önce kaleme aldığı Sovyet Yazarlarının Trajedisi adlı kısa metinde, eserleri tüm dillere çevrilmiş olan, şahsen de tanıdıkları Mandelştam, Pilniak ve Babel gibi Rus meslektaşlarının katledildiği on yıl boyunca sessizliğe gömülen Batılı yazarların ve aydınların evrensel alçaklığı karşısındaki şaşkınlığını ifade eder. “Hiçbir Pen-Club, onlar için yemek düzenleyenler bile, bu konuda tek bir soru sormadı. Bildiğim kadarıyla hiçbir edebiyat dergisi onların bu gizemli sonu hakkında bir yorumda bulunmadı.”[6]
Victor Serge’in Batılı yazarlar arasındaki yeri de eşsizdir. Kimi istisnalar dışında (bir John Reed, bir Hendi Barbusse) bu yazarlar Lenin-Troçki önderliğindeki kahramanlık evresinde Sovyet Devrimi’ne kayıtsız kalır, hatta düşmanca bir tutum benimserler. Batı’da devrimci yazarların büyük dönemi 1930’lardır: Stalin’in baskıcı bir bürokrasiyle Rusya’da devrimci kıvılcımı söndürdüğü ve uluslararası işçi hareketini, ittifak kurmaya çalıştığı burjuva rejimlerine tabi kıldığı yıllar.
Serge’in Rus iç savaşına katıldığı, ardından Almanya’da, Avusturya’da ve Balkanlar’da yeraltında Komünist Enternasyonal’e hizmet ettiği kızıl on yılla tezat oluşturan “pembe” on yıl, konformist solcu yazarlar için devrimci yazar kongrelerini, sosyalist anavatana edebi hac ziyaretlerini, büyük telif ücretlerini ve kitlesel yayınları temsil ediyordu. Dolayısıyla halk cepheleri döneminin angaje yazarlarının eserlerinin daha ziyade bireysel kahramanlığı, demokratik, duygusal ve vatansever popülizm ile etkinlik kültünü yansıttığını tespit etmek fazla şaşırtıcı değildir, halbuki Serge’inkiler devrimci düşünce ve faaliyete kök salar.
Oysa 1939’dan itibaren Serge ile sıklıkla ilişkilendirilen yazarların çoğu –Arthur Koestler, Franz Borkenau, Manès Sperber, André Malraux– hayallerini yitirmiş eski devrimcilerin safına geçer, hatta kimileri anti-komünist Haçlılara katılır. Serge ise sosyalizm için mücadele etmeye ve devrimcilerin kaderi hakkındaki tanıklık-roman dizisini tasarlamaya devam eder.
Serge’in dünya edebiyatındaki yeri bu anlamda iki kez eşsizdir. “Serge ile anlamlı biçimde karşılaştırılabilecek başka hiçbir yazar tanımıyorum,” der John Berger. Büyük devrim sonrası kuşağın Sovyet yazarı olarak sadece o ayakta kaldı, kendini özgürce ifade etmeyi sürdürdü, değerlerini muhafaza etti ve yaşandığı haliyle Stalinist döneme dair hakiki bir manzara çizdi. Avrupalı olarak da, devrimci hareketin içinden kendini ifade eden ender yazarlardan biri oldu; moda olmasından evvel hareket içinde yer alarak sonuna kadar kaldı ve tarihsel keskinliği ve insani kavrayışıyla bu süreci aktarmaktan, zaferleriyle birlikte mağlubiyetlerini, büyüklüğüyle birlikte trajedisini tasvir etmekten çekinmedi.
Richard Greeman'ın "Victor Serge et le roman révolutionnaire" adlı yazısından kısaltılarak çevrildi. Kaynak: Cahiers Léon Trotsky, no: 47, Ocak 1992.
[1] Victor Serge, Carnets, s.115, 30 Ağustos 1944.
[2] V. Serge, Bir Devrimcinin Hatıraları, çeviri : Bülent Tanatar, Yazın Yayıncılık, 2018.
[3] İçerdekiler (çeviri Gülen Aktaş, Ayrıntı, 2015) ; Gücümüzün Doğuşu (çeviri Gülen Aktaş, Ayrıntı, 2018).
[4] V. Serge, Bir Devrimin Kaderi – SSCB 1917-1937 (çeviri Metin Cengiz, Pencere Yayınları, 1997).
[5] Marcel Martinet’ye mektup, 25 Aralık 1936. Paris Ulusal Kütüphanesi.
[6] V. Serge, La tragédie des écrivains soviétiques, Paris, Les Egaux, Masses dergisine ek, Ocak 1947, sayı 6, ss. 9-10. Ingilizce : « The Writer’s Conscience », Marxists on Literature : an Anthology, David Craig, Editor, Penguin, 1975.