1 Aralık 2017 günü hayatını kaybeden Arif Dirlik’in, Sanat Emeği: Kültür İşçileri ve Prekarite başlıklı derlemede yer alan metnini sunuyoruz. Metnin özgün İngilizce hali, Dirlik’in The Postcolonial Aura: Third World Criticism in the Age of Global Capitalism başlıklı kitabında yayınlanmıştır.
Bu makalede, kültürel çalışmalarda pek üzerinde durulmamış bir soruyu ele alıyorum: çağdaş kapitalizmin yönetimindeki [management] bir unsur olarak kültür ile, genellikle postmodernizmle ilişkilendirilen epistemolojik yaklaşımlar arasında nasıl bir ilişki olduğu sorusu. Bu ilişkiyi ele alırken iki amacım var.
İlkin kültürün, kültürel çalışmalar disiplininin ilgi alanından uzak olmakla birlikte gündelik hayatı ve gündelik hayat kültürlerini şekillendirmede stratejik öneme sahip yerlerde devreye sokulmasına dikkat çekmek istiyorum – nitekim kültürel çalışmalar da kültürün bu konumunun dışavurumlarından biri. Çağdaş yaşamda kültürü bütünlüklü bir bakışla ele alma derdinde olan hiçbir eleştirel değerlendirme, toplumun bir alanında kendini gösterdiği biçimiyle kültür sorunsalını görmezden gelemez, ki söz konusu alan, pekâlâ, bizzat kültür sorunsalının toplumsal ve entelektüel koşulunun parçası olabilir. Dahası, yönetimin kapitalizmin işlemlerindeki merkezîliği göz önünde bulundurulduğunda, kültür sorunuyla karşı karşıya gelme ve yapısal sorunları çözmede kültürden yararlanma biçimleri, daha genel –ve tartışmalı– bir soru hakkında somut bir anlayış geliştirmemizi sağlar: kültür ile ekonomi politiğin günümüz dünyasında nasıl bir ilişkisi olduğu sorusu.
Ben bu soruyu ele alırken, yönetim ile iş örgütlenmesini konu alan çalışmalarda kültürün bir problem olarak ortaya çıkışına bakıyorum. Kültürün edebiyat, sanat, mimarlık, hatta gündelik kültürel hayat biçimleriyle ilişkili olduğu kültürel üretim tartışmalarından farklı olarak, yönetim ile iş örgütlenmesini konu alan çalışmalarda kültür ile ekonomi politik arasındaki yakın ilişki ayan beyan ortadadır – üstelik yalnızca kültürel çalışmalarda hayli ilgi gören tüketim bağlamında değil, daha da önemlisi, postmodern kategorisi altında marjinalleştirilen üretim bağlamında da.[1] Yönetim üzerine çalışmalar, şu noktayı açıkça göstermiştir: Kültürün hem bir sorun hem de yönetim faaliyetinin temel bir nesnesi olarak ortaya çıkışı, yeni doğan Küresel Kapitalizmin ve onu mümkün kılan, yönetim ile çalışma mefhumlarında “devrim yaratması” beklenen teknolojilerin neden olduğu yapısal ve kültürel sorunlarla yakından bağlantılıdır. Bu ilişkinin söz konusu literatür içerisinde kazandığı açıklık, kültürel üretimin diğer alanındaki ilişkiyi de kavramımızı sağlar – zira bu alanda, kültürün özerkliği iddiaları, kültürün ekonomi politikle ilişkisinin üzerini kolayca örtebiliyor. İşin ve işin örgütlenmesinin, gündelik hayatı ve kültürünü etkilediği muhakkaktır, bunun altını bir kez daha çizmeye gerek yok; bunların gerçekleşmesi için gerekli olan yeni çalışma anlayışları ve kurumsal yeniden yapılanma, yalnızca insan topluluklarını değil bireysel ve kolektif kimlik kavramlarımızı da şekillendiriyor.[2] Bu durum kültürün özerklik imkânını zorunlu olarak ortadan kaldırmaz elbette, ama her türlü özerklik iddiası, kişisel ve yerel düzeyi aşan ve bu tür bir özerkliği hayata geçirme çabalarını –çoğunlukla sermayenin yöneticilerinin kasıtlı girişimleriyle– boşa çıkaran yapısal güçleri hesaba katmak zorundadır.
Yönetimde kültür meselesinin ortaya çıkmasına neden olan ve bizzat kültür aracılığıyla çözülmeye girişilen sorunların somutluğu, postmodernist epistemolojileri günümüzün iktidar yapılanmalarıyla ilişkileri bağlamında eleştirel bir değerlendirmeden geçirmemize de olanak tanıyor – bu makaledeki ikinci amacım da bu. Kültürel çalışmaları postmodernizmle özdeşleştirmemek gerek; öte yandan, postmodernizm kavramı ne kadar muğlak ve karmaşık olursa olsun kültürel analizin birçok yönüne –en başta, kültürün özerkliği iddiasına– sızmış durumda. Postmodernizmdeki temsile dönüş, yani dünyayı dolaysızca değil, dünyayla ilgili temsillerimiz dolayımıyla kavradığımız, kavranabilir tek şeyin de bu temsiller olduğu görüşü, gerçeklikle ilgili daha önceki materyalist kabule meydan okumuş, çoğu kültür eleştirmeni de bunu görmezden gelememiştir. Eserleriyle, postmodernizmin bir ideoloji olarak belirlenmesinde büyük payı olan Fredric Jameson, yine de (postmodernizm üzerine yazılarının derlendiği kitaba yazdığı önsözde) şunu itiraf etmekten kendini alamaz: "Kitaptaki bölümlerin 'postmodernist kuram'ın […] ne olduğunu ortaya çıkarmaya çalışan incelemeler mi, yoksa yalnızca postmodernist kuramın birer örneği mi olduğuna karar vermek zorunda olmak istemezdim."[3]
Fakat, postmodernist epistemolojinin büyük ölçüde ideolojik olduğu konusundaki şüphelerimizi gidermiyor bu: Postmodernist epistemolojinin büyük kısmına damgasını vuran temsilci indirgemecilik, ve temsil dışında herhangi bir gerçekliğin bilinebilir olduğunu reddeden öz-gönderge inkârcılığı (dolayısıyla, kendinden “belirlenmişlik”), bu epistemolojinin hat safhada ideolojik olduğunu, gerçekten de “geç kapitalizmin kültürel mantığı” olduğunu gösteriyor olabilir: karşısında hiçbir siyasi ve toplumsal alternatif kalmayınca, sağlam bir değerlendirmeden geçirilmesini sağlayacak her türlü “dışarısı” mefhumunu ortadan kaldırmaya çalışan bir ideoloji. Bütün problemlerin birer dil veya temsil problemine dönüştürülmesi yeni eleştirel imkânların önünü açabilir; ama dilin ötesindeki bir dünyaya atıfta bulunulmadığında, iktidar yapıları sayesinde kimilerinin dili kendi amaçlarına alet etmek için başkalarından daha elverişli konumlarda bulunduğu bir ortamda, bu yaklaşım eleştiriyi kendi iç kurallarıyla işleyen söylemsel bir ekonominin dünyasıyla sınırlandırır ve bu dünyayı, bir simülakrı işlevi gördüğü ekonomi politiğin dünyasıyla ikame eder.[4] Postmodernizmin, iktidarı kavrama ve analiz etme noktasında yeni imkânların önünü açtığı alanlar yok değildir: faillik meselesini sorunsallaştırma biçimi, pozitivist kategorilerle çekişmesi, kültürün inşa edilmişliğini vurgulaması, iktidarın toplumsal ve kurumsal söylemlere nasıl yayıldığı konusundaki ifşaatları, gibi. Fakat aynı zamanda, postmodern kuramcılığın büyük kısmında “yapısöküm”ün yere göğe konamaması, kuram veya temsil düzeyindeki yapısökümü gündelik hayattaki iktidarın ortadan kaldırılmasıyla karıştırır ki bunun da kimi zaman tuhaf sonuçları olur: iktidarın işlemlerini metinsellik problemleriymiş gibi temsil etmek, bu arada iktidarla mücadele için hayati olabilecek öznelliklerin imkânını reddetmek. Bizzat postmodernizmin olumsallık ve öznesizleşme gibi üst-anlatıları, onu sadece “geç kapitalizmin kültürel mantığı”na değil, çağdaş iktidar yapılanmalarının gizemleştirildiği bir araca dönüştürüyor olabilir.
Postmodernizmin örgüt kuramında ne şekillerde kullanıldığını ilerde inceleyeceğim; bunlar, bahsettiğim gizemleştirmeyle ilgili çok vahim bir tablo ortaya çıkarıyor. Örgütler/kurumlar dünyasında, iktidar yapılanmaları ve bunların daha geniş ekonomi politik yapılarıyla ilişkileri, gündelik hayatın ve kültürün dağınık koşullarına nazaran çok daha kolay görülür; özellikle de bu tür örgüt/kurumların yönetimiyle uğraşanlar bunları rahatlıkla fark eder. Burada, bu tür yöneticilerin kültürü algılama ve kullanma biçimleri ile, postmodern kültür kuramının örgüt/kurumları temsil etme biçimlerini karşılaştırmak ufuk açıcı olabilir.
İlerde ayrıntısıyla işleyeceğim tezim şu: Yönetim çalışmalarında kültüre yönelik artan ilgi, geçtiğimiz on yılda ABD merkezli şirketlerin “yeniden yapılanması” olarak adlandırılan süreçle örtüşüyor. Bu sürecin sonuçları herkesin malumu. “Yeniden yapılanma”, ekonomik, siyasi ve toplumsal iktidarın şirketlerin yönetici sınıflarına geçtiği muazzam bir el değiştirme süreciyle sonuçlandı, öyle ki statükonun baş savunucuları bile “zenginlerin yoksullara karşı sınıf savaşı”ndan dem vurmaya başladı. Şirketlerin kendi içinde, “yeniden yapılanma” yönetimin en üst kademelerinin hem beyaz hem de mavi yakalı çalışanlar üzerindeki iktidarını artırdı, ve bir yüz yıl boyunca verilen mücadeleler sonucu kazanılmış emek haklarını gerisin geri döndürdü. Yeni teknolojilerin mümkün kıldığı yeni iş tanımları, olumsallığı ve belirsizliği işçiler için bir hayat tarzına dönüştürdü, bu arada emekçilerden beklenenleri artırdı ve emek sürecindeki idari denetimi yoğunlaştırdı.
Sermayenin ideologları, işçi kitlelerinin hayatları üzerine çöreklenen kara bulutu örtecek bir umut ışığı bulmak için kendilerini paralıyor. Gelgelelim, yeni yönetim uygulamalarının en ateşli savunucuları bile “yeniden yapılanma”nın yol açtığı ciddi sorunları teslim ediyor. Baskı ve cebir, yeni kurum/şirket kültürünün taleplerine arka çıkmakta hiç gecikmiyor. Dahası, yönetim çalışmalarında kurum/şirket kültürüne dair değerlendirmeler manipülasyon diliyle dolup taşıyor. Çalışanların, işin niteliğinde yaşanan ve hem bedenen hem de ruhen yeni mahrumiyet ve aşağılanma biçimleri yaratan değişimlere olumlu gözle bakmasını ve bunlardan memnun hissetmesini sağlamak şart, bu bakımdan kültürel endoktrinasyon “yeniden yapılanma”nın ayrılmaz bir parçası haline gelmiş durumda.
Postmodernist örgüt analizleri, “yeniden yapılanma”nın ideolojik iddialarıyla uyumlu olmakla birlikte, bu süreci besleyen iktidar ilişkileri konusunda suskun. Bu tür analizlerin eleştirel amaçlar taşıdığı, kurum/örgütlere ilişkin modernist yaklaşımlardaki örgütsel ve yönetsel rasyonaliteye karşı çıktığı varsayılıyor. Öte yandan bu analizlerde, daha önce yönetsel rasyonaliteye atıfla meşrulaştırılan iktidar ilişkilerinin yeni yönetim uygulamalarında hâlâ sürdüğünden, hatta daha da pekiştiğinden söz edilmiyor: Yeni uygulamalarda, biçimsel yönetsel ayrıcalıkların terk edilmesiyle birlikte, işgücü üzerindeki kurumsal iktidarı azami düzeye çıkarmanın çok daha etkili yolları keşfedildi. Sürece dahil olan iktidar ilişkileri konusunda hayli açık olan yönetim metinlerinden farklı olarak, postmodernist analizler şirketleri sınıf, toplumsal cinsiyet veya iktidar ilişkileri temelinde hiçbir yapısal göndergesi olmayan söylemlere, yönetimi de müellifsiz metinlere dönüştürüyor; ve şirketlerin işlemlerini, kurumun tüm mensuplarının –dahası, kurumun etrafındaki toplulukların– katılımına açık birer yorumlama faaliyeti olarak temsil ediyor. Toplumsal iktidarın işlemleri yerine edebi metinler metaforunu geçirmek, kasıtlı olsun veya olmasın, günümüzün kurumsal uygulamalarına mazeret sağlıyor.
Burada öne sürdüğüm iddianın öncüllerini kısaca ortaya koymam gerekirse, geçtiğimiz 15-20 yıl içinde kapitalizm, ölçeği bakımından 19. yüzyıl sonunda yaşananlara benzer bir kurumsal dönüşüm sürecinden geçti: O dönemde de, kitlesel üretimin gereklilikleri karşısında, bugün “modernist” örgütlenmelerle özdeşleştirilen dev bürokratik kurumlar yaratılmıştı. Günümüzde rağbet gören esnek örgütlenme biçimleri de, keza, değişen üretim örüntülerine verilen bir karşılık; bu üretim örüntüleri, dikey bütünleşme yerine, yatay yayılmaya ağırlık veriyor (çok geniş alanlara dağılma, ulusal ve kıtalararası sınırları aşma, gibi).[5] Değişim, sermayenin önüne bazı sorunlar çıkarmış olsa da, emek üzerindeki iktidarını azami düzeye çıkarmasını sağlayacak yeni imkânlar da sundu. Aynı şekilde, eski örgütlenme biçimleri nasıl ki emeğin kitlesel endüstriyel üretim kültürünü özümsemesini gerektirdiyse, yeni örgütlenme biçimleri de yeni bir esnek üretim kültürünü dayatıyor.
Postmodernist toplum ve siyaset analizleri, bu değişimleri yansıttıkları ölçüde inandırıcı. Fakat bu koşul, bu analizlerin açmazı da aynı zamanda. Postmodernitenin, söz konusu dönüşümleri besleyen iktidar ilişkileriyle bağı açıklanamadığında, kültür ve epistemoloji olarak postmodernizm, modernizmde ifadesini bulmuş iktidar yapılarının eleştirisi değil, ideolojik ifadesi ve meşrulaştırması –ya da en iyi ihtimalle, geçiştirilmesi– işlevi görüyor. Postmodernizm de, en az reddettiği modernizm kadar, kapitalist bir üretim tarzının koşullarına mahkûm. Kapitalizmin bir tarihi var; geçmişte bazı dönüşümlerden geçti ve şimdi de başka bir tarihî dönüşümün ortasında. Fakat modern ekonomik, toplumsal ve siyasi örgütlenme biçimlerinin sökülmesi –ki bunlar da kapitalist gelişmenin daha önceki bir aşamasının ürünü– kapitalizme son vermeyi değil, toplumların kapitalist üretim ilişkileriyle küresel boyutta uyumlu olacak şekilde yeniden düzenlenmesini hedefliyor ki bu, zaten kapitalizmin tarihsel saiklerinden bir tanesi olagelmiştir, yeni teknoloji ve tekniklerin bu amacı gerçekleştirecek yeni imkânlar sağlamasıyla birlikte söz konusu biçimler onun önünde bir engel haline gelmiştir sadece. Postmodernizmin modernizmi aşma iddialarının ikna edici görünmesinin tek bir sebebi var: Üretimin örgütlenmesini “yeniden yapılandırma” sürecinin, kapitalist toplumsal ilişkileri daha da sağlamlaştırmak için önüne koyduğu birtakım görevleri kültür ve epistemoloji alanlarında ifa ediyor. Postmodernizm, yerini alma iddiasında olduğu modernlikten kopmasını engelleyen bu toplumsal ilişkilere meydan okuyamadığı sürece, idame etmek için sadece tarihsel açıdan özgül örgütlenme biçimlerine ya da ideolojik biçimlere değil, ayrılmaz parçası olduğu sınıf ilişkilerine de bağımlı olan sermayenin teleolojisinin bilinçli ya da bilinçsiz bir işbirlikçisi olmaktan öteye gidememektedir.*
Yönetim ve Kültür: Ulusaşırılık ve Postmodernliğin Üretimi
Tom Peters ve Robert Waterman, 1982 tarihli çok satan kitapları In Search of Excellence’ta, yönetim çalışmalarındaki bir eksikliğe işaret ederek, “kültür”e ilgi gösterilmediğini söylerler.[6] Kitaplarının amacı, en iyi yönetilen şirketlerde şirket kültürünün yönetimdeki en öncelikli mesele olduğunu göstermektir. Yazarlar, Britanyalı bir yönetim analistinden alıntı yaparak şöyle derler: “[lider] yalnızca kurumların yapı ve teknoloji gibi rasyonel ve somut yönlerini yaratmakla kalmaz, sembollerin, ideolojilerin, dilin, inançların, ritüel ve mitlerin de yaratıcısıdır.”[7]
1980’lerin başından beri “kültür” meselesi yönetim çalışmalarında o kadar merkezî bir yer tutuyor ki, yönetim analisti Stewart Clegg, şakayla karışık şöyle diyor: “kültür iş için iyidir”. Clegg ayrıca yönetim çalışmalarında kültüre yönelik yeni ilgiyi, Japon iş dünyasının ABD’yi sarsmasına bağlıyor.[8]
Japonların, ve genel olarak Doğu Asya’nın, ABD’deki şirketlerde geçerli olanlardan farklı birtakım davranış normlarına dayandığı varsayılan ekonomik başarısının, kültüre yönelik yeni ilgide payı olduğu muhakkak. Fakat bu alandaki literatürü şöyle bir incelediğimizde bile, tek sebebin bu olmadığı görülüyor. In Search of Excellence, başlı başına, kurumlarda kültürün yeri meselesine ne zamandır ilgi duyulduğunun bir göstergesi. Nitekim 1980 yılının yaz aylarında Business Week dergisi kültür üzerine bir dosya hazırlamıştı; ve In Search of Excellence konunun yaygınlaşmasında önemli bir rol oynadıysa da, yönetimde kültür meselesini ele alan ilk ciddi çalışmalar ondan önce yayınlanmıştı. Bu çalışmalar, kültür meselesine uyanan ilginin kaynağında, kapitalist üretim ve rekabetteki yeni gelişmelerin –yani, ulusaşırılaşmanın– yol açtığı sorunların yattığını açıkça gösteriyor. 1980’ler boyunca, yönetim analistleri küresel veya ulusaşırı bir kapitalizmin ortaya çıkışını tam anlamıyla idrak ettiklerinde, kültür meselesine yönelik ilgi iyice canlandı. Onyılın sonuna gelindiğinde, postmodernizm, kültürel çalışmaların ön saflarına yerleşmesiyle aynı sıralarda, yönetim çalışmalarında da kurumu ve yönetimi birer kültürel varlık olarak kavrayan yeni bir yaklaşım olarak kendini gösterecekti.
1970’lerin sonundan itibaren yayınlanan yönetim çalışmaları, kurumsal örgütlenmede kültüre yönelik yeni ilginin oluşmasına yol açan etkenlere dair ipuçları taşıyor. İlerleyen kısımda, bu yeni ilginin gelişimini, kültür meselesinin önemli yönlerini eklemlendirmiş bir dizi eser üzerinden ortaya koymaya çalışacağım. Kapsamlı bir liste sunmak gibi bir iddiam yok; ve söz konusu eserlerin bu konuda çığır açıcı nitelik taşıdıklarını da öne sürmüyorum, sadece kültür meselesine yönelik ilginin oluşum sürecindeki birer işaret direği bunlar. Umuyorum ki kurumlarda kültür sorununun yeriyle ilgili önermelerim, konuyla ilgili daha ayrıntılı ve kapsamlı çalışmalar yapılmasını teşvik eder; bu tür çalışmalar, zamanımızın entelektüel ve ideolojik tarihi açısından elzem olacaktır.
Ulusaşırılık, ve ulusaşırı üretimin yönetilmesi konusu, 1970’lerin sonuna gelindiğinde yönetim çalışmalarında apaçık ortadaydı. 1979’da yayınlanan ve çokulusluluk çağında yöneticilerin kurumsal davranış, üretim ve pazarlama bağlamında karşılaştıkları “çokkültürlülük” ya da “çoklu kültürlülük” [polyculturalism] sorununu ele alan metnin başlığı bu açıdan yeterince fikir verici: Manageing Cultural Differences [Kültürel Farklılıkların Yönetilmesi]. Metinde, yöneticilerin, kültürel esneklik gerektiren bu yeni durumda daha etkin bir işleyiş geliştirmelerini sağlayacak yeni bir eğitim anlayışı savunuluyordu. Bu eğitim yalnızca onların bir kültürden diğerine gittiklerinde yaşayacakları “kültür şoku”nun etkilerini azaltmakla kalmayacak, kültürlerin çeşitliliği içinden “sinerjik” biçimde oluşturulması gereken bir “kurum kültürü” yaratmanın getirdiği yeni görevler için de onları hazırlıklı kılacaktı. Kitap hem yöneticilerin eğitimi için statejiler öneriyor, hem de ek bölümlerinde, seçilmiş bazı “kültürlerin” ayrıntılı betimlemelerini sunuyordu (bunlar arasında İngiltere, İrlanda, Çin, Japonya ve Ortadoğu’nun yanı sıra, Puerto Rico’lular gibi ABD içindeki gruplar da vardı). Metnin en ilginç kısmı, yazarların yönetimde Avrupamerkezciliği reddetmeleriydi:
Batı’dan Doğu’ya doğru giden tek yönlü akışın tersine dönmesi ve Doğu düşüncesinin din, felsefe, sağlık veya teknoloji alanlarında Batı’yı beslemesi yeni bir olgu, henüz 10-15 yıllık bir tarihi var. Batı’nın etnosantrizmine ve hâkimiyetine karşı savunma hamlesi olarak pek çok diriliş hareketi ortaya çıkmış olsa da, Doğu’nun değerleri ve etkileri, Doğu-Batı düşüncesinin ve bakış açılarının birbirine yaklaşmasından büyük yararlar elde edecek yeni dünya kültürüne hayati katkılar sunmaktadır. Bugün Çin Halk Cumhuriyeti bu alışverişin ana kavşağını oluşturmaktadır.[9]
Kültür üzerindeki yeni vurguda ulusaşırılığın rolünü göstermesi bakımından daha da anlamlı olan bir diğer bir kitap, Geert Hofstede’nin 1980’de yayınlanan Culture’s Consequences başlıklı, dönüm noktası niteliğindeki çalışması.[10] Hofstede’nin çalışması, hem dayandığı ampirik temel, hem de verilerinin kaynağı açısından önemli. Çalışma, 1968’de ve 1972’de “Hermes” Corporation (ki sonradan, IBM için kullanılan bir takma isim olduğu anlaşılacaktı) adlı şirketin çalışanları arasında uluslararası düzeyde yapılan ve 120 bin kişinin katıldığı bir ankete dayanıyordu.[11] Hofstede’nin, kültürün bir “zihinsel program” olarak anlaşılmasına dayanan analizi, yaklaşık kırk milleti temsil eden bir işgücünün benimsediği “iktidar mesafesi”, “belirsizlikten kaçınma”, “bireycilik” ve “erkeksilik” gibi değerlere yönelik yaklaşımları ortaya çıkarmayı amaçlıyordu. Kitabın yönetimle ilgili kısmı şuydu: Evrensel olarak paylaşılan bir aklı temel alan evrensel bir yönetim uygulaması olabileceği varsayımına karşı çıkıyordu; farklı milletler bazı ortak değerler üzerinden birbirine yaklaşsa da, önemli farklılıklar bakiydi ve bu durum “ilişkisellik” üzerinde durmayı, yönetenler ile yönetilenler arasındaki ilişkide koşullara göre uyarlanmış bir yaklaşımın benimsenmesini gerektiriyordu. Hofstede’nin “çokkültürlü kurum”dan bahsetmesi, “çokkültürlülük”ün bu kitapta bir mesele olarak ele alındığının açık bir işaretiydi.
Hofstede’nin verilerinin kaynağı, kültüre yönelik yeni ilgide çokulusluluğun ne kadar önemli bir yeri olduğunu gösteriyor; ama aynı zamanda, çokuluslu şirketlerin yöneticilerinin, kapitalizm içindeki gelişmelerin ortaya çıkardığı çokkültürlülük sorunlarını daha 1960’lı yıllarda görmeleri bakımından yönetim analistlerinden birkaç adım önde olduklarını da gösteriyor. 1970’lere gelindiğinde ise, dünya ekonomisinde bu ilk kaygıları güçlendiren ve kültür meselesini analizlerin ön saflarına taşıyan yeni gelişmeler kendini gösterdi. Önce Japonya’nın, ardından Doğu Asya’da Tayvan ve Kore gibi “mucize” ekonomilerin sahneye çıkması, Clegg’in de işaret ettiği gibi ekonomik kalkınmada kültürün rolü üzerine spekülasyon yapılmasında çok etkili oldu. Tabii, 1970’lerin sonunda Çin Halk Cumhuriyeti’nin –Harris ve Moran’ın daha önce aktardığımız satırlarda kullandıkları ifadeyle, kültürel alışverişin “ana kavşağı”nın– devrimden vazgeçip yüzünü kapitalist kalkınmaya çevirmesiyle ekonomik imkânlar konusunda yaratılan büyük umutları da göz ardı etmemek lazım.
Ekonomik kalkınmanın itici gücü olarak bir “Doğu Asya” kültürüne (ya da “Konfüçyusçu” veya “neo-Konfüçyusçu kültüre) işaret edilmesi açısından çığır açıcı nitelik taşıyan bir eser de, fütürolog Herman Kahn’ın 1979’da yayınlanan World Economic Development: 1979 and Beyond adlı kitabıydı. Kahn’ın kitabının bazı çevrelerde uyandırdığı beklentiler öyle büyüktü ki, Dünya Ticaret Odaları Birliği’nin 1978 tarihli kongresi sırasında dağıtılabilsin diye yayın tarihinden önce sınırlı sayıda basılmıştı. Bu eser, 1980’lerde büsbütün çoğalan, girift felsefe çalışmalarından askerî stratejiye ve yönetime kadar pek çok alanda Doğu Asya kültürlerini ele alan uzman ve popüler çalışmaların öncülerindendi. Çin etrafındaki Doğu ve Güneydoğu Asya toplumlarının başarılı “modernleşme” süreçlerinin körüklemesiyle birlikte 1980’lerde güçlenen Konfüçyusçu diriliş savunucularının da sık sık atıfta bulunduğu bir kitaptı.[12]
Kendisini “neo-kültüralist” olarak tanımlayan Kahn, “neo-Konfüçyusçu toplumların” bizzat “Konfüçyusçu etikte” yerleşmiş olan iki özellikten ötürü “başka kültürlere göre daha yüksek büyüme oranları” kaydettiğini gözlemlemişti. Bu iki özellik, “çalışkan, motive, sorumlu ve eğitimli bireylerin yaratılması ve bağlanma, örgütsel kimlik ve çeşitli kurumlara [ister ‘aile, şirket, ya da devlet dairesi’ olsun] sadakat duygularının güçlendirilmesi”ydi.[13] Max Weber’in, Doğu Asya modernleşmesiyle ilgili uzman analizlere nicedir kılavuzluk eden, Konfüçyusçu değerlerin kapitalist gelişme üzerinde olumsuz etkide bulunduğu iddiası böylece ters çevriliyor, Kahn daha da ileri gidip şöyle diyordu: “Konfüçyusçu etik üzerine kurulu toplumlar, sanayileşme, refah ve modernleşme hedeflerini gerçekleştirme girişimlerinde pek çok yönden Batı’dan üstün olabilir.”[14] Kahn’ın çalışmasının, ilk kapitalist toplumların bir “hastalıktan” mustarip göründüğü bir zamanda kapitalist kalkınmaya imanı tazeleme amacıyla kaleme alındığı ortadaydı.[15] Gelişmeye ve teknolojik ilerlemeye sorgusuz sualsiz bağlılık gösteren “neo-Konfüçyusçu kültürler”, bu noktada imdadına yetişmişti. Kahn için mesele “çokkültürlülük” değil, çatışmayı ortadan kaldırmayı ve iş hayatı için biçilmiş kaftan olan gönüllü disiplin ve itaati teşvik eden kültürlerdi. Fakat kitabı, ve onun açtığı yolda ilerleyen pek çok başka çalışma, aynı zamanda, başarılı iş idaresinde kültüre yapısal etkenlerden daha öncelikli yer atfedilmesinde önemli rol oynadı. Dahası, Harris ve Moran’ın kitaplarında olduğu gibi, Kahn da yönetimde Avrupamerkezciliğe karşı çıkıyor, kendini çokkültürlülük mefhumuyla da sınırlamadan, yeni bir kapitalizm kültürünün başat adayı olarak dosdoğru Doğu Asya kültürüne işaret ediyordu.*
Bu çalışmalarda “kültür”ün nasıl kullanıldığını göstermeye yardımcı olacak iki genel gözleme yer verebiliriz. Öncelikle, kültür bu çalışmalarda çeşitli şeyleştirme tarzları altında ortaya çıkıyor; tabii bu, altta yatan “kültürel farklılıkları idare etme” veya kültürü kurumsal amaçlar doğrultusunda kullanma amacı açısından şart. Dolayısıyla, Harris ve Moran, farklı kültürlerin özelliklerini betimledikleri ek bölümlerde, bu kültürleri, onlara mensup bireylerin davranışlarına damgasını vurduğunu varsaydıkları özelliklerden mürekkep listelerle temsil ediyorlar. Hofstede ise, kültürü bir “zihinsel program” olarak, dolayısıyla yeniden programlanmaya ve değişmeye tabi bir şey olarak kavrarken (hatta, yaptığı iki anket arasında geçen dört yıllık zaman diliminde bile bazı değişimler tespit eder), IBM çalışanlarının ankete verdikleri cevapları ulusların bütününe yansıtmakta tereddüt etmiyor – oysa, herhangi bir “ulus”un kendi içindeki farklılıklar bir yana, ankete cevap verenlerin IBM çalışanı olmalarından ötürü kültürel açıdan atipik oldukları rahatlıkla ileri sürülebilir. Kültürü en kaba şekilde kullananlardan biri, “neo-Konfüçyusçu” diye adlandırdığı kültürler altında sadece birbirinden çok farklı toplumları toplamakla kalmayıp, Doğu Asya menşeli her şeyi “neo-Konfüçyusçuluk” diye tanımlayan Herman Kahn olsa gerek.* Kahn’ın Avrupamerkezciliğe yönelttiği itiraza da, aynen Harris ve Moran’ın “Doğu-Batı kültürel alışverişi” anlayışlarında olduğu gibi, yeni kapitalizm kültürüne dahil edilen kültürlere yönelik son derece Avrupamerkezci, oryantalist kültür mefhumları eşlik etmektedir. Bu arada, ilginçtir ki, söz konusu kitaplar Edward Said’in Oryantalizm’iyle neredeyse aynı yıl yayınlanmıştır – kültürel çalışmalar alanında, bu tür eserlere rehberlik eden şeyleşmiş kültür anlayışlarının derinlemesine sorgulanmasını teşvik etmiş bir kitaptır bu. Bu zamansal çakışma bize şunu hatırlatıyor: Bahsettiğimiz kitaplar, “Avrupamerkezcilik”ten kopma yönündeki tüm iddialarına rağmen, başka kültürleri hâlâ modernliğe özgü kategorik tarz içinde temsil etmiştir; ulusların kültürlerle özdeşleştirildiği indirgemeci denklemlere, veya Doğu-Batı gibi daha da indirgemeci ayrımlara hapsedilmesi mümkün olmayan kültürel karmaşıklık meselesinden kaçınan bir tarzdır bu.
İkincisi, bu eserler, Harris ve Moran ile Herman Kahn’da olduğu gibi, Avrupamerkezciliği kınamaları ve örgütlenmenin tek bir evrensel rasyonalite içerisine hapsedilemeyeceğini, hem içerden hem dışardan kültürel karmaşıklığın etkilerine tabi olduğunu kabul etmeleri bakımından zaten modernliğin ötesinde bir noktaya işaret etmektedir. Belki de bundan da önemlisi, bu eserlerde kültürle ilgili görüşler, yeni örgütsel tekniklere dair değerlendirmelerle adeta fark edilmeyecek kadar iç içedir; bu değerlendirmeler kültürel farklılığa ilişkin tezlere yedirilmiş olsa da, David Harvey’nin sonradan “postmodernlik durumu” adını vereceği örgütsel tekniklerdeki yenilikleri akla getirir. Stewart Clegg, aşağı yukarı bu zamanlarda, yönetim çalışmalarında kalite grubu, ekip çalışması, idareci-çalışan işbirliği, tüketici odaklı araştırma ve geliştirme, ânında üretim vs. gibi kavramlara ilgi gösterilmeye başlandığına dikkat çeker; Japon yönetim teknikleriyle ilişkilendirilen bu kavramların hepsi, yönetimde postmodern veya post-Fordist bir yaklaşımın göstergesi sayılacaktır ve yalnızca yönetim yaklaşımlarında değil, daha da önemlisi yönetim uygulamalarında köklü bir dönüşümün habercileridir.[16] Peters ve Waterman, 1982’de In Search of Excellence adlı kitaplarında, bu uygulamaların kültüre bağlı olmadığını, “en iyi işletilen” şirketlerin yönetiminde zaten rastlanan özellikler olduğunu öne sürüyorlardı. Harris ve Moran’ın kitabı ise özellikle bu açıdan öncü nitelikteydi, çünkü “kültürel farklılıkların idaresi” meselesini, “örgüt kültürlerindeki değişim” meselesiyle kolaylıkla kaynaştırabilmişlerdi. Yazarlara göre örgütlenmede “bürokrasi”den “adhokrasi”ye geçiş yaşanmaktaydı: Bürokrasi “süreklilik, hiyerarşi ve işbölümü”yle tanımlanırken, adhokrasi “geleceğin hızlı hareket eden, bilgi bakımından zengin, kinetik örgüt”ünü temsil ediyordu. Bu örgüt kültürleri yeni kişilik tiplerini de beraberinde getiriyordu: “eskinin örgüt insanı”na karşılık, yeni “ilişkisel” insan tipi.[17]
Burada bizi ilgilendiren nokta, kapitalizmde çoktandır başlamış olan değişimlerin yönetimde ister istemez gerektirdiği dönüşümlerin, “çokkültürlü” bir işgücünü idare etme ihtiyacının yol açtığı kültür tartışmalarıyla iç içe geçmesi ve yönetimde kültürün önemini pekiştirmesidir. Her durumda, kültürü önemli bir mesele getiren etken, kapitalist üretim ve tüketimin ulusaşırılaşması olmuştur: Kültür artık, akıl hüküm sürdüğünde yok olacak bir şeyden ziyade, aklın evrensel varsayımlarını sınırlandırabilecek bağımsız bir güç olarak kendini gösterir. Bu anlayışın bir kaynağı “çokkültürlü” bir işgücünün idaresindeki sorunlar olduysa, bir diğer kaynak da, farklı uygulamalara göre işlediği ve daha başarılı olduğu düşünülen bir rekabetin ortaya çıkmasıydı.[18]
Bugünden bakıldığında, yukarda bahsettiğimiz eserlerin yayın tarihlerinin, kapitalizm içerisindeki değişimlerin ekonomi politiğine yönelik yeni bir ilginin doğuşuyla çakışması hiç şaşırtıcı değil; bu değişimler, Fordizm’den post-Fordizm’e geçiş, Küresel Kapitalizmin doğuşu, “örgütsüz kapitalizm”in yükselişi, esnek üretim rejiminin ortaya çıkışı vs. gibi türlü tanımlamalarla tarif edilmiştir. F. Frobel, J. Heinrichs ve O. Kreye’nin The New International Division of Labour (Cambridge: Cambridge University Press) adlı kitapları 1980’de yayınlanır; Michael J. Piore ve C. F. Sabel, The Second Industrial Divide: Possibilities for Prosperity (New York: Basic Books) adlı kitaplarını 1984’te yayınlarlar; Claus Offe’nin Disorganized Capitalism’i (Cambridge MA: MIT Press) 1985’te, Scott Lash ve John Urry’nin The End of Organized Capitalism’iyle (1987) aynı sıralarda çıkar. David Harvey’nin The Condition of Postmodernity kitabı 1989’da (Cambridge MA: Basil Blackwell; Türkçesi Postmodernliğin Durumu, Metis, 6. basım 2012) yayınlandıktan sonra, 1990’da Robert J. S. Ross ve Kent C. Trachte’in Global Capitalism: The New Leviathan (Albany: SUNY Press) adlı kitabı çıkar. Listeyi uzatmak mümkün, üstelik süreli yayınları taramadan. 1980’ler Reagan/Thatcher “devrimi”nin onyılı olacaktır, dünya ekonomisinde aslında yirmi yıldır geçerli olan güçlerin siyasetin desteğiyle bilince çıktığı yıllar…
Reagan/Thatcher “devrimi”, üretimde yaşanan ve sermayenin örgütlenmesini çoktandır yeniden yapılandırmakta olan devrim niteliğindeki değişimler sayesinde mümkün oldu. Asıl önemli olan, bu eserlerin hepsinde verilen mesajdı: Kapitalizmin yeni bir gelişim evresine girdiği mesajıydı bu – sermayenin eski, çokuluslu örgütlenmesi, (hem işleyişte çokulusluluk, hem de çokuluslu rekabet anlamında) çokuluslulaşmanın baskılarına tepki olarak ve yeni teknolojilerin yardımıyla yeni bir örgütlenmeye bırakmıştı yerini ve bunu en iyi tanımlayan kavram “ulusaşırı” terimiydi.
Ulusaşırılığı çeşitli boyutlarda kavramak mümkün. Zaten nicedir ulusaşırı olmuş finans meselesini bir kenara koyarsak, bunlardan en önemlisi meta zincirlerinin (daha doğrusu üretim zincirlerinin) çoğalması olabilir; yani, metaların üretiminin mekânsal açıdan genişlemesi, bir metanın hammadeden bitmiş mamule dönüştürülme sürecinin, ulusal sınırları aşan, geniş mekânlara yayılması. Bu “yeni uluslararası işbölümü”nü mümkün kılan iki etken oldu: iletişimi hızlandırmak suretiyle, tasarım yerini üretim yer(ler)inden ayırmayı mümkün kılan enformasyon teknolojileri, ve başka ülkelerdeki düşük işgücü maliyetlerinden yararlanırken pazarlama giderlerini asgariye indiren konteyner taşımacılığı ekonomisi. İkinci Dünya Savaşı sırasındaki askerî teknolojilerin yan ürünü olan otomasyon devrimi, sadece standartlaşma sağlamakla kalmadı, vasıflı işgücü bağımlılığı olmaksızın piyasanın taleplerini karşılayacak yeni bir esneklik de getirdi.[19] Pazarlama cephesinden bakıldığında, piyasaların belirsizliğini artıran rekabet, “niş pazarlama” veya “gerilla pazarlama” adı verilen yeni uygulamaların doğmasına sebep oldu; bunlar, daha küçük pazar paylarını daha büyük esneklikle ele geçirme girişimlerini temsil ediyordu, ki bu da yine üretimdeki esnekleşmenin mümkün kıldığı bir durumdu. Bu yazının meselesiyle doğrudan bağlantılı bir husus, üretim ve pazarlamada, beklenmedik talebe en yüksek hız ve verimlilikle cevap verebilecek küçük ve esnek birimleri gerektiren yeni imkân ve zorunluluklardı: Fordist ekonominin “yedeklemeci üretim” ilkesi ile yeni ekonominin “ânında üretim” ilkesi arasındaki karşıtlıkta ifadesini bulan koşullardı bunlar; yeni ilke, hızlı cevap verme kabiliyetini öne çıkarırken, eskisi –günümüzün belirsiz piyasa koşulları altında– hayli ziyankâr bir stok birikimini temsil ediyordu. Örgütlenme açısından baktığımızdaysa, yeni işleyiş tarzı aynı zamanda karar alma sürecinin bürokratik merkezden yerele taşınmasını zorunlu kıldı (bu, eski uygulamalara karşıt biçimde, yerel personel devşirmeyi de gerektiriyordu). Çokkültürlülük artık işgücüne has bir özellik değil, yönetimin bir gereği olmuştu.
Ulusaşırılık ve onu mümkün kılan üretimde otomasyon, hem yönetim hem de çalışma kavramlarının ele alınmasında köklü değişimlere yol açtı. Bu değişimlerin neler olduğunu görmek için, yukarda söz ettiğimiz eserlere bakılabilir; ama ben burada, yazarının konumundan ötürü öne çıkan bir kitabı odağa almak istiyorum: kapitalist dünya ekonomisindeki gelişmeleri sadece analiz etmek değil, bunlara bilfiil şekil vermek açısından da son derece elverişli bir konumda bulunan Robert Reich’ın The Work of Nations adlı kitabı. Bu kitap (hem iddialı başlığı, hem de yazarının bir süre sonra ABD Çalışma Bakanlığı’na atanmış olduğu düşünülünce), çalışmanın ulusaşırı kapitalizmin gereklilikleri çerçevesinde yeniden kavramlaştırılması konusunda sağlam ipuçları veriyor. Akademi kökenli bir Demokrat’ın, dünya ekonomisinde Cumhuriyetçiler eliyle tasarlanmış bir “devrim”i telaffuz etmek durumunda kalması ayrıca manidar. Reich’ın kitapta söyledikleri, daha önceki trendlerin sağlam bir özeti niteliğinde; ABD yönetim çevrelerinin zihniyeti hakkında verdiği aydınlatıcı bilgilerle de geleceğe dönük ipuçları taşıyor.
Reich, 1980’lerin kapitalist dünya ekonomisine ilişkin yeni düşünüşü özetleyerek, The Work of Nations’da şöyle yazıyordu:
Yeni doğan uluslararası ekonomi içinde, yabancı şirket ve endüstrilerle rekabet edebilen Amerikan şirket ve endüstrilerinin sayısı çok az – tabii Amerikan derken, işin yerine getirildiği ve değerin katıldığı yerin ABD olmasını kastediyorsak. Bu ekonomide tipik olan, daha ziyade küresel bir ağ: merkezi, ve finansal sermayesinin büyük kısmı belki de ABD’de bulunan, ama araştırma, tasarım ve üretim tesislerinin Japonya, Avrupa ve Kuzey Amerika’ya yayılmış olduğu; ilave üretim tesislerinin Güneydoğu Asya ve Latin Amerika’da bulunduğu; her kıtada pazarlama ve dağıtım merkezlerinin olduğu; hissedar ve yatırımcılarınınsa ABD kadar Tayvan’da, Japonya’da, Batı Almanya’da bulunduğu bir ağ.[20]
Yeni dünya ekonomisindeki “trendleri” yorumlayışıyla uyumlu biçimde, yeni kapitalizmde gerekli olan emek türlerini tanımlayarak devam ediyordu sözlerine Reich: “rutin üretim hizmetleri” (yani eski adıyla “proletarya”), “yüz yüze hizmetler” (eskiden hizmet sektörü denen, sekreterlikten fast-food lokantası çalışanlarına kadar her şey), ve “sembolik-analitik hizmetler”, yani yeni doğan sektör, yeni çağın paradigması: yüksek eğitim düzeyi, aktarılabilir vasıflar ve esneklikle tanımlanan sektör. Reich’a göre bir ülkenin dünya ekonomi politiğindeki konumu, son emek türünde elinde bulundurduğu işgücü kaynaklarına bağlıydı: Dünya ekonomisinde liderliği belirleyen, hem araştırma ve tasarlama kabiliyeti hem de esnekliğiyle, “sembolik-analitik sektör”dü. Dolayısıyla bu yönde eğitim kalkınmanın ana hedefiydi.
Reich, eski bir çağa ait akıl-kültür ayrımını yeniden kavramlaştırarak, sınıf konumunun ezeli belirleyicisi olmuş zihin-kol emeği ayrımını küresel bir ölçeğe yansıtıyordu; zihin emeği Birinci Dünya’yı, kol emeği ise Üçüncü Dünya’yı ifade ediyordu. Fakat görmezden geldiği, ve varsayımlarıyla temelden çelişen bir nokta vardı: Zihin ve kol emeği ulusal kökenden bağımsız olarak herhangi bir kaynaktan devşirilebilirdi, zira uzun vadede hangi tür emeğin nereden karşılanacağını belirleyen ihtiyaçlar ulusal değil, kurumsaldı. Kol emeği ABD’den devşirilip, böylece orada “Üçüncü Dünyalaşma” baskılarını artırabileceği gibi, zihin emeği de başka yerde geliştirilip, Üçüncü Dünya içerisinde “Birinci Dünyalar” yaratabilirdi. İşe alımlarda esas milliyet değil, şirket çıkarlarıydı – başka deyişle, sermaye birikimi. Reich’ın böyle bir gizemleştirmeye başvurması şaşırtıcı değil (bu yaklaşımın, onu, ekonomi politikaları uzmanlarını Wall Street gediklilerinden devşirmekte Cumhuriyetçi seleflerini bile geçen Clinton’ın danışmanları nezdinde makbul kılması da doğal). Reich, analizinin başından beri, sermayenin hareketini açıklamada ucuz ve uysal emeğin rolünü göz ardı ederek, eğitim düzeyiyle ölçülen işgücünün “niteliği” üzerinde durmuş; Üçüncü Dünya’da yetiştirip işe alabilecekleri ucuz eğitimli personeli bulan şirketlerin, yüksek eğitim düzeyine sahip vasıflı personeli işten çıkardıkları gerçeğini tamamen göz ardı etmişti. Niyeti ne olursa olsun, yaptığı ayrım bir oto-sansürü gözler önüne seriyordu, ve ister kendi iradesiyle, ister başkalarının zoruyla yapılmış olsun, bunun ne Birinci ne de Üçüncü Dünya’ya faydası olan gündelik bir tahribatı meşrulaştırdığı muhakkaktı.
Gelgelelim, Reich’ın ayrımı, günümüz dünya ekonomisinde kültürün işgal ettiği önemli konumun bir diğer kaynağına işaret ediyor: bu ekonominin paradigmatik işçisi sembolik-analiste, yani kültürün alımlayıcısı olmakla kalmayıp yaratıcısı da olan ve bu süreçte kendi öznelliğini de yaratan işçiye. Kapitalist modernliğin, yüksek vasıflı olsa bile kitlesel üretimin angaryalarına ve söz sahibi olmadığı idarî kararlara tabi olan proletaryasından farklı olarak, sembolik-analist modeline dayanan yeni işçi, ürün ve üretim süreci üzerinde daha fazla denetimi olan, kapitalizm öncesinin zanaatkârına yakın.* Hatta, üretim süreci üzerindeki denetimiyle birlikte, bu yeni işçinin, proleterden çok, kendi başarımından [performance] kendisi sorumlu olan bir girişimci olduğu söylenebilir. Business Week dergisinin geçtiğimiz günlerde “yeni çalışma dünyası” üzerine hazırladığı özel sayıda şöyle deniyor:
Hareketlilik. Yetkilendirme. Ekip çalışması. Çapraz eğitim. Sanal büro. Uzaktan iletişim. Yeniden yapılanma. Karar mercilerinin azaltılması. Dış kaynak kullanımı. Durumsallık. Son dönemde yaygın olan bu kavramları duymadıysanız, muhakkak öğrenin, zira hayatımızı değiştiriyorlar. Geçtiğimiz on yılda, kitlesel üretimin doğuşundan beri belki de ilk defa, çalışma biçimlerimizin temelden değişip yeniden tanımlanmasına tanık olduk […] Şirket ile işçi arasındaki yeni kaynaşma, paternalizme son verip özgüveni pekiştirir nitelikte. Ömür boyu kayıtsız şartsız çalışan olmaya son![21]
Bu tarihte Çalışma Bakanı olan Robert Reich, Detroit’te düzenlenen İş Konferansı’nda bunu işçilerin işverenlerle kalıcı ilişkiler kurmaktan çok “esnek beceriler” geliştirmeye ağırlık vermesi gereği olarak ifade edecekti; iş güvenliği işverenle “kalıcı ilişkiler” kurmaktan ziyade işçinin “bir sonraki işin üstesinden gelmesini sağlayacak”, “aktarılabilir becerilere” dayanıyordu.[22] Küçük işletmelerin tanıtımı için yayınlanan INC dergisi, girişimci olarak işçi figürünün tasvirinde önemli bir rol oynadı; yönetimi de, işçi üzerindeki denetim olarak değil, girişimin ortağı olarak resmediyordu (“açık defter yönetimi” tabir edilen, idarecilerin çalışanlarla her türlü bilgiyi paylaştıkları sistem). Bu yeni çalışma ve yönetim kavramlaştırması, dergideki editör sunuşlarından birine göre, emek ile sermaye arasındaki “Yüz Yıl Savaşları”na son verecekti.[23]
Hem yeni küreselleşmiş üretim biçimlerinin yarattığı zorunluluklar, hem de rekabet edenlerin sayısının arttığı büyüyen pazarlardaki yoğun rekabet, son yıllarda yönetim uygulamalarında yoğun ve sürekli bir deneyselliğe yol açtı. Söz konusu deneylerin mahiyeti bu yazının sınırlarını aşıyor olsa da, bunların altında yatan kaygılar kısa bir özete elverecek kadar basit. Bir yandan, yeni tip şirket sürekli değişen durumlara etkili ve hızlı biçimde cevap vermek zorunda, bu da değişim önündeki yapısal ve bürokratik engellerin kaldırılması anlamına geliyor, zira “yapı-sızlaştırılmış” (veya Scott Lash’in terimiyle “fark-sızlaştırılmış”) bir kurumun “kaos”la baş etmesi, merkezden hiyerarşik biçimde denetlenen bir kuruma nazaran daha kolay. Öte yandan, böylesi belirsiz şartlar altında şirketin bir birim olarak hareket etme kabiliyeti çok daha büyük önem kazanıyor. Birliği sağlamanın en iyi yolunun bürokratik denetim olduğu yönündeki eski varsayımlara karşılık (ki verimlilik adına bu denetimlerin zaten kaldırılması gerekiyor), yeni yaklaşım, “işçiler”e daha fazla inisiyatif vererek ve şirketin ortağı olduklarını hissettirerek gönüllü işbirliğini tesis etme yönünde. Gelgelelim, böyle bir inisiyatiften nasiplenecek olanlar, ancak esnekliğini ve çeşitli alanlarda vasıflı olduğunu ispatlamış işçiler olacaktır – yani “eğitimli” işçiler, ki “eğitimliliğin” temel göstergesi de kurumsal ihtiyaçlar ve talepler doğrultusunda kendini “yeniden icat etme” kabiliyeti ve istekliliğidir. Bu iki temel kaygı, bizi şöyle bir sonuca götürüyor: En iyi işleyen kurum, yönetimin en üst kademeleri ile çalışanları yakınlaştıran, açık kurumdur.
Potansiyel veya tasarlanmış istikrarsızlaşmanın ve formel kuralların yokluğunun damgasını vurduğu koşullarda, kültür (ve ideoloji) kurumun bir birim olarak işlemesini sağlamada merkezî bir yer kazanmıştır. Kurumun kestirilmez ve çoğunlukla hasmane bir ortamla baş edebilmesi için bir kurum kültürü yaratmak elzemdir. İkincisi, kurum içinde “alt-kültürlerin” ortaya çıkmasını engellemek şarttır, özellikle yönetimin orta kademelerine özgü çıkarlar düşünüldüğünde böyle bir “alt-kültür”ün oluşma ihtimali çok yüksektir. Bu kademelerde “küçülme”ye gidilmediği yerlerde, gruplaşmayı engellemek için personeli başka mevkilere dağıtmak gerekir.[24]
Yönetim ve iş çalışmalarında “kültür” üzerindeki vurgu ve “kültür”e yönelik yaklaşım, geçtiğimiz on beş yıl içinde değişim geçirdi: Ulusaşırılığın bir zorunluluğu olarak yüzleşilmesi gereken bir sorunken, kurumsal başarı (ve ayakta kalma) açısından elzem olan bütünleşmeyi sağlayacak bir anahtara dönüştü. Bu dönüşüm, kapitalizm içerisindeki temel yapısal değişimlerle aynı zamana denk geldi. Bir “kurum kültürü”nün şart olduğu yönündeki yeni inançta olduğu gibi, bir kültür ideolojisinin bu yapısal dönüşümlerde bizzat belirleyici olup olmadığını tespit etmek daha zor, ama böyle bir ihtimal hiç de uzak değil; özellikle de yeni “kurumsal kültür”ün, söz konusu çalışmalarda adıyla sanıyla anılmasa da gizlenemeyen denetleme amaçlarına hizmet ettiği düşünülürse. Bu konuyu ilerde açacağız. Şimdi, bu dönüşümler sırasında ortaya çıkan ve örgüt analizlerini yeni kavramlaştırmalarla baştan şekillendirme derdinde olan yeni postmodernist örgüt analizlerini ele almak istiyorum.
Kapitalizmdeki yeni gelişmelerin, tam anlamıyla postmodernliğin dinamosu işlevi gördüğü öne sürülebilir: Bu gelişmeler, kapitalist modernlikle ilişkilendirilen eski kurumsal biçimleri reddedip, modernliğin “kesinlikleri”ne karşı postmodern hayata damgasını vuran istikrarsızlaşmadan hem beslenen hem de onu besleyen kurumsal deneysellik ve yapısızlaşmaya sebep olmuştur.* Söz konusu gelişmelerin, aynı zamanda bir tavır ve epistemoloji olarak postmodernizmi de üretip üretmediği konusu daha tartışmalıdır. Yukardaki değerlendirmelerimizin açıkça ortaya koyduğu bir nokta var: Postmodernizmle (ve onun ürünü olan postkolonyalizmle) özdeşleştirilen entelektüel yönelimlerin birçoğu, en azından terimler düzeyinde, yönetim ile çalışma literatüründe ortaya çıkan yönelimlerle uyum içinde – yerel rasyonaliteler lehine evrensel rasyonalitenin reddi, araçsal akla karşı kültür vurgusu, çokkültürlülük adına Avrupamerkezciliğin reddi, erekselliğe karşı olumsallık, kararsızlık ve istikrarsızlık arayışı, esnekliğin ve işin (dolayısıyla hem yöneticinin hem de işçinin öznelliğinin) sürekli yeniden icat edilmesinin teşvik edilmesiyle özlerin ve öznelliklerin reddedilmesi, yönetimin şirket ile işçi arasındaki bir müzakere olduğunun vurgulanması, ve elbette gerek kurumun gerek öznelliğin şekillendirilmesinde kültüre atfedilen özerk rol. Fikirler ve terimler biraraya geldiğinde, bu değerlendirmelerin tümünün postmodern bir tını kazandığı ortada. Postmodernizmin ortaya çıkışı ile örgüt kuramı ve pratiğindeki gelişmeler arasındaki ilişki konusunda Kenneth Gergen şöyle bir gözlemde bulunuyor: “örgüt kuramının, entelektüel dünyada yaşanan çeşitli gelişmelerden muaf olduğu söylenemez. Hatta, örgüt kuramcıları çevresi, bu meselelerin birçoğuna etkin biçimde, önemli katkılarda bulunmuşlardır.” Gergen, “örgüt kuramcıları çevresi” derken ne kastettiğini açıklamıyor, ama 1980’lerin başına uzanan, “postmodern doğrultuda ilerleyen” veya “postmodern bir bakış açısı” benimseyen bazı örgüt kuramı çalışmalarını zikrediyor.[25]
Fakat örgüt çalışmalarında postmodernizm tüm yönleriyle ortaya çıktığında, bu çalışmalarda kültürel çalışmalar alanındaki postmodernizmin katkısı açıkça teslim ediliyordu. Robert Cooper ve Gibson Burrell’in (sonraları çok atıfta bulunulan) dönüm noktası niteliğindeki makaleleri 1988 yılında yayınlandığında, “beşeri bilimlerde iki karşıt tavrı temsil eden ‘modernizm’ ve ‘postmodernizm’ kavramları arasında devam eden tartışma […] ve bunun örgüt analizleri açısından içerimleri” örgüt çalışmalarına dahil edildi.[26] Makalede postmodernizmdeki temel düşünceler özetleniyor, Deleuze ve Guattari, Derrida, Foucault, Lyotard vs. gibi düşünürlerin eserlerine gönderme yapılarak Nietzsche’nin bu fikirlerdeki payı vurgulanıyordu. Başka yazarlarca daha sonra yapılan postmodernizm değerlendirmelerinde bu listeye Bahtin ve Baudrillard’ın yanı sıra Geerz ve Clifford gibi antropologlar da dahil edildi (eserlerinin çığır açan kuramsal niteliği göz önüne alındığında Fredric Jameson’ın listelerde bulunmaması ilginçtir).[27]
Cooper ve Burrell, örgüt kuramındaki mevcut seçenekleri modernist/postmodernist ayrımı üzerinden sınıflandırdılar:
(1) Göndergeli, eğitici ve insan aklının dışavurumu olduğu düşünülen bir “denetim” modeli; (2) öz-göndergeli, sürece dayalı (yani, sabit yeri olmayan) ve otomatik, yani dışsal (insan kaynaklı) denetimden bağımsız hareket eden bir “özerklik” modeli. “Denetim” modeli, özellikle “üst-örgütlenme” yetisine sahip nihai bir rasyonel özne fikrini paylaşması bakımından modernist dünya görüşüne yakındır. Buna mukabil “özerklik” modeli, özellikle her şeyi bilen, rasyonel özneyi reddetmesiyle postmodernizmin argümanlarına yaklaşır.[28]
Örgüt kuramlarıyla ilgilenen postmodernistler, Weber’in modernizmin kurumlara bakışını derinden etkilemiş olan, bürokratik rasyonaliteyle ilgili varsayımlarına karşı çıkarlar.[29] Onlara göre postmodernizm, modernist kurum görüşlerinin köklü bir eleştiriye tabi tutulmasını sağlamaktadır. Odağa “üretimin örgütlenmesi” yerine “örgütün üretilmesi”ni alan postmodernizm, örgütün kendisinin, doğal bir rasyonaliteyi dışavurmak şöyle dursun, isimsiz ve dillendirilmemiş arzuların –ki buna iktidar arzusu da dahil– yarattığı “öz-göndergeli” bir ürün olduğunu gözler önüne serer: “örgütlü rasyonalite, kusursuzluk modellerinden ve tam verimlilik mantığından türemek şöyle dursun, hileler, şiddetli çekişmeler ve pudenda origo (şaibeli kökenler) üzerine kuruludur. Örgüt analizlerinin postmodernizmden çıkaracağı düzeltici ders budur.”[30] Ayrıca postmodernizm, rasyonel öznenin veya tek bir evrensel aklın olanağını reddederek rasyonellik iddialarını boşa çıkarır; bunun yerine, kurumsal kararların altındaki olumsallığı ve yerel niteliği ifşa eder. Bu durumda kurum, rasyonelliğin yapısal bir tecessümünden ziyade, çok sayıda yerel karar ve çatışmadan oluşan bir süreç olarak görünür. Kurumdaki, yönetici ve işçi gibi “işlevsel” kategoriler de, pozitif bir içeriğe göndermede bulunmaktan ziyade, çözülerek bu süreçlerin birer ürününe dönüşür. Aynı süreçler, daha üstün bir rasyonalite gerekçesiyle kurum içi iktidarı meşrulaştıran iddiaların da altını oyar. Son olarak, postmodernist bakış açısında modernist örgüt anlayışı, kendi dışındaki bir gerçekliği temsil etmektense bir iktidar söylemi olarak görülür; hatta tüm örgütlenme biçimleri, pozitif birer gerçeklikten ziyade, olsa olsa söylemleri veya “metafor”ları temsil eder. Gergen’in ifadeleriyle:
örgüt kuramlarımız, her şeyden önce, birer dil biçimidir. Mevcut gramer kurallarını temel alırlar ve dilsel bağlamın içerisinde bulunan isimlerden, fiillerden, metaforlardan, anlatı örgülerinden vs. oluşan havuzlardan inşa edilirler.[31]
Bütün postmodernist örgüt kuramcılarının, postmodern bir örgüt anlayışı konusunda aynı görüşe sahip olduğunu öne sürmüyoruz ama, aşağıdaki ifadeler örgütün bir “metin” olarak temsil edildiği postmodernist görüşün göstergesi:
O halde, birer metin olarak örgütler, üretimlerine katılanların öznelliğini kısmen kurarlar. Benzer şekilde, üslupları, stratejileri ve bağlamlarıyla onları “çağırarak”, belirli bir tarzda katılıma davet ederek, bu okurların öznelliğini kurmayı amaçlarlar. Ancak, okurlar herhangi bir metni okurken başka metinlere, başka kültürel formlara, başka çağrışımlara ve anlam patlamalarına dair farkındalıklarını da bu işe katar ve metnin içine girer, onu tüketirken aynı zamanda doğasını değiştirir ve yeniden üretirler. Différance kavramının gösterdiği gibi, tüketim üretimin ayrılmaz bir parçasıdır; tamamlayıcılık fikrinin doğruladığı gibi, yazar, okur tarafından merkezden çıkarılır. Okurlar ve yazarlar, yaratıcılar ve tüketiciler, anlamın zuhur ediş sürecine kopmaz biçimde bağlıdırlar ve bu süreçle kurulurlar. Kurumlar söz konusu olduğunda da durum böyledir: İster yönetici, profesyonel, üst veya ast olsunlar, ister başka bir sınıflandırmaya tabi olsunlar, kurumların mensupları da kendi bilincinde olmayan bu müzakereye ve kendi kimliklerinin kurumun içerisinde ve dışında belirişi sürecine derinden bağlıdırlar.[32]
Postmodernizmin pratik için ne kadar önemli olduğunu vurgulayan Kenneth Gergen (“kuram ile pratik birbirinden ayrılamaz”), kurumun, hem mensuplarının söylemler-arası faaliyetleri yoluyla, hem de kurum ile çevresi arasındaki “söylemler-arasılık” yoluyla üretildiğinin altını bilhassa çizer. Gergen, temsilin kendisini “komünal bir yapıntı” olarak tarif eder ve şöyle der: “Ben ilişkilerde kendimi dil aracılığıyla ifade etmem; ilişkiler benim aracılığımla kendilerini ifade eder.”[33] Bu fikri yönetime uyguladığında şöyle bir sonuca varır Gergen:
Yöneticiler zaman içinde kendi sözlerine farklı bir açıdan bakabilir, meslektaşları bu sözleri yeniden yorumlayabilirler. Rasyonaliteler hiçbir zaman taşa yazılmaz. Dahası, belirli bir söz farklı toplumsal ortamlara yayılarak çoğaldığından, anlamları da daha ileri değişimden geçebilir. Kökensel anlamın kodunu çözme yönündeki her çaba birer kodlamadır. Ve bu kodlamalar, dinleyenler tarafından sınırlandırılıncaya kadar açık uçlu, karar verilemez kalacaklardır. O halde, bir yöneticinin sözleri, yazarsız metinler gibidir; kelimeler bir kez harekete geçti mi, anlamları yöneticinin kontrolünden çıkar. Artık topluluğun mülküdürler.[34]
Gergen’in örgüt konusundaki görüşlerinin altında “iktidara” karşı güvensizlik yatmaktadır, ona göre iktidar örgütü içerden güç alanlarına bölerek işleyişini sekteye uğratır, dışardan da örgüt ile çevresi arasına bariyerler dikerek dış gerçeklikleri kavrama ve onlara etkili cevap verme kabiliyetini zayıflatır. Gergen’e göre, etkin bir örgüt dinamiğinin anahtarı Mihail Bahtin’in “farklı-dillilik” [heteroglossia] kavramıdır:
Bahtin’in farklı-dillilik kavramını bir boyut olarak yeniden tesis edelim. Bu demektir ki, örgütlerin (veya alt birimlerinin), çevrelerindeki kültürlerin (veya başka örgütsel birimlerin) söylemsel biçimlerini bünyelerine katma dereceleri bakımından değişiklik gösterdiğini düşünebiliriz. İktidarın tesisinin nihayetinde öz-yıkıcı olduğu savından hareket edersek, buradan çıkan sonuç, kendi içlerinde farklı-dilliliği artırmaya yönelen örgütlerin, bir noktaya kadar, postmodern toplumda ayakta kalma kabiliyeti en yüksek örgütler olduğudur. Yani, şu hususlar güçlü biçimde vurgulanmalıdır: 1) bir şirket içerisinde örgütsel gerçeklikleri alt birimler arasında paylaştırmak; 2) örgütsel gerçeklikleri dışardaki kültüre aktarmak; 3) dışsal gerçekliklerin örgüt hayatına serbestçe girmesini sağlamak.[35]
Bu çalışmalardan uzunca alıntılar yapmamın sebebi, postmodern kavramların ve terimlerin örgüt çalışmalarında nasıl belirdiği konusunda fikir vermek istemem. Benim görebildiğim kadarıyla bu çalışmalarda yukarda ele aldığımız yeni yönetim uygulamalarından bahsedilmese de, bu çalışmaların örgüt sorunlarıyla ilgili postmodernist yaklaşımları, terimlerdeki farklılığa rağmen, son dönemdeki yönetim çalışmalarındaki temel temaları hatırlatıyor. Örgütlerin kendi içindeki (yöneticiler arasındaki, ve yöneticiler ile işçiler arasındaki) iktidar ilişkileri söz konusu olduğunda bu durum özellikle geçerli; fakat örgütün dış dünyayla ilişkisi konusunda da geçerli olduğunu görüyoruz. Burada bilhassa dikkat çekilmesi gereken husus, her iki literatürde de biçimsel kuralların ve genel itibariyle formalitelerin, örgütün etkili biçimde işleyişi önünde engel teşkil ettikleri gerekçesiyle eleştirilmesi. Örgüte istikrarlı bir yapı olarak bakan eski görüşlere karşılık, yeni anlayış, örgütü sürekli bir deney ve müzakere sürecinin ürünü olarak tarif ediyor.
Fakat şaşırtıcı olan, bu postmodernist örgüt çalışmalarının daha önceki (“modernist”) örgüt biçimlerine dair eleştirilerinde gayet açıkken, günümüz örgütlerinin gerçeklikleri hakkında söyleyecek fazla söz bulamamaları. Örneğin Gergen; Lash ve Urry’nin, Piore ve Sabel’in eserlerine (yukarı bkz.) atıfta bulunuyor; ama “çağdaş toplumda yeni ortaya çıkan heterojenliğe, örgütsüzleşmeye ve enformasyon bağımlılığına dair kuramların hepsi, örgüt kuramı ve uygulamalarındaki postmodern yönelimin örgütün bekası açısından elzem olduğuna işaret ediyor,” diye gözlemde bulunmakla yetiniyor, postmodern örgüt kuramları ile postmodernliğin maddi koşulları arasındaki ilişkiyi irdeleme gereği duymuyor. Bütün bu metinlerde ilginç olan bir diğer nokta da, salt örgütlerden değil, açıkça kapitalist örgütlerden bahsettikleri zaman bile çağdaş kapitalizm hakkında sessiz kalmaları.[36] Bu sessizliğin neye delalet olabileceğini anlamanın en iyi yolu, bunları yukarda bahsettiğim, çağdaş yönetimde kültür ve denetim meseleleriyle birlikte okumak.
Postmodernizm: Kapitalizmle ve Kapitalizmsiz
Jeff Hearn ve Wendy Parkin, örgüt kuramında postmodernizmi eleştirel bakışla ele aldıkları bir metinlerinde, baskının eşlik ettiği postmodernizm ile baskının eşlik etmediği postmodernizm arasında ayrım yaparlar. Onlara göre, baskının eşlik ettiği postmodernizm, örgüt kuramına yeni eleştirel bakış açıları kazandırılmasında önemli rol oynamıştır, çünkü sadece sınıfsal baskıyı vurgulayan eski yaklaşımlara karşılık, baskının karmaşıklığını gözler önüne sermiştir. Postmodernizmin en önemli katkısı, örgütlerde toplumsal cinsiyet ve etnisiteye dayalı baskıları ortaya çıkarması olmuştur. Öte yandan, baskının eşlik etmediği postmodernizm, postmodernliği göklere çıkarmakla son bulmuş, günümüz toplumunda devam eden eşitsizlik ve baskı sorunlarının üzerini örtmüştür.[37]
Ben de, Hearn ve Parkin’in baskı üzerinden kurdukları ayrımı biraz daha ileri götürüp, kapitalizmin eşlik ettiği ve etmediği postmodernizmi ayırmak istiyorum. Postmodernistlerin kapitalizmin konuyla ilgisini açıktan reddettikleri iddiasında değilim; gerçi zaman zaman, ender de olsa, “kapitalizm sonrası” toplum gibi ifadeler de çalınabiliyor kulağınıza. Sorun daha ziyade, postmodernizmin, kapitalizm içerisindeki bağlamı hakkındaki sessizliği. Postmodernistler kapitalizmin yol açtığı sorunları açıktan reddetmiyor olabilirler, ama “üst-anlatı”ları, bütünsellikleri, yapıları reddetmeleri, şekillenmesinde belki de kapitalizmin büyük payı olan bir yapısal bağlamın analizde hesaba katılması gereğini baştan bertaraf ediyor; zira küresel yapılanmalardan türeyen kuvvetlerle belirlenme iddiasının kendisi, postmodernizmin yerel ve olumsal olan üzerindeki vurgusuna aykırı. Dolayısıyla, postmodern örgüt kuramları “örgütsüz kapitalizm” gibi fikirleri beslerken, “örgütsüz kapitalizm”in ne anlamda örgütsüz olduğu ve bu örgütsüzlüğün bir amaçsızlığı ima edip etmediği noktasında fazla kafa yormaz. Ayrıca, kendisini doğuran veya inandırıcı kılan koşullar üzerinde de fazlaca düşünmez: Şayet postmodernizme doğru ilk yönelimler 1980’lerden itibaren kendini gösterdiyse, postmodern örgüt kuramının kendisinin “örgütsüz kapitalizm”in yarattığı koşullara bir cevap olma ve inandırıcılığını da bu koşullarla uyum içinde olmasından devşiriyor olma ihtimali var mı? Geçerlilikle ilgili hükme varırken evrensel bir rasyonaliteye başvurulmasını da, dilsel temsilden bağımsız bir ampirik gerçekliğe atıfta bulunma imkânını da tanımayan kuram tarzı için bu sorunun bilhassa geçerli olduğu muhakkak. Fakat, postmodern örgüt kuramcıları sadece “modernist” örgüt anlayışlarını bir kalemde reddetmekle kalmıyor, “postmodernist” kuramları da öyle betimliyorlar ki, sanki sadece bugün için değil, geçmiş ve gelecek için de geçerli oldukları sonucu çıkıyor; dolayısıyla postmodern kuramın kendisi örgütlerle ilgili bir tür “üst-anlatı” haline geliyor.* Bu şartlar altında, modernist veya postmodernist örgüt kavramlarının değerlendirilmesinde hem tarih hem de tarihsel bağlam tamamen anlamsız görünüyor.
Tarihsellikle ve tarihte farklı dönemlerin belirlenebilmesine imkân veren yapılarla ilgilenmeyi reddetmek, postmodernist analizlerde son derece derin bir muğlaklığı ortaya çıkarıyor. Postmodernist örgüt kuramları kapitalist modernlikle ilişkileri bakımından vahim bir belirsizlik içeriyor: Bu kuramların karşı çıktığı, acaba başlı başına kapitalist modernlik mi, yoksa kapitalist modernliğin hedeflerinin gerçekleştirilmesi önünde engel teşkil etmiş bir evrensel akıl ideolojisinin meşrulaştırdığı modernist kurumsal yapılar mı? Elbette bu, bizzat postmodernizmin konumunda muğlaklık yaratıyor; kapitalist modernlikten kopmak ve onu aşmak mı istiyor, yoksa onun vaatlerini gerçekleştirmek mi? Burada mesele, postmodernizmin, kapitalizmin tarihsel yapılarına değinmeksizin çözülmeyi bırakın kavranması bile mümkün olmayan günümüz kapitalizmiyle suç ortaklığı.
Postmodern kuram tarzının kendi ortaya çıkış ve inandırıcılık kazanma koşulları hakkındaki sessizliği, ideolojik mahiyettedir. Örgütsel postmodernlik, kapitalist modernliğe yönelik bütün eleştirilerine rağmen, aslında kapitalist modernliğin olumsuzlanmasından çok, modernliğin sorunları karşısında “modernist” formları benimsemiş ama artık koşullar değiştiği ve modernliğin sorunları ortadan kalktığı için kendini bu formların cenderesinden “kurtarabilecek” bir sermayenin teleolojisini gerçekleştirmenin koşuludur. Sermayenin kendini gerçekleştirmesinde hiçbir sorun kalmadığını öne sürüyor değilim, söylediğim sadece şu: Geçmişin sorunları artık bugünün sorunları değil, özellikle de sosyalist alternatiflerin görünürde yok olduğu ve muhalif emek pratiklerinin gerilediği göz önüne alınırsa. Sermaye yolunda ilerledikçe kendi sorunlarını kendi yaratır, ancak günümüzün yönetim deneyleri, dışardaki bir zorluğa cevap verme gereğinden kaynaklanmıyor (zira artık dışarısı diye bir şey kalmadı), kapitalizmin kendi iç dinamiklerinden kaynaklanıyor.
Postmodern örgüt kuramları, sermayenin pratikteki gerçek işlemleriyle uyumlu olduğu ölçüde inandırıcı. Yukarda yer verdiğimiz örnekler, betimleyici olmak gibi bir iddia taşımamalarına, ve iddialarında gayet soyut olmalarına rağmen, son on yıldır büsbütün açıklık kazanan yönetim deneyleriyle son derece tutarlı bir tablo çiziyorlar: güdümlü ekonominin yerini, örgütün gerek iç ilişkilerinde gerek çevresiyle (müşteriler, tüketiciler, işgücü kaynağı veya hem doğal hem toplumsal anlamda ekoloji) ilişkisinde amaçlarına ulaşmak için hiyerarşik ayrıcalıklardan ziyade müzakere yoluna başvuran bir ekonomi aldı. Yönetim çalışmaları bu ilişki kümelerinin her ikisine de daha fazla dikkat gösteriyor. Yönetimin “yazılmışlık/yetke konumu” [authorial status], gerçekten de çalışanların karar alma süreçlerine katılımıyla dönüşüme uğradı. Tüketici hizmetleri, hem cevap verme hızını artırmaya, hem de hizmet tarzını değiştirmeye zorlandı. Yönetim çalışmaları, iç ilişkiler kadar dış ilişkilerin yönetilmesinin de önemi üzerinde duruyor. Keza “açık defter” yönetimi tabiri, yönetim uygulamaları için metinsel bir metafor kullanmak suretiyle postmodernist analizleri doğruluyor. Örgütün içinde ve dışında kültürel hassasiyet, idari davranışın bir unsuru olarak soyut akla başvurmanın yerini aldı. Eskiden hem çalışanlara hem de tüketicilere karşı takınılan tekelci kibir, Fordist bir tekelci kapitalizmi kuşkusuz örgütsüzleştirmiş olan rekabetin ağırlık kazanmasıyla terbiye edildi. Peki bu dönüşüm, sürece katılan güçlerin mahiyetini değiştirdi mi? Yoksa terazinin kefesinde, gerçeklik iddiası yerine gerçekliğin temsilleriyle oynamanın, gerçeklik yerine yanılsamanın* ve cebir yerine kültür mühendisliğinin ağır basmasına mı yol açtı? O zaman, küreselliğin güçleri tarafından “örgütsüzleştirilen” bir kapitalizm, amaçsız bir kapitalizm midir? Ve “örgütsüzlük”, iktidar eşitsizliklerine derinden işlemiş ve eşitsizlikleri düzeltmek yerine pekiştirmeye yarayan yapılandırıcı güçlerin yokluğuna mı işaret ediyor? İşte postmodernist kuramlarda eksik olan, ama yönetim çalışmalarında rahatlıkla görülen sorular, bu son sorulardır.
Örneğin Gergen’in yukarda yer verdiğimiz alıntıda bahsettiği “çokdilli” bir dilsel cemaat olarak örgüt kavramında, böyle bir cemaatin hayata geçirilmesini sağlayacak iktidar koşullarına değinilmez. Gergen, “farklı-dillilik” hakkındaki savlarına, bunun “pratik” sonuçlarını anahatlarıyla ortaya koyarak devam eder:
Çeşitli örgütsel alt birimlerin üyelerinin şirket içindeki bir mevkiden diğerine geçebilme, ve farklı bakış açılarını, değerleri ve eylem tarzlarını içselleştirebilme yollarına dikkat çekmek gerek. Böyle bir yer değiştirme, herhangi bir birim içerisinde konsensüsün oluşmasını sürekli engelleyecek şekilde gerçekleştirilmeli. Sağlam ve rasyonel bir liderlik geliştirme ve yerleştirme üzerindeki vurgu kalkıyor. […] Merkezîliğin yerini, sürekli yer değiştiren bir anlam ve eylem denizindeki heterojenlik ve ad hoc’culuk alıyor. Rasyonalite duruma göre konumlanır hale geliyor […] örgüt kapılarını yabancı gerçekliklere açacak araçlar aranmalı. Örneğin, örgüt içindeki azınlık seslerinin, uyuşmazlık seslerinin yüksek sesle konuşmaya çağrılması gerek; ve onların mesajları, her ne kadar örgütün pürüzsüzce işlemesini engellese de, anlaşılır kılınmalı, özümsenmeli ve entegre edilmeli. Örgüt mensupları alternatif yollar aramaya da teşvik edilmeli – farklı çalışma alanlarından, politikadan, spordan, sanatlardan, yabancı kültürlerden, özel kulüplerden vs. devşirdikleri alternatif argolara hâkim olmaya özendirilmeliler. […] Konsensüs yönündeki doğal eğilimleri baltalayan bu süreç, mevcut bakış açısından, şirket içindeki (üst kademe yönetim de dahil) çeşitli alt birimlerde ortaya çıkabilecek hegemonik eğilimlerin önünü kesecek ve örgütün çevresiyle daha iyi bütünleşmesini sağlayacaktır. […] İçerisi ile dışarısı arasında kurulan yanıltıcı ayrım kayboluyor, […] örgütler karşılıklı güçlendirme amacı doğrultusunda çevrelerindeki kültürlerle kaynaşıyor ve karşılıklı bağımlılık çemberi durmadan genişliyor, dünyanın bütünsel bir sistem olduğunun farkına varıyoruz.[38]
Bu ütopik örgüt kavramı ile, örgüt kültürünün yönetim çalışmalarında ve uygulamalarında ele alınma biçimi arasındaki fark, içerikten ziyade sunumla ilgili. Örgüt sürekli örgütsüzleşme ve yeniden örgütlenme sürecine tabi, ama bu etkinliğin görünürde herhangi bir amacı veya meselesi yok gibi. Her kapitalist şirketin amacının kârı azamiye çıkarmak olduğu kabul edilir, halbuki burada amaç sanki küresel bir farkındalık yaratmakmış gibi sunuluyor. Fail yokluğu özellikle anlamlı, çünkü Gergen, iyi bir postmoderniste yakışacak şekilde, yerleşik kurallardan ve düzenlemelerden uzak duruyor ve “doğal” eğilimleri istikrarlılığa havale ediyor. Gergen’in ifadelerini, kültürlerin idaresini konu alan bir ders kitabındaki şu sözlerle karşılaştıralım:
Yöneticilerin, kendi örgütlerindeki kültürleri etkin biçimde idare etmeleri için, öncelikle kültürel farkındalığa ulaşmaları gerek; örgütlerinin kültürlerini öğrenmeleri ve anlamaları gerek. Ayrıca, kültürlerini etkilemekte ve etik ikilemleri çözmekte yararlanabilecekleri çeşitli manivelaları da tanımalı ve kullanmalılar. Bütün bu çabalarda, bir dereceye kadar muğlaklığın, karmaşanın ve çelişkinin kaçınılmaz olduğunu anlamalı ve bu durumu kabullenmeyi öğrenmeleri gerek. Son olarak, bir kültürü korumaya mı, değiştirmeye mi, yoksa yaratmaya mı çalışmaları gerektiğine karar vermeleri lazım. Büyük örgütlerin çoğunun çokkültürlü olduğu göz önüne alınırsa, bunların yöneticilerinin her üçünü de yapmak istemeleri söz konusu olabilir.[39]
Bu düşüncelerin pratikte nasıl kendini gösterdiğinin örneği, Gideon Kunda’nın bir “ileri teknoloji” şirketinin etnografisiyle ilgili yürüttüğü çalışmada görülebilir. Bu şirketin “işçileri” yüksek düzeyde eğitimli mühendislerdir, yani “sembolik-analist”ler. Bu başarılı şirket, faaliyetlerinde, yukarda yer verdiğimiz alıntıda bahsedilen her şeyi içselleştirmiştir, çalışanlarını farklı “argolar” öğrenmeye teşvik etme kısmı da dahil. Kunda’nın bu uygulamaların nasıl kendini gösterdiğine dair betimlemeleri, iş gününün başlangıcını tasvir eden şu satırlarla örneklenebilir:
Tom O’Brien bir süredir bu şirkette çalışıyor; diğerleri gibi onun da “teknoloji kültürü” konusunda ve mühendislikte işlerin nasıl yürüdüğü hakkında belli fikirleri var. Fakat kendisine sürekli hatırlatıldığı gibi, şirketin de bu konularda belli fikirleri var. Tom O’Brien her sabah işe geldiğinde, attığı her adımda şirketin bakış açısıyla karşı karşıya kalıyor. Önce, Lyndsville otoparkında hemen her arabayı süsleyen, hepsi de birbirinin aynı sözcüklerle “Teknolojiye bayılıyorum” diye bağıran çıkartmaları görüyor; şirket logosunun tasarımıyla iç içe geçmiş, her yerde hazır ve nazır küçük kırmızı kalp işaretleri bu sözcükleri vurguluyor. “Bu meret her yerde,” diyor Tom O’Brien, “ben de kendi arabama yapıştırdım”. […] Binanın içinde, güvenlik bankosunun hemen ilerisinde, büyük bir televizyon ekranı [şirketin genel müdürü] Sam Miller’ın son konuşmalarından birine ait video kaydını gösteriyor. Tom ilerledikçe, aynı sesin “amaçlarımız, değerlerimiz, burada işleri yürütme şeklimiz” diye anlattığını işitiyor. “Yine ‘Hepimiz Biriz’ konuşması,” diyor yanından geçerken, “yeni bir şey değil.” Tom konuşmayı şirketin bültenlerinden birinde okumuş, her yere de konuşmadan kısa alıntılar iliştirilmiş. Bir köşeden dönerken Tom büyük bir ilan panosunun önünde duruyor. […] Bir kenarında, “şirket felsefesi”ne dair malum sloganın da yer aldığı ilan var, o hiç kaldırılmıyor panodan. (“Teknisyenin Kutsal Kitabı, On Emir’i şudur: paranı kazan ve doğru kazan.”) Biraz ilerde, personel bürosunun önündeki bir masada broşür yığınları istiflenmiş. Tom bir tanesini alıyor, “Stres belirtileri gösteriyorsanız, bizi arayın” yazanı… İçinde ilim irfan dolu sözler var: “Herkes bir noktada stres yaşayabilir […] Stres muhakkak kötü bir şey olmayabilir.” […] Kültürel yorum, Tom’u, nispeten gözlerden uzak kendi alanında yakalıyor. Technet e-posta kutusunu dolduran yığınla mesaj arasında iş çıkışı etkinliklerine dair bir duyuru görüyor; “Başkalarının Gözünden Değerlerimiz” başlıklı bir notta son dönemde çok satan işletme kitaplarından teknoloji kültürü üzerine pasajlar değerlendirilmiş […] Posta kutusuna (“yazılı kopyalar”) Techknowledge bırakılmış, şirketin yığınla bülteninden biri. Kapakta Sam Miller’ın dev harflerle yazılmış “Hepimiz Biriz” sloganı önünde çekilmiş büyük boy fotoğrafı var. […] Tom’un kitaplığında çoğunlukla teknik konularla ilgili kitaplar yer alıyor, ama In Search of Excellence da rafta, profesyonel ve idari birimlerde çalışan herkese dağıtılıyor bu kitap.[40]
Farklı-dillilik de bir yere kadar elbet! Kunda’nın tasvirinin önyargılı bir gözlemciye ait olduğundan şüphe edeceklere, Peters ve Waterman’in daha 1982 yılında, kaotik bir örgütlenmeye sahip olup iyi idare edilen şirketlerden biri (Minnesota Mining and Manfacturing – 3M) üzerine yaptıkları çalışmalarında, şirketin çalışanları hakkında yazdıkları şu satırları hatırlatalım: “aşırılıkçı bir politik hizbin üyeleri, artık temel inançlarında konformist olamazlar.”[41]
Kitabın sonuç bölümünde yazarlar, inceledikleri şirketler hakkında şöyle bir gözlemde de bulunuyorlardı:
Kulübü andıran, kampüs benzeri ortamlar, esnek örgütsel yapılar (yeni birimlerin işe alınması, alışkanlıkları kıracak geçici tedbirler, düzenli yeniden örgütlenmeler), gönüllüler, azimle başarıyı yakalayanlar, asgari düzeyde bireysel özerklik, takımlar ve birimler, düzenli ve kapsamlı deneysellik, olumlu mesajlara odaklanan geribildirimler ve güçlü sosyal ağlar… Bunların hepsi olumlu özellikler, düzensiz (gevşek) bir tarzda yeni şeyler denemenin heyecanı.
Fakat üstün şirketleri tanımlayan, son derece sıkı –kültürel olarak yönetilen/denetlenen– bazı özellikler de var. Çoğunda taviz verilmeksizin paylaşılan değerler mevcut. Deneysellik de dahil faaliyetin odağı, hat safhada düzenli iletişimi ve çok hızlı geribildirimi vurguluyor; çizgi dışına çıkabilen pek bir şey yok.[42]
“Tech” örneğinin gösterdiği gibi, bu uygulamalar son on yılda yönetimde içselleştirildi. Bu alanla ilgili çalışmalarda da, yönetim pratiğinde de yeni “devrimci” zihniyetin örneklerine bol bol rastlanıyor. Müşterileri arasında IBM ve McDonalds’ın bulunduğu, Teksas merkezli yönetim danışmanlığı şirketi Prichett Associates’in ve daha başka pek çok şirketin teşvik ettiği yeni bir yönetim başlığı var: “Değişim katalizörü”. Prichett Associates’in broşürlerinde, bir şirketin iyi işlemesinin anahtarı olarak örgütsüzlük ve stres yaratan yönetim uygulamaları ve çalışanların buna ayak uydurabilme becerileri gösteriliyor; ayrıca, bütün “devrimciler” başarılarında eğitimin ne kadar önemli payı olduğunu anladıklarından, üniversitelerin ele geçirilmesi tavsiye ediliyor.[43]
Bu yönetim “devrimi”, ABD’de servetin ve iktidarın yeniden dağıtıldığı muazzam süreçle örtüştü; sadece geçtiğimiz sene şirket kârları yüzde 40 gibi “el yakan” (Business Week dergisinin tanımı) bir artış gösterirken, işçi ücretleri sadece yüzde 2,7 oranında arttı ki bu, New York Times’a göre tarihteki en düşük artış oranı.[44] Servetin ABD nüfusunun en üst yüzde yirmilik, özellikle de yüzde birlik diliminin elinde toplanmasından “yönetsel devrim” sorumlu olabilir de olmayabilir de; bu süreçte siyasi etkenler dahil başka etkenlerin de rolü var. Ama Business Week’te son dönemde yayınlanan bir rapora göre, başarılı Amerikan şirketleri “yönetimin Mekkeleri” olarak Japon şirketlerinin yerini almış durumda.[45] Yeni yönetim uygulamaları, “stres”i işle bağlantılı en yaygın hastalıklardan biri haline getirdi.[46] Kunda, HighTech şirketindeki çalışanların öznelliklerini iki gruba ayırmış: “ironik benlikler” ve “minimal benlikler”. İkinci gruba, şirket kültürü açısından önemli görülmeyen hizmet işçilerinin, geçici çalışanların vs. öznellikleri; ilkine ise, şirket kültürü için elzem kabul edilen “sembolik-analistler”in öznellikleri giriyor. Şirketin sürekli kültürel propagandasına maruz kalan “sembolik-analistler”, stresle baş edebilmek için kendilerini şirketten ruhen uzaklaştırmaya çalışıyor, stres altında yaşarken kendilerini ironik bir mesafeyle ifade ediyorlar.[47] Tabii yeni yönetim uygulamalarının, işçiyi şirkete bağlayarak, işgücünün öznelliklerini zayıflatarak ve işçiler arasında dayanışma koşullarını ortadan kaldırarak “emek ile sermaye arasındaki Yüz Yıl Savaşları”na son vermeyi vaat ettiğini eklemeye gerek yok – bu da yöneticiler ile işçiler arasında teşvik edilen daha yakın ilişkilerin diğer yüzünü oluşturuyor.
Bu değişimlerin eski örgüt pratiklerinden daha üstün pratikler yaratıp yaratmadığı tartışılır; önemli olan bunların “küreselleşmenin yeni musibetlerine, küçülmeye ve teknolojik değişim”e verilen tepkileri temsil etmesi.[48] Öte yandan, bu değişimlerin yarattığı etkiler, küresel ekonomi içerisindeki konuma ve bu ekonominin örgütlenmesini –daha doğrusu örgütsüzleşmesini– sağlayan şirketlere bağlı olarak farklı şekilde hissediliyor. Küresel ekonomi içindeki konumlar da kapitalizmin amaçları ve yapıları doğrultusunda belirlenmeye devam ediyor: “kâr-zarar” (HighTech şirket felsefesinin sloganında dendiği gibi “paranı kazan ve doğru kazan”). Kapitalist modernliğin amaç veya varsayımlarında herhangi bir dönüşüm yaşandığı söylenemez; bu amaçlara götürecek araçlar, sadece tüketimde değil üretimde de değişen koşullara cevaben değişmiş olabilir, o ayrı.
Bu örgütsel değişimlerin mümkün kıldığı, servetin nüfusun çoğunluğunun elinden alınıp sermaye sahiplerine ve yöneticilerine aktarıldığı muazzam süreç çok önemli, yine de, yeni örgüt uygulamalarının en kayda değer yanı bu olmayabilir. Bu uygulamalar aynı zamanda sermaye ile emek arasındaki ilişkiyi sermayenin ezeli emelleriyle tutarlı bir doğrultuda dönüştürmekte. Çünkü yeni uygulamalar, bütün o “kendi kendine yeterlilik” lakırdılarına, veya işe karşı yeni zanaatkâr yaklaşımının dirildiği iddialarına rağmen, sermayenin emek karşısındaki artan esnekliği sayesinde yönetimin gücünü muazzam ölçüde artırdı. Tüm dünyada emeğe erişimin esnekleşmesi, ülke içinde emeğin esnekleşmesini de beraberinde getirdi; bu da düzenli emeği geçici ya da sözleşmeye dayalı emeğe dönüştürdü, düzenli emeğin korunduğu yerlerdeyse (şirket ihtiyacına göre) çalışma saatleri veya beklenen iş türleri açısından işçiler üzerindeki talepleri artırdı. Esnek üretim, şirketin esnekliğinin genişlemesini temsil eder; şirket stratejilerinin işçilere yaşattığı patolojik “stres” göz önüne alındığında, işçiler (ki buna pek çok durumda “sembolik-analistler” de dahil) açısından “esneklik”, kendi emekleri –ve hayatları– üzerindeki denetimlerini büsbütün kaybetmek anlamına geliyor.
Sosyolojisinde emek ile insanın bir “tür varlığı” olması arasında içsel bir bağ olduğunu ortaya koyan Karl Marx’a göre, meta üretimi –ve ona eşlik eden, işçiyi soyut bir “işgücü”ne dönüştüren emeğin metalaşması– kapitalist toplumdaki yabancılaşmayı anlamanın kilit unsuruydu. Marx, işçinin yabancılaşmasının birbiriyle ilişkili dört boyuttan oluştuğunu öne sürüyordu: emeğin ürünlerine yabancılaşma, emek sürecine (çalışma faaliyetine) yabancılaşma, işçinin kendi “tür varlığı”na yabancılaşması, ve bunun sonucu olarak başka işçilere (insanlığa) yabancılaşma. Şöyle diyordu Marx:
Dolayısıyla işçi kendini ancak işinin dışında, işini de kendinin dışında duyumsar. Ancak çalışmadığı zaman kendindedir, çalıştığı zamansa kendinde değildir. Dolayısıyla emeği de gönüllü değil zorladır; zoraki çalışmadır. Bu nedenle bir ihtiyacın karşılanması da değildir; kendisine dışsal ihtiyaçları karşılamanın bir aracıdır sadece.[49]
Sadece emek üzerine kurulu bir sosyoloji, “işçisiz fabrika”nın imkân olarak ufukta belirdiği bir zaman için yetersiz olabilir; fakat çağdaş kapitalizme yönelik bir nebze de olsa eleştirellik içerme iddiasında olan herhangi bir değerlendirmede göz ardı edilmesi de imkânsızdır. Şayet üretim şu anda bilinçlerimizde temel bir yer teşkil etmiyorsa, bunun sebebi, yukarda da söylediğim gibi, üretimin başka yere taşınmış olması olabilir. Her Noel’de, ve daha pek çok vesilede, Amerikalılar dünyanın dört bir yanında üretilmiş metaları tüketmeye teşvik ediliyor. Sırf etiketlere göz atmak bile tüketim ile üretim arasındaki ilişkiyi hatırlamamıza yeter; bugün Amerikalılar, vaktiyle üretimleri kendilerine iş sağlamış olan, ama şimdi başka yere taşındığı için onları (kredi limitleri elverdiği oranda) tüketiciye dönüştürmüş ürünleri tüketmeye çağrılıyor. Bu koşullar altında Japonları, Çinlileri veya başkalarını suçlamak, ve insanları daha fazla tüketmeye çağıran şirketlerin üretimin taşınmasından bizzat sorumlu olduğunu unutmak kolay; şirketler ile otoriter Üçüncü Dünya devletleri arasındaki danışıklı dövüşün sonucu olarak ucuz işgücü sağlamak anlamına geldiği müddetçe kimsenin “köle emeği”nden şikâyeti de yoktur. Ülke içinde üretim, bir yandan şirketlerin giderek daha açık hale geldiği yanılsaması yaratma derdindeyken, işçileri daha önce eşi görülmemiş bir gözetime tabi kılmakta, onları hem alanlarından hem de iç dünyalarından mahrum bırakmaktadır, ki “kültür mühendisliği”nin derdi de budur zaten. Günümüz hayatında üretimin önemli bir yeri olduğunu düşünüp düşünmememiz, kapitalist bütünselliğin ne kadarını görmek istediğimize bağlı. Bütünü bulanıklaştırmak ezelden beri ideolojinin bir işlevi olmuştur. Kültür mühendisliğinin günümüzde sermayenin işleyişinde merkezî bir yer kazanması, üretimin devredışı olduğuna değil, sermayenin işlemlerinin ne kadar büyük ölçüde yabancılaşmış emeğe dayandığına işaret ediyor olabilir. Bir ABD Başkanı’nın, ciddi ciddi, Amerikan işçilerini “iş kaybına yol açabilecek verimlilik getirilerini sahiplenmeye”* çağırabilmesi de bundandır. Marx’ın terminolojisini, insanları işlerinden etmekle kalmayıp, tasarlanmış hayatları güçlenmenin şahikası olarak gösteren araçları da sağlayan yeni teknolojilere uyarlarsak, “sembolik-analitik işçiler” de, büyük bir hevesle, onların –ve hepimizin– karşısına “düşmanca ve yabancı” bir güç olarak çıkan makinelere “yaşam vermeye” devam ediyorlar.
Postmodernist örgüt analizleri bu koşulları göz ardı ettiği sürece, eleştirel bir işlev görmek yerine, son derece gerçek (kusura bakılmasın, daha iyi bir kelimemiz yok) faaliyetleri dilsel işlemlermiş gibi yeniden sunmak suretiyle bunların üzerini örtmeye yarıyor. Örgütün, üretimine hem yazarların (yöneticilerin) hem de okurların (çalışanların) katkıda bulunduğu bir metin olduğu fikri analizin bir düzeyi için makul olabilir; ama metnin ortaya çıkışını ve amaçlarını göz ardı etmekle, analiz, kendi kullandığı metaforun tuzağına düşerek, yönetim faaliyetlerinin çıkış noktası olan ve aynı zamanda o faaliyetin amaçlarını oluşturan farklılaşmış iktidar ilişkilerinin üzerine örtmeye yöneliyor. “Değişim katalizörü” evrensel bir aklı arkasına alarak meşruiyet iddiasında bulunmuyor olabilir, ama kurumsal iktidara meydan okumak yerine onu pekiştirmiş olma ihtimali de yüksek. İşlevlerde farklılaşmaya dayanan eski bürokratik örgütler, örgütün iktidarını meşrulaştırmak için rasyonaliteye sığınmış olabilirler, ama yönetim analistlerinin gayet iyi kavradığı gibi, aynı örgütler bütünsel örgütsel denetimi sekteye uğratan “hizipçilik”leri de beslemiştir. Yeni “kültürel yönetim”, bütün o kaotik görünüşüne rağmen, eski modellerin mekanik rasyonalitesinin elverdiğinden çok daha sıkı bir organik kurum kavramsallaştırmasını temel almaktadır.*
Gergen’in örgütün işleyişine dair yukarda yer verdiğimiz tasvirinde olduğu gibi, “çokdilli” şirketin işlemlerindeki “özne”yi gizlemek, tam da ütopyacı yaklaşımından ötürü, iktidar ve eşitsizlik varsayımlarına dayanan yönetim uygulamalarını meşrulaştırmaya yarar, ki bu varsayımlar oldum olası kapitalist modernliğe içkindi. Bu ütopyacı yaklaşım, Gergen’in “farklı-dillilik” fantezisine de işleyerek onu “dünyanın bütünsel bir sistem olduğunun farkına varma” aracına dönüştürüyor. Farklı-dillilik, ve öznelliklerin açık hale gelmesi, küresel bir bilincin idrakine varılması için gerekli olabilir, ama ancak kendi iktidar ve eşitsizlik koşullarını da açıkladığı müddetçe. Başka türlü, “Küresel Köy” vaadininkinden öte bir inandırıcılığı olmayacaktır; küresel köyü, dünyanın büyük kısmında gerçek köylerde yaşayan insanları ufku dışında bırakarak enformasyon ağıyla özdeşleştirmekten, ya da gerçek cemaatlerde yaşamanın zorluklarıyla yüzleşme zorunluluğundan kaçış fırsatı sağlayan “sanal cemaatler”le tanımlamaktan farkı yok bunun. Gergen’in analizinde, şüphesiz, yönetim yoluyla cemaatleri örgütsüzleştiren şirketlere yer yok. Bu noktada postmodernizm, çağdaş kapitalizmin yapılanmalarını ütopyalaştırması bakımından, Tom Peters’in “özgürlük yönetimi”nde sunduğu yeni dünyanın gerici vaatleriyle ya da ABD Temsilciler Meclisi Sözcüsü Newt Gingrich’in büyük ilham aldığı, Alvin ve Heidi Toffler’in Politics of the Third Wave’iyle örtüşmektedir.
Örgütsel Postmodernizm – ve Postmodernizm
Eleştirmen Paul Thompson örgüt çalışmalarında postmodernizmi “ölümcül bir dikkat dağıtma” olarak tanımlıyor.[50] Postmodernizm, maddi koşullarından ve küresel kapitalist ekonomi içerisindeki bağlamından koparıldığı zaman, bir gizemleştirme veya “ölümcül bir dikkat dağıtma” biçimini alıyor. Örgüt çalışmalarında postmodernizm için geçerli olan şey, bir epistemoloji olarak postmodernizmin geneli için de geçerli olabilir. Birinin diğerinden türemek zorunda olmadığı, çünkü postmodernizmin yönetim ile örgüt çalışmalarında kullanılma biçiminin kültürel çalışmalar alanındaki postmodernizmin (yanlış) temellükü olabileceği iddia edilebilir. Yönetim çalışmaları, gerçekten de, halihazırda ulaşabildikleri her şeyi, devrimci gerilla stratejileri de dahil, kendi amaçları için temellük etme kabiliyetine sahip olduklarını kanıtladılar (güçleri de buna dayanıyor belki); ama mesele bu değil. Postmodernizm, metinlerin incelenmesini aşıp, toplumun ve politikanın genelini de içine aldığı ölçüde, böylesi bir temellükü olanaklı kıldı; ve postmodernizmin kendi maddi koşulları hakkındaki sessizliği, hatta epistemolojisinin bir parçası olarak bu koşullarla ilgilenmeyi reddetmesi, onu çağdaş durumun gizemleştirilmesinde pay sahibi haline getirdi.
Postmodernist örgüt analizlerinin postmodernizmin ne olabileceği hakkında açığa çıkardığı şey, vaktiyle Georg Lukács’ın Marksizm hakkındaki gözlemini uyarlayacak olursak, şu olabilir: postmodernizmi anlamanın en iyi yolu, onu modernliğin olumsuzlanması değil “özeleştirisi” olarak düşünmektir. Fakat postmodernizm, bu amacı yerine getirmek için bile, hayatın kapitalizm tarafından yapılandırılması noktasında modernlikle paylaştığı koşulları kabullenmek zorundadır. Postmodernizmin dikkatleri daha önceki toplumsal ve kültürel örgütlenme biçimlerinden uzaklaştırması ille olumsuz bir şey olmayabilir; Hearn ve Parkin’in belirttiği gibi, postmodernizmin oluşmasında yeri olan entelektüel ve toplumsal kaygılar, baskı yapılarının ve genel itibarıyla hayatın yapılandırılmasının karmaşıklığını ortaya çıkarmada çok önemli rol oynadı. Başka deyişle, “dikkat dağıtma” ölümcül olmak zorunda değil, çünkü günümüz yaşamının sorunlarına yeni ve üretken bir bakışla bakmayı olanaklı kılabilir.
Postmodernizm, kendini maddi varlık koşullarından kopardığında, baskıları yerelleştirip olumsal haline getirdiğinde, hayatı koşullandıran iktidar yapılarını arka plana iterek –hatta tümden inkâr ederek– baskıyı metaforlaştırdığında “ölümcül bir dikkat dağıtma” haline geliyor. Toplumsal kaygıları bakımından postmodernizm toplumsal cinsiyet veya etnisite kaynaklı baskıların bilince çıkarılmasında büyük rol oynadı, ama bunların sonuçlarını da hesaba katması gerekiyor: kadınların ve etnik grupların özgürleşmesinin, onları hiç de olumsal olmayan, bilakis daha geniş iktidar yapılanmalarına tekabül eden yeni fay hatları boyunca bölmekle son bulabileceğini hesaba katmak zorunda. Bunu yapmak için, baskıyı ille eskisi gibi salt sermaye ile emek arasındaki karşıtlığa indirgemek gerekmiyor, çünkü sınıf meselesi yeni baskı türleri bağlamında ister istemez sorunsallaştırıldı; ama modernist amaçlarını hâlâ koruyan, sadece bunları yeni araçlarla gerçekleştirme peşinde olan ekonomi politiğin süregelen yeniden yapılanmalarına atıfta bulunmak şart. Böylesi atıfları soyut epistemolojiler zemininde baştan reddeden bir postmodernizm, kendi maddi koşullarını inkâr etmeye varır ve eleştiriyi iktidarı meşrulaştırmakla karıştırır.
Postmodernizmin, farazi determinizmlere karşı kültürün veya söylemin özerkliğinde ısrar etmesi, yarası olmadan gocunmaya denk düşüyor (belki “sembolik-analitik” elitler haricinde). En kötü örneklerinde kaba bir Marksizmle özdeşleştirilen, kültürü maddi koşulların belirlediği fikri, postmodernizm ortada yokken de nicedir terk edilmişti (hatta bu durum postmodernizmin önünü açmış da olabilir). Günümüzde soru, kültür belirlenmiş mi belirlenmemiş mi, veya söylem göndergeli mi değil mi sorusu değil. Bugün mesele, kültürün iktidarın talepleri doğrultusunda sistemli biçimde tasarlanması –ki bu da zaten kültürün özerk olduğunu varsayıyor– ve böylece maddi koşullardan bağımsız olarak manipüle edilebilmesi. Üstelik böyle bir kültür mühendisliği sadece tüketim alanında veya başkanların pazarlanmasında değil, bizzat üretimin ve toplumun örgütlenmesinde de devreye sokuluyor ki bu da herkesin gündelik geçim ve hayatta kalma koşullarını etkiliyor. Postmodernistler, bu durumun eleştirisiyle uğraşmak yerine, maddi koşulların kültürle alakası olmadığında ısrar ederek bu duruma meşruiyet kazandırıyorlar.
Sorun daha da derine iniyor. Postmodernizm, başlangıçta onu şekillendirenlerin niyeti ne olursa olsun, yaygınlık kazandıkça en insaflı ifadeyle “tuhaf” denebilecek bazı özellikler edindi. Burada postmodernistlerin, yukarda değindiğimiz örnekte olduğu gibi, ne zaman yapısal koşulların sözü edilse Avrupamerkezcilik suçlaması getirme veya “monolojik neo-kolonyal anlatılar”dan dem vurma eğiliminden bahsediyorum. Tahakküm ilkelerine dayalı öznelliklerin eleştirisi olarak işe başlayan postmodernizm artık bir nevi karikatüre dönüştü: bir yandan günümüzdeki baskıların üzerini örterken, diğer yandan da baskıdan bahsetmenin ezilenlerin öznelliklerini inkâr etmeye denk düştüğü gerekçesiyle baskıya yönelik eleştirilere saldıran bir karikatür.[51] Böyle bir postmodernizmin “demokratik” öncüllerinin, gündelik hayatı belirlemeye devam eden baskıyı inkâr ederek son derece anti-demokratik sonuçlara varması manidar. Bu “pop” postmodernizm, müzakere ve uzlaşma terimleriyle hayalî bir piyasa diline katkıda bulunarak, kapitalizm koşulları altında ezelden beri “eşitliksiz mübadele”ye yaslanmış olan piyasa mübadelelerinin eşit olduğu yanılsamasını yaratıyor. Siyasi açıdansa, kolektif eylem imkânını yadsıyan bir özgürlükçülüğe kapı açıyor ki bu imkânın ortadan kalkması sermayeyi yönetenlerin kendi ağızlarıyla kabul ettikleri bir hedef.
Şayet günümüzde iktidarın idamesi için “kültür mühendisliği”ne ve gerçeklik ile yanılsamanın karıştırılmasına her zamankinden fazla ihtiyaç varsa, eleştiriyi de ideoloji eleştirisindeki kökenlerine taşımak, yani gerçekliğin üzerini örten yanılsamaları kırmak için geçerli sebeplerimiz olabilir. Bu aynı zamanda öznelliğin sadece inkârını değil, yeniden oluşturulmasını da gerektiriyor: eğer Avrupamerkezci bir hümanizmin bütünlüklü, rasyonel öznesi parçalanacaksa ve vaktiyle modernliğin inkâr ettiği diğer öznellikler –kadınlar, beyaz olmayanlar veya Avrupa ile Amerikalı olmayanlar– tanınacaksa, öznellikleri parçalamanın amacı öznelliği feshetmek değil, zenginleştirmek olmalı. Bir yandan postmodernliği yaratırken, bir yandan da kendisine karşı her türlü kayda değer direnişi olanaksız hale getiren minimal ve ironik benlikler üreten bir kapitalizme direnmek için gereken araçları ancak bu şekilde zenginleşmiş öznellikler sağlayabilir. Böyle bir öznelliğin yeniden oluşturulması, sermayenin tecavüzlerinden muaf olan, veya böyle bir muafiyet imkânsız olabileceği için, en azından kapitalist modernliğin değişmez hedefi olan bir toplum mühendisliğinin tüm boyutlarıyla görülebileceği bir “dışarısı” sunmaya çalışan özerk alanları gerektirir. Bir “dışarısı” yaratma arayışı modernizmin de parçasıydı ve eskiden sosyalizm diye bilinirdi, ama sermayenin kalkınmacılığı karşısında alternatif sunmaktan aciz olduğu, ve kendi sonunu hazırlamak pahasına onu taklit ettiği görüldü. Keza, toplum ile kurum arasındaki engelleri aşındırma yönündeki postmodernist vaat –veya feragat– de toplumun kurum tarafından yutulması haricinde pek bir şey önermiyor, üstelik bu sefer gönüllü işbirliğiyle…
Direnişin başlayacağı nokta, toplum ile kurumsal sermayeyi ayıran sınırı ortadan kaldırmak veya bulanıklaştırmak değil, net biçimde çizmek; Jeremy Brecher ile Tim Costello’nun dediği gibi, içinde insanların yaşadığı köyleri de kapsayan küresel köy [global village] ile, “insansız ilerleme” adına insanların inkârından beslenen küresel talan [global pillage] arasındaki fark tam da bu sınırda yatıyor olabilir.[52]
Buradaki değerlendirmelerin taslak hali, Stony Brook Beşeri Bilimler Enstitüsü’nde düzenlenen bir seminerde sunulmuştur. Seminerin katılımcılarına, özellikle Enstitüsü’nün yöneticisi E. Ann Kaplan’a, beni bu konuşmayı yazıya dökmeye teşvik ettikleri için teşekkür ederim. Metnin son halini almasında, Russell Jacoby, Rebecca Karl, David Noble, Roxann Prazniak, Epifanio San Juan Jr., Michael Sprinker, Harry Wels ve Zhang Xudong başta olmak üzere, dostlarımın ve meslektaşlarımın büyük katkısı oldu.
[1] Kültür ile ekonomi politik arasındaki ilişkiyi vurgulayan en önemli eserler, Fredric Jameson’ın “Postmodernizm, ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı” adlı makalesi (New Left Review, 146, 1984: 53-92) ve David Harvey’nin Postmodernliğin Durumu: Kültürel Değişimin Kökenleri (İstanbul: Metis, 2003) adlı kitabıdır. Jameson’un tezi ne kadar inandırıcı ve kışkırtıcı olsa da, postmodernizm ile kapitalist gelişme arasında en iyi ihtimalle soyut ve zayıf bir ilişki kurmuş, ve postmodernizmle özdeşleştirilen kültürel biçimlerin belirleyicisi olarak tüketimin altını çizmiştir. Hans Bertens The Idea of the Postmodern: A History adlı kitabında (Londra ve New York: Routledge, 1995, s. 158 ve 173) Jameson’ın tüketim üzerindeki vurgusunun Baudrillard’ın etkisinden kaynaklanıyor olabileceğini söylüyor. Harvey’nin kitabı, üretim de dahil çağdaş kapitalizmdeki gelişmeleri ve bu gelişmelerin kültürel değişimle ilişkisini çok daha ayrıntılı biçimde değerlendiriyor. Fakat o da, çağdaş kapitalizmde maddi ve kültürel üretimi dolayımlayan iş ve yönetim kültürlerindense, öncelikle postmodern kültürel oluşumlarla ilgileniyor. Philip Cooke, Back to the Future: Modernity, Postmodernity and Locality’de (Londra: Unwill Hyman, 1990) postmodernizm ile kapitalizmin yeniden örgütlenişi arasındaki bağlantıları en somut biçimde ortaya koymuştur.
[2] Bu konuyla ilgili hayli erken bir değerlendirme için şu derlemedeki makalelere bakınız: (ed.) Edward Shorter, Work and Community in the West (New York: Harper and Row, 1973).
[3] Jameson, Postmodernism, or the Cultural Logic of Late Capitalism (Durham, NC: Duke University Press, 1991) s. x.
[4] Kültürel üretimin farklı tarihsel koşullar altında farklı anlamlar taşıması (ki bu, yapısal koşulların önemini varsayar) hakkında bkz. Ulf Hannerz, Cultural Complexity (New York: Columbia University Press, 1992). Hannerz’in argümanı, kültürün farklı tarihsel ve toplumsal koşullar altında “dağıtılma” biçimleriyle ilgilidir. Bir üretim ve tüketim nesnesi olarak kültür modernliğin bir özelliği olabilir ama postmodernlikte bu özellik katmerlenmiştir, zira postmodernlik kültürü “belirlenmiş” ve “işlevsel” olmaktan çıkarmış, yerel koşulların güdümündeki bir oyuncağa dönüştürmüştür. Dolayısıyla postmodernizm özgürlükçü bir kültür ile marjinalleştirilmiş kültürlerin “özcü” biçimde olumlanması gibi hayli çelişkili iki fikri birleştirmiştir.
[5] Bunu başka bir yerde Küresel Kapitalizm olarak adlandırıyorum. Bkz. Arif Dirlik, After the Revolution: Waking to Global Capitalism (Hanover, NH: University Press of England for Wesleyan University Press, 1994). Bu yazıda, çağdaş kapitalizmi genel olarak kapitalizmden ayırmak için küresel kapitalizm ifadesini büyük harfle yazdım, zira kapitalizm hedeflerinde daima küresel olmuş ve koşullar elverdiği müddetçe de bunu fiilen başarmıştır. Kapitalizmin tarihinin ortaya koyduğu mekânsal sorunlar konusunda aydınlatıcı bir değerlendirme için bkz. Giovanni Arrighi, The Long Twentieth Century: Money, Power and the Origins of Our Times (Londra ve New York: Verso Booksi 1994). Türkçesi: Uzun Yirminci Yüzyıl (Ankara: İmge, 2000)
* Bu yorumlar 1980’lerde ağırlık kazanan biçimiyle postmodernizme dairdir. Postmodernizme ve ABD’deki tarihine ilişkin değerlendirmelerimi ilerde açacağım.
[6] T. Peters ve R. Waterman, In Search of Excellence (New York: Warner Books, 1982).
[8] Stewart Clegg, Modern Organizations: Organizaton Studies in the Postmodern World (Londra: Sage, 1990) s. 118, 119. Burada daha baştan şunu belirteyim ki, yönetim çalışmaları işle ilgili değerlendirmelerinde kültürü göz ardı etmiş olabilir ama radikal tarihyazımı yirmi yıldan uzun bir süredir bu sorunun gayet iyi farkında. Herbert Gutman Work, Culture and Society adlı kitabında (New York: A.A. Knopf, 1976) dil öğretiminin şirket rehberlerinde göçmen işgücüne “püriten etik” aşılamak için nasıl kullanıldığından bahseder (s. 1-9). Gutman’ın aydınlatıcı görüşleri de, E.P. Thompson ve E. B. Hobsbawm gibi İngiliz emek tarihçilerinin eserleri kadar, İtalyan Marksist Antonio Gramsci’den etkilenmiş ve Stewart Ewen ile David Noble gibi tarihçilerin eserlerini beslemiş ABD’li tarihçi Eugene Genovese’in eserlerinden izler taşır. Şunu da kaydetmek gerekir ki, Gutman’ın incelediği dönemde kültürel faaliyetin amacı işçileri kitlesel üretim disiplini doğrultusunda kültürlendirmekti, oysa şu anda gereken, esnek üretim disiplini. Bu bakımdan, üretimin kapitalist örgütlenmesinde kültürün önem kazanması yeni bir olgu değil; yeni olan, kültürü devreye sokmanın, işçilerin uyumluluğunu sağlama noktasında cebir uygulamaktan (cebir imkânsız veya elverişsiz olduğunda) çok daha yararlı olduğunun açıkça kabul edilmesidir. Fakat burada tarihçiler kuşağı arasında bazı farklar da bulunuyor; bir kuşak, kültürü maddi temelleri ve sonuçları bağlamında ele alırken, diğeri kültürel analizi ekonomi politikteki zemininden koparmıştır. Yorumların değerlendirmesinde, koşulların kapsamlı biçimde hesaba katılması bir geçerlilik ölçütü ise, bu eserlerin sevk ve idare çalışmalarından bir hayli ilerde söylenebilir. Bu anlamda postmodernizm bir başarısızlıktır, siyasi teslimiyetçiliği de bunun göstergesidir.
[9] Philip R. Harris ve Robert T. Moran, Managing Cultural Differences (Houston: Gulf Publishing Co., 1979) s. 33.
[10] Geert Hofstede, Culture’s Consequences (Londra: Sage Publications, 1980).
[12] Herman Kahn, World Economic Development: 1979 and Beyond (New York: Morrow Quill Paperbacks, 1979). Kitabın Konferans’ta gördüğü ilgi konusunda önsöze bakınız. Konfüçyusçu diriliş konusunda bkz. Arif Dirlik, “Confucius in the Borderlands: Global Kapitalism and the Reinvention of Confucianism”, boundary 2 (Kasım 1995) s. 29-73.
* 1980’lerin ortalarına gelindiğinde Japonya bir “yönetim Mekkesi”ne dönmüştü, “ABD’de rekabetçiliğin zayıflamasından yakınan yığınla yönetici düzenli olarak Japonya’daki fabrikaları ziyaret edip fikir kapmaya çalışıyorlardı”. “Management Meccas”, Business Week (18 Eylül, 1995) s. 122-132, s. 123.
* Zaten Kahn’ın “neo-Konfüçyusçu” kültürel özellikleri tasvir etmek için yararlandığı kaynakların bazıları, Doğu Asya toplumları arasındaki ortaklıklardansa Japonya’nın benzersizliğini vurgulayan bir “Japonluk söylemi”ni (Nihon-jinron) destekleyen eserlerdi.
[16] Clegg, Modern Organizations adlı kitabında (Londra: Sage, 1990, 5. ve 6. bölümler) sevk ve idare uygulamalarında modernlik ile postmodernlik arasındaki karşıtlıklara dair çok faydalı bir tasvir ortaya koyuyor.
[17] Her tipe has özelliklerle ilgili ayrıntılı bir liste için kitaptaki tabloya bakınız, Harris ve Moran, s. 108-109.
[18] Burada akıl ile kültür arasında yaptığım ayrımda, Carl Pletsch’in “The Three Worlds, or the Devision of Social Scientific Labor, circa 1950-1975” başlığını taşıyan son dercee önemli makalesinden yararlandım, Comperative Studies in Society and History, 23 (Ekim 1981) içinde, s. 565-590. Pletsch bu yazısında, “modernleşme kuramı”nın önemli varsayımlarından birine işaret eder: modernleşme, dünyayı tasnif etme yaklaşımı çerçevesinde aklı Birinci (yani kapitalist) Dünya’yla, ideolojiyi İkinci (yani sosyalist) Dünya’yla, kültürü de Üçüncü (yani azgelişmiş) Dünya’yla özdeşleştirmiştir.
[19] Taşeronlaşma veya “dış kaynak kullanımı” konusunda bkz. Gary Gereffi, “Global Sourcing and Regional Devisions of Labor in the Pacific Rim”, What is in a Rim? Critical Perspectives on the Pacific Region Idea, (ed.) Arif Dirlik (Boulder, CO: Westview Press, 1993).Otomasyon konusunda bkz. David Noble, Forces of Production: Social History of Industrial Automation (New York: Oxford University Press, 1986).
[20] Robert Reich, The Work of Nations (New York: Alfred A. Knopf, 1991) s. 171.
* Bu noktada, postmodern kuramın tüketime veya “göstergeler” rejimine ağırlık verip üretime ilgi göstermemesinin gündeme getirdiği sorunlardan biri üzerine fikir yürütebiliriz. Reich’ın Birinci/Üçüncü Dünya’yı kol emeği/zihin emeği çerçevesinde yeniden temsil etmesinin de işaret ettiği gibi, doğru veya yanlış, kapitalizmin daha eski bir evresiyle özdeşleştirilen üretim türü şimdi “Üçüncü Dünya”ya ihraç edildi, “Birinci Dünya” ise “sembolik-analist”in, gösterge üreticisinin ve aynı zamanda “başka yerde” üretilmiş malların tüketicilerinin dünyası konumunda. Postmodernizmin, tam da Birinci Dünya’nın bir ürünü olması hasebiyle, maddi üretimdense “göstergeler”le iştigal etmesine şaşmamak gerek. Bunun, postmodernizmin ideolojik mahiyetini vurguladığına şüphe yok; Birinci Dünya’da imalata dayalı işlerin ihracı sonucunda marjinalleşen ve “Üçüncü Dünyalılaşan” nice insanı göz ardı edip “sembolik-analist”i gelişmiş işçinin paradigmasına dönüştüren Reich’ta örneğini gördüğümüz üzere, postmodernizm, kendi yapısal koşullarını göz ardı etmekle gündelik hayatın maddi sorunlarını gösterge rejimine çekerek onların üzerini örtmektedir. Mike Featherstone ve Scott Lash, sırasıyla Consumer Culture and Postmodernism (Londra: Sage, 1991) ve Sociology of Postmodernism (Londra ve New York: Routledge, 1990) adlı kitaplarında, tüketim perspektifinden de olsa postmodernizmin sınıfsal temelini vurgulamışlardır.
[21] Dosya, “The New World of Work”, Business Week, 17 Ekim 1994, s. 76-87.
[22] Aktarıldığı yer, Wall Street Journal (16 Mart 1994). Aynı konferansta Başkan Clinton Amerikan işçilerini “iş kaybına yol açabilecek verimlilik getirilerini sahiplenmeye” çağırmıştır. WSJ (15 Mart 1994).
[23] INC (Haziran 1995), s. 32. Ayrıca aynı sayıda yer alan, bir çalışanın çeşitli iniş çıkışların ardından proleterden yeni işçi konumuna geçmeyi başarma öyküsü de son derece ufuk açıcı.
[24] Burada kısaca özetlenen düşüncelerin kaynağına pek çok yerde rastlamak mümkün, zira bunlar 1990’larda “küçülme”nin devreye girmesiyle birlikte popüler bilince yerleşmiş durumda. Yukarda değindiğimiz, Business Week’te çalışma üzerine yayınlanan makale bunlara dair bir özet sunuyor. Ayrıca aynı derginin 18 Eylül 1995 tarihli “Management Meccas” dosyasına bakılabilir. Daha kapsamlı bir değerlendirme için bkz. Harrison M. Trice ve Janice M. Berger, The Cultures of Work Organization (Englewood Cliffs, NJ: Prentice Hall, 1993). “Kaosu yönetmek”, yönetim gurusu Tom Peters’ın gözde kavramlarındandır; kendisi tüm zamanlara ve tüm yerlere ait her türlü kaynaktan –Mao Zedong da dahil– ders çıkarmak üzerine kurulu “her şey mübah” yönetiminin de savunucusudur. Son kitabı: Liberation Management: Necessary Disorganization for the Nanosecond Nineties (New York: Alfred A. Knopf, 1992). Ayrıca bkz. Thriving in Chaos: Handbook for a Management Revolution (New York: Alfred A. Knopf, 1987). Başka bir yazımda, günümüde yönetim alanında yapılan deneylerin ve bunların kavramlaştırıldığı terimlerin sık sık gerilla savaşını hatırlattığını yazmıştım. Bkz. Arif Dirlik, After the Revolution: Waking to Global Capitalism (Hanover ve Londra: Wesleyan University Press, 1994) s. 70-73.
* Burada sadece postmodern durumun kendine dair imgelerinden birini tekrar ediyorum, zira Marshall Berman’ın modernizm üzerine yazdığı All That is Solid Melts Away: The Experience of Modernity (Londra: Verso, 1983; Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, İletişim) başlıklı incelemesinde gösterdiği gibi, modernliğin “kesinliği”, belirli ideolojik inançların ötesinde, son derece tartışmalıdır. Fakat politikanın ve ekonominin örgütlenmesinde daha fazla istikrarsızlık olduğu iddiası geçerlidir. Bu açıdan, bu örgütsel dönüşümlerin “Fordizm”den “post-Fordizm”e geçiş olarak tarif edilmesi, “post-Fordizm”in “Fordizm öncesi”ne, hatta sanayileşme öncesine ait pek çok pratiği de içerdiği kabul edilirse, geçerli olabilir. Yukarda tarif ettiğim yeni çalışma kavramı, kimi zaman proleterlikten zanaatkârlığa geçiş olarak sunulur, yani işçi hem ürün üzerinde hem de üretim süreci üzerinde daha fazla denetim sahibi olan zanaatkâra yakın görülür. Buna dair bir eleştiri için bkz. Edward Shorter, “Introduction”, Work and Community in the West (New York: Harper and Row, 1973). Ayrıca, çağdaş kapitalizm koşullarında eski formların yeniden ortaya çıkması konusunda bkz. Cooke, Back to the Future: Modernity, Postmodernity and Locality’de (Londra: Unwill Hyman, 1990).
[25] Kenneth J. Gergen, “Organization Theory in the Postmodern Era”, (ed.) Michael Reed ve Michael Hughes, Rethinking Organization: New Directions in Organization Theory and Analysis (Londra: Sage, 1992) s. 207-226.
[26] Robert Cooper, Gibson Burrel, “Modernism, Postmodernism and Organizational Analysis: An Introduction”, Organization Studies, 9/1 (1988), s. 91-112.
[27] John Hassard ve Martin Parker’ın derledikleri Postmodernism and Organizations (Londra: Sage, 1993) kitabındaki “Sunuş” kısmına ve “postmodernizm yanlısı” metinlere bakınız. Burada “yanlı” kelimesini özellikle kullanıyorum çünkü bu ilginç kitap postmodernizmin savunucuları ile sert eleştirileri biraraya getiriyor.
[28] Cooper, Burrel, Organization Studies, s. 104
[29] Fakat Cooper ve Burrel’in, bürokratik rasyonalite varsayımının Max Weber’in düşüncelerinin saptırılmasından türediğini, Weber’in örgüt analizi kullanılırken “rasyonalite”nin aynı zamanda “rasyonalizasyonu” da ima ettiği eleştirisinin göz ardı edildiğini kaydettiklerini de belirtelim (s. 92-93).
[30] Cooper, Burrel, Organization Studies, s. 108.
[31] Gergen, “Organization Theory in the Postmodern Era”, s. 207.
[32] Steve Linstead, “Deconstruction in the Study of Organizations”, (ed.) Hassard ve Parker, Postmodernism and Organizations içinde (Londra: Sage, 1993) s. 49-69.
[33] Gergen, “Organization Theory in the Postmodern Era”, s. 220. Gergen “söylemler arası” kavramını profesyonel kuramcılar ile kültürel çevreleri arasındaki ilişkiyi tarif etmek için kullanıyor, ama bu kullanımı, daha ilerde kullandığı “diyalojik” kavramında olduğu gibi, özgüt ile çevresini kapsayacak şekilde genişletmek mümkün.
[36] A.g.e., s. 217. Şirketlerin örgütlenmesi konusunda bkz. s. 219.
[37] Jeff Hearn ve Wendy Parkin, “Organizations, Multiple Oppressions and Postmodernism”, (ed.) Hassard ve Parker, Postmodernism and Organizations içinde, s. 148-162
* Postmodernistler, her türlü kuramlaştırmanın yorumlayıcı mahiyette olduğu konusundaki tüm ısrarlarına rağmen, kendileri haricindeki tüm yorumlara karşı olağanüstü tahammülsüzdürler. Mesela bir postmodernist, hayli tuhaf bir üslupla, örgütlerle ilgili “bütünselleştirici ve modernleştirici” yaklaşımları “monolojik neo-kolonyal örgütsel yorum anlatıları” olarak tarif eder. Paul Jeffcut, “From Interpretation to Representation”, Hassard ve Parker, Postmodernism and Organizations içinde, s. 25-48. Jeffcut meşrebindeki postmodernistler, dil ile gerçeklik arasındaki her türlü bağı reddetmeleriyle, dili istedikleri şekilde kötüye kullanma ayrıcalığına sahip olduklarını düşünüyor gibidirler.
* Yanılsamalar yaratılmasına, sermayenin “açık-defter yönetimi” gibi bir tabiri kullanıma sokma biçimleri üzerinden bakılabilir, buradaki “açıklık” gayet nettir: “ ‘Açık-defter’ yönetimi Zambiya’ya kadar yayılmış durumda, orada, dünyanın en büyük beşinci bakır madenciliği şirketi, maliyetlerini düşürmek ve 55 bin çalışanından daha verimli yararlanmak için Stack’in [Jack Stack, International Harvester’ın CEO’su ve açık defret yönetiminin pîri] fikirlerini kullanıyor. Çoğu eğitimsiz olan [okuma-yazma bilmeyen?] işçiler girişe yürürken, ‘bakır gelir’inden ‘bakırın değer kaybı’na kadar, aylık ve yıllık mali raporların listelendiği 15 metrelik dev panoları görüyor”: “Management Meccas”, s. 128. Stack, anlaşıldığı üzere, J. F. Lyotard’dan sonra örgütü “ciddi oyunlar” olarak tarif eden postmodernist görüşlerle uyum içinde olan “oyun yönetimi”nin yaratıcısı. En azından bu örnekte, “açık-defter yönetimi”ndeki sinizm, Disney’nin denetimin hat safhada olduğu yönetim uygulamalarını “peri tozu formülü” diye adlandırmasına benziyor. Bkz. “It’s not Easy Making Pixie-Dust”, Business Week (18 Eylül 1995) s. 134.
[39] Trice ve Berger, The Cultures of Work Organization, s. 391.
[40] Gideon Kunda, Engineering Culture: Control and Commitment in a High-Tech Corporation (Philedelphia: Temle University Press, 1992) s. 50-51.
[41] Peters ve Waterman, In Search of Excellence, s. 104.
[43] Bkz. Culture Shift: The Employee Handbook for Changing Corporate Culture, Price Pritchett ve Ron Pound (Dallas, TX: Pritchett Associates, 1993) ve High-Velocity Culture Change: A Handbook for Managers, Price Pritchett ve Ron Pound (Dallas, TX: Pritchett Associates, 1993). Stresin işlevsel kullanımları için bkz., aynı yazarlar, A Survival Guide to the Stress of Organizational Change (Dallas, TX: Pritchett Associates, 1995). “Değişim katalizörü” için bkz. “Management Meccas”, Business Week (18 Eylül 1995) s. 122-132, 126.
[44] The New York Times (1 Kasım 1995). Rapora göre işgücünde en ağır darbeyi alanlar, makine operatörleri, makine kontrolörleri gibi, daha önceki kapitalizmin vasıflı işçileriyken şimdi “vasıfsız” olarak yeniden sınıflandırılan işçilerdi. Bu konuda bkz. “The New World of Work”, Business Week (18 Eylül 1995) s. 80: “What’s Losing [yeni çalışma dünyasında]: Crafts and Operators and Laborers, The Domain of Low-skill Union Jobs”.
[45] “Management Meccas”, Business Week (18 Eylül 1995) s. 123.
[46] Jeremy Rifkin, The End of Work: The Decline of the Global Labor Force and the Dawn of the Post-Market Era (New York: Putnam, 1994). Ayrıca bkz. “The New World of Work”, Business Week (18 Eylül 1995) s. 85
[47] Kunda, Engineering Culture: Control and Commitment in a High-Tech Corporation, 5. Bölüm, “Self and Organization”. Rifkin, çalışanlarda oluşan stresin en önemli kaynağının üzerlerindeki yoğun gözetim olduğuna dikkat çekiyor. İspanyol bir yönetici, “yönetimin Mekkelerinden” AT&T Universal Card Sevices’ı gezdikten sonra şuna kanaat getirmiş: “Universal Card’ın ölç-ve-denetle yaklaşımı” İspanya’ya tecrüme edilemez, çünkü orada “işçilerin sıkı denetlenen bir ortama isyan etme ihtimalleri yüksektir”, “Management Meccas”, Business Week (18 Eylül 1995) s. 126.
[48] “Management Meccas”, Business Week (18 Eylül 1995) s. 122.
[49] Karl Marx, Economic and Philosophic Manuscripts of 1844 (Moskova: Foreign Languages Publishing House, 1959) s. 71.Yabancılaşmış emek için bkz. s. 67-83. Türkçesi: 1844 El Yazmaları, çev. Murat Belge (İstanbul: Birikim, 8. Baskı 2013).
* Başkan Clinton’dan söz ediliyor. Bkz. 26 numaralı not – ç.n.
* Yukarda çeşitli vesilelerle örtük biçimde değindiğim bir konuya kayıt düşmekte fayda var. Tom Peters’in çalışmalarında Mao’nun adı sadece birkaç yerde geçiyor, ve genel olarak yöneticilerin dilinde de “çelişki” gibi kavramlara rastlanıyor, bunun dışında doğrudan bir bağ kurmak zor ama Çin Devrimi üzerine çalışmış bir tarihçi için (örneğin bendeniz) çağdaş yönetim uygulamarı ile devrim döneminde Çin Komünist pratiğinin ayrılmaz bir parçası olan “tasfiye kampanyaları” arasındaki benzerlikler gözden kaçacak gibi değil. Bunlar tesadüf olmayabilir. Komünist devrimciler bugün yöneticilerin karşılaştıklarına benzer sorunlarla yüz yüze kalmışlardır: Gerilla savaşı şartları altında, günü gününe denetime elvermeyen, yerel koşulların merkezsizleştirici güçlerine tabi vaziyette sürekli genişleyen bir parti örgütlenmesi nasıl birarada tutulacaktır? Örgütü birarada tutmada kültüre ve ideolojiye ağırlık verilmesi, bugünün yöneticilerinin “kaos”a karşı önlem almak ve yerelliğin gereklerini merkezîleşmeyle dengelemek için kültürü devreye sokma çabalarına benzer. Amerikalılar için, şirket yöneticilerindense komünistlerin, özellikle de Çinli komünistlerin bu tür “manipülasyonları”nı kabul etmek çok daha kolaydır; ama benzerlikler göz ardı edilemez. Mesele her iki durumda elde edilen sonuçlar değil, benzer yapısal koşullara verilen karşılıkların koşutluğu. Şirketlerin bu stratejiyi başarılı şekilde uygulama ihtimalleri daha yüksek, zira işbirliği için “iyi toplum” gibi soyut bir mefhumdansa elle tutulur ödüller sunuyorlar.
[50] Örgüt çalışmalarında postmodernist yaklaşıma dair sert bir eleştiri için bkz. Thompson, “Postmodernism – A Fatal Distraction”, Hassard ve Parker Postmodernism and Organizations içinde (Londra: Sage, 1993) s. 183-203.
[51] Şirketlerin işlemlerini “bütünselleştiren”leri “neokolonyalizm”le suçlayan Paul Jeffcut, bu türden çarpık akıl yürütmenin bir örneğidir (bkz. 41. not). “Küreselleşmecilik” sloganları ile çağdaş kapitalizm arasındaki ilişkinin farkında olunduğuna dair hiçbir ipucu içermeksizin, bu akıl yürütmeyi evrenselleştiren bir örnek için bkz. Frederick Buell, National Culture and the New Global System (Baltimore, MD: The Johns Hopkins University Press, 1994); yazar emperyalizmi eleştirenlere Avrupamerkezciliğe devam ettikleri gerekçesiyle saldırıyor! Küreselleşmecilik ile çağdaş kapitalizm ilişkisine karşı çıkan bir görüş için bkz. “Economic Nationalism: Disaster Ahead”, Business Week (18 Eylül 1995) s. 178. Bu tür örneklerin, yazarın metninin yorumlanışı üzerinde hiçbir kontrolü olmadığı yolundaki postmodernist iddiayı –tabii onların kastettiği anlamda değil– kanıtlayabilecek olabilmesi manidar, bu da postmodernizmde yani olan hiçbir taraf olmadığını gösteriyor!
[52] Jeremy Brecher ve Tim Costello, Global Village of Global Pillage: Economic Construction from the Bottom Up (Boston: South End Press, 1994). “İnsansız İlerleme”, David F. Noble’ın Ludizm üzerine makalelerinin derlendiği kitabın başlığı: Progress Without People: In Defense of Luddism (Chicago: C. H. Kerr, 1993). Burada postmodernizmizn gelişimindeki bir ironiye işaret etmek ilginç olabilir. Hans Bertens’in The Idea of Postmodern’deki görüşüne göre, postmodern fikri 1950’lerde ABD’de ilk kez ortaya çıktığında amacı modernizmin “entelektüelleşmetirmeleri”ni aşarak benlikle ve doğayla teması yeniden kurmaktı; başka deyişle postmodernizm anti-modernizmden esinlenmişti. Postmodernizm, 1970’lerde ve 1980’lerde Fransız post-yapısalcılığına bağlandığında bu kökenleri terk etti ve bence o zaman gerçeklikten de ciddi biçimde koptu. Belki de postmodernizmin yapması gereken, kökenlerine yeniden dönmek – bu, modernizme, 1980’lerdeki postmodernizmde yapıldığından çok daha farklı bir tarzda karşı çıkmak anlamına gelecektir. Bu özel anlamıyla, bir dönemleştirme fikri olarak postmodernizm Fredric Jameson’ın sunduğundan çok farklı bir akıl yürütmeyi gerektirecektir; Jameson postmodernizmden memnun değildir ama çizgisel bir tarih anlayışına bağlı olduğundan postmodernizmi derinmelemesine eleştiriye de tabi tutamaz; ilerici gibi görünen bir şeyi nasıl reddeceği konusunda yaşadığı onca sıkıntının sebebi de budur. Burada akıl yürütmenin bir dögü içine girmesi söz konusu, postmodernistler için de aynı durum geçerli: onlar da , modernliğin (ve kapitalizmin) ilerlemeciliğine bağlı kalırken modernliği reddetmek istiyorlar. Frank Bardacke, yakın dönemde yayınlanan Shadows of Tender Fury: The Letters and Communiques of Subcommandante Marcos and the Zapatista Army of Ntional Liberation (New York: Monthly Review Press, 1995) başlıklı Zapatista metinleri derlemesine yazdığı sonsözde, sanki modernlik yeterince kötü değilmiş gibi, şimdi bir de modernliği reddeden ama zamanı ve mekânı hâlâ modern yollarla çerçeveleyen bir postmodernlikle uğraştığımızı yazıyor.