Umumi Mahremiyet – Bir Tracey Emin Portresi

 

“Giacometti vaktiyle bana, bir heykel yapıp gömmeyi düşündüğünü söylüyor… Günün birinde bulunsun diye, Giacometti’nin kendisi, hatta ismi bile unutulduktan sonra.”[1]

“Giacometti’nin en güzel heykelini masanın altında buldum, sigara izmaritimi yerden almak için eğildiğimde. Toz içindeydi; Giacometti saklıyordu heykelleri, sakar bir misafir ayağıyla çarpıp çatlatır diye…

O.- Eğer heykel gerçekten güçlüyse kendini gösterir, ben saklasam bile.”[2]

 

Edvard Munch genç yaşta ölen ablasından esinlenerek yaptığı The Sick Child adlı resmini ilk sergilediği zaman (1886) ressam arkadaşları ve sanat eleştirmenleri tarafından ağır bir dille eleştirilmişti. Resmin yapısal ve biçimsel içeriği yetersiz bulunmuş, bitmemiş gibi görünmesi alaya alınmış, Munch’un resim yapma yeteneği sorgulanmış ve bir sanatçının tablosuna konu olarak kendi hayatından, geçmişinden, korku ya da hüzünlerinden bir an seçmiş olması bir hayli yadırganmıştı. Dönemin bohem çevrelerinde oldukça sözü geçen ve sonradan yazılarındaki müstehcenlik yüzünden hapse atılan anarşist Hans Jæger’in etrafındaki sanatçılara, “[sadece] kendi hayatınızı yazın” demesi Munch üzerinde etkili olmuştu kuşkusuz. Ressamın bir dönem yakın arkadaşı olan August Strindberg de neredeyse her zaman kendi hayatını temel alarak eserlerini kaleme alıyordu ve o da Munch gibi, bu yüzden “fazla otobiyografik” olmakla eleştiriliyordu. Bir sanatçının kendi hayatından bahsetmesi, mahremini gözler önüne sermesi, korkularını, öfkelerini, yalnızlıklarını ya da belki hepsinden çok cinsel hayatını anlatıyor olması tepki topluyor, bazı çevrelerce ayıplanıyor, kapalı kapılar ardında yaşananlara açılan anahtar delikleri rahatsız edici bulunuyordu.

 

 

Munch: The Sick Child, 1883

 

Munch, günlüğüne yazdığı bir yazıda kendi hayatını resmetmesinin sebebinin insan ruhunu anlamak istemesi ve “anatomik çalışmalar yapmak için” en yakından kendini gözlemleyebilmesi olduğunu belirtmiştir.[3] Mahrem paylaşımlar olarak değerlendirilebilecek eserleri, aslında sanatçının insana has ve evrensel olana ulaşmak için kendi iç dünyasına yaptığı yolculuklardır.

2007’de İngiltere’yi Venedik Bienali’nde temsil etmiş olan Tracey Emin, ‘eserlerinde’ ya da konuşmalarında birçok kez Munch’a ve Egon Schiele’ye referans vermiş, en çok etkilendiği sanatçıların bu iki ressam olduğunu belirtmiştir. Bu yazıyı hazırlarken kendime en çok Munch ve Schiele’de olan ama Emin’de olmayan şey nedir diye sordum. Buna ilk verebileceğim cevap Emin’in çok net gözüken estetik yetersizliğiydi. Fakat bu cevabımı fazla öznel buldum. Kendi zevkimi işin dışında bırakarak Emin’in –bana göre aşikâr olan- eksikliğini nasıl gösterebilirdim, bunu düşünmeye başladım.

Rainer Maria Rilke, Genç Şaire Mektuplar adlı eserinde kendisine şiirlerini göndererek fikrini almak isteyen genç şaire, başkalarının fikrini almaya çalışmaktan çok kendi iç sesini dinlemesini ve kendi kendine “yazmasam ölür müyüm?” sorusunu sormasını salık vermiştir. Genç şair eğer bu soruya “evet” cevabı verebiliyorsa, ne eleştirmenlerin, ne diğer şairlerin hükmünün bir önemi kalır; çünkü genç şairin şiiri bir ‘gereklilikten’ doğmuştur. [4] Yazamayan şair, mecazi ya da gerçek anlamda ölür.

Munch’un da eserlerini bu tür bir hayati gereklilikle oluşturduğunu resimlerine bakarak ve günlüklerini okuyarak söylemek mümkün:  “Sanatçının kendi yüreğini açma ihtiyacından doğmayan sanat, sanat değildir. Tüm sanat biçimleri, edebiyat, müzik, sanatçının yüreğinden damlayan kanla üretilmelidir. Sanat, sanatçının yüreğinden akan kandır.”[5]

İlk sergisinden itibaren kendi ülkesindeki ve Avrupa’nın diğer ülkelerindeki eleştirmenlerden aldığı tüm tepkilere rağmen, Munch aynı konuları tekrar tekrar resmetmeye devam etmiş ve zaman geçtikçe kendi içine kapanarak hayatını tamamen resme adamıştır. Sanatçının yalnızlığı, kadınlarla olan ilişkileri, korkuları, kıskançlıkları, hüznü resimlerinin temel malzemesi olmuştur. Yine de biz bugün, yüz yıl önce sergilendikleri zaman olduğu gibi, bu resimlere bakarken Munch’un özel hayatından çok resimlerin kendilerine odaklanıyoruz. Ve örneğin 20. yüzyıl insanının iç sıkıntısının/bunalımının (anxiety) resmi olarak tanımlanan Çığlık’a bakarken, Munch’un çektiği acılardan çok daha kapsamlı bir şeyle karşı karşıya olduğumuzu hissedebiliyoruz.

Bir sanatçının izleyicide bu tür hisler uyandırabilmesi için gereken birincil öğenin samimiyet olduğunu düşünüyorum. Çünkü sanat eserinin ancak, sanatçının eserini yaratırken duyduğu samimi ‘ihtiyaç’ sayesinde kültürleri, zamanları, dönemsel estetik kaygıları, ve birtakım piyasa değerlerini aşarak ayakta kalabileceğine inanıyorum.

 

 

Emin: I’ve Got It All, 2000

 

Peki, altını çize çize izleyiciye kendi hayatından kesitler sunduğunu belirten Tracey Emin için bu bağlamda neler söyleyebiliriz? Tracey Emin de, Munch gibi, kendisini bir araç olarak kullanıp insanlığa dair bir takım tözlere parmak basıyor mu acaba, yoksa sadece sanat piyasası merkezli bir yüzeyde mi dolanıyor? My Bed’de (1997) sergilediği külotlarındaki kan lekesi “sanatçının yüreğinden akan kan” olarak değerlendirilebilir mi gerçekten? Emin’in ‘itiraf’larındaki cinsel içerik erotik midir yoksa bir paparazzi fotoğrafçısının beğenisini mi yansıtır? Ve acaba Emin bacaklarını açarak yarattığı sansasyonla (örneğin I’ve Got it All ile) “daha çok satan bir sanatçı” olmasaydı, teşhircilik merakı aynı derecede devam eder miydi? Emin bu anlamda cidden, alkışçılarının söylediği gibi “çok samimi” bir sanatçı mıdır? Sanatçı mıdır? Nedir?

 

Günah Çıkarmanın Sanatı

“Emin yüzyılımızın en samimi ve en kıymetli sanatçılarından biridir.”[6]

“Emin “Why I Never Became a Dancer” adlı videosunda kişisel tarihine dair anlattıkları ile izleyiciyi, kendi iç dünyasına yönlendirerek cinsellik, aşk ve yaşam beklentileri üzerine düşünmeye davet ediyor.”[7]

“Emin’in desenleri öyle samimi ki, ancak bir züppe onları beceriksizce yapılmış zannedebilir.”[8]

 

Tracey Emin, reklam imparatoru Charles Saatchi’nin ekolleştirdiği Genç Britanyalı Sanatçılar’dan (Young British Artists) biri olarak ve bir “günah çıkarma sanatçısı” (confessional artist) kimliğiyle sanat/magazin dünyasına giriş yaptı. Saatchi’nin kendi koleksiyonundan derlediği sansasyonel Sensation sergisine (1997), içinde 1963 ile 1995 arasında beraber uyuduğu herkesin isminin nakışla işlenmiş olduğu bir çadır enstalasyonuyla (Everyone I Have Ever Slept with 1963-1995) katıldı. Fakat halk arasında tanınmasını sağlayan olay, aynı sene bir televizyon programına sarhoş çıkarak kendini rezil etmesi oldu. Emin bundan iki sene sonra My Bed adlı enstalasyonla 1999 Turner Ödülleri’nin final listesine kaldı. Finale kalmış diğer eserlerle birlikte Tate Gallery’de sergilenen My Bed, sanatçının yatağının, üstündeki pis çarşaflar ve çevresindeki kullanılmış çamaşırlar, prezervatifler, boş içki şişeleri, sigara kalıntıları gibi nesnelerle birlikte sergilenmesinden oluşuyordu. Emin’in yatağı, Turner ödülünü alamasa da sergilendiği dönem içinde medyadan ve sergi izleyicilerinden aldığı ilgi sayesinde sanatçının ‘markalaşma’ yolundaki en önemli adımlardan biri oldu. Daha sonra 150.000£ karşılığında Saatchi koleksiyonuna dâhil edilen[9] My Bed, Saatchi Galerisi’nin sitesinde şu şekilde tanımlanmış:

“Eksiksiz bir hikaye-anlatıcı olan Tracey Emin, izleyiciye evrensel duygularla ilgili samimi keşiflerini sunuyor. Günah çıkarıcı sanatıyla tanınan Tracey Emin, kendi hayatının mahrem detaylarını gözler önüne sererek evrensel duyguları kendine özgü ifade biçimini izleyiciyle paylaşıyor. Emin’in işiyle özel hayatını birleştirmedeki becerisi sanatçının izleyiciyle arasında samimiyet kurmasını sağlıyor.

Tracey bize kendi yatağını tüm ‘utanç verici şanıyla’ gösteriyor. Boş içki şişeleri, söndürülmüş sigaralar, lekeli çarşaflar, kullanılmış iç çamaşırları: bir sinir krizinin korkunç sonuçları. Tracey Emin kendi yatağını sanat olarak sergileyerek, bizimle en özel mekânını paylaşmış ve kendisinin de herkes kadar kusurlu ve kendine güvensiz olduğunu afişe etmiş oluyor.”[10]

 

Emin My Bed’den sonra da, özel hayatından enstantanelerden oluşan ve özellikle cinsel içerikli yazılı ya da görsel ‘ürünlerle’ izleyiciyle ‘mahremiyetini paylaşmaya’ devam ediyor. Aynı zamanda sarhoşluğu, kürtajları, yeme bozukluğu, içki sorunu, göğüslerinin ölçüsü, intihar teşebbüsü, on üç yaşında tecavüze uğramış olması gibi konularla medyanın ilgisini ve ‘Tracey Emin markasını’ sabit tutmayı başarıyor. Julian Stallabrass’a göre markalaşmış sanatçılar, robotlar gibi, “özgül ve tahmin edilebilir davranışlar sergileyen alegorik figürlerdir.”[11] Bu bağlamda Emin’in izleyicinin gözleri önüne serdiği öne sürülen mahrem paylaşımlarındaki samimiyeti sorgulanmaya oldukça açık.

Emin’in kariyerinin başlarında sergilediği ‘darmadağın hayatlı, sorunlu kız’ imajı, bugün de, bir samimiyet, kendiliğindenlik, açık sözlülük ve dürüstlük gibi nitelendiriliyor. “O da sizin gibi (kusurlu) biri” mesajının altı çiziliyor. 2007 yılında Kraliyet Akademisi’ne kabul edilen ve İngiltere’yi Venedik Bienali’nde temsil eden Emin de ‘kusurlu’ imajını gerek itiraflarıyla, gerekse ‘yanlışlıkla’ yaptığı yazım hataları ve özensiz görünüşlü çizimleriyle bir alt mesaj olarak vurgulamaya devam ediyor.

Bu noktada kendime sorduğum soru şu: Emin’in çizimleri, enstalasyonları, nakış işleri ya da kısa filmleri Giacometti’nin yapmak istediği gibi bir yere gömülmüş olsalar ve bir gün, Tracey Emin adlı kişi, günümüzün ahlaki değerleri ya da sanat piyasasının eserlere biçtiği değerler tamamen unutulmuş olduğu zaman yeniden bulunsalar, kendi ayakları üzerinde durabilecek sanat eserleri olarak değerlendirilebilirler mi? Şimdi samimi diye nitelendirilen ‘eserler’ Emin markası kaybolunca ne derece özgün, samimi ya da ölümsüz olabilirler?

 

 

Emin: If I have to be honest I’d rather not be painting, 1996

 

 

                                                                                                                                            


[1] [1] Jean Genet, Giacometti’nin Atölyesi (İstanbul: Metis Yayınları, 1999) s. 37.

[2] A.g.e., s.43.

[3] Paul Erik Tøjner, Munch: In His Own Words (Londra: Prestel Verlag, 2001) s. 183.

[4] Rainer Maria Rilke, Lettere A Una Giovane Poeta, (Milano: Arnoldo Mondadori Editore, 1997).

[5] Ulrich Bischoff, Edvard Munch (Köln: Taschen, 1994) s.34.

[6] Jonathan Jones, The Guardian, 15 Haziran 2009.

[7] Meltem Çetinkök, “Ankara’da ‘Söz-Masal, Karmaşık Anlatılar: Farklı Noktalardan Bir Video Geçidi’ Sergisi”, Sanat Dünyamız, Sayı:109, (Kış 2008).

[8] Jonathan Jones, The Guardian, 15 Haziran 2009.

[9] Ashley Davis, The Guardian, 11 Ekim 2002.

[10] http://www.saatchi-gallery.co.uk/artists/artpages/tracey_emin_my_bed.htm

[11] Julian Stallabrass, Sanat A.Ş. – Çağdaş Sanat ve Bienaller, (İstanbul: İletişim/sanathayat dizisi 2004).

Edvard Munch, Genç Britanyalı Sanatçılar, Charles Saatchi, Alberto Giacometti, Tracey Emin