Aşağıdaki metin, Edhem Eldem’in, Yannis Hamilakis’in Ulus ve Harabeleri kitabına yazdığı “Önsöz”dür.
Yannis Hamilakis’in The Nation and its Ruins (Ulus ve Harabeleri) isimli kitabının yayınlanmasının üzerinden on üç yıl geçtikten sonra Türkçe tercümesinin yayınlanması geç de olsa çok sevindiricidir. Arkeoloji, tarih, siyaset ve antropolojinin kesiştiği bir noktada yer alan bu çalışma, günümüz toplumu ve siyaseti ile geçmişin izleri ve yansımaları arasındaki karmaşık ilişkiyi gözler önüne sermiş, bunu yaparken de belirli bir disipline hapsolmadan, uzmanlardan meraklı genel okuyuculara kadar uzanan geniş bir kesime hitap etmeyi başarmıştır.
Eser bu başarısını, bir taraftan yaklaşımının yeniliğine, diğer taraftan ise yapısının özgünlüğüne borçludur. Eğitimi ve mesleği açısından arkeoloji biliminin merkezinde yer almasına rağmen Hamilakis, birçok meslektaşından farklı olarak disiplininin dışında yer alan ama bu disiplinle kuvvetli bağlantıları olan alanlarda faaliyet göstermiş, araştırmalar gerçekleştirmiştir. Ulus ve Harabeleri’nin yeniliği tam da bu disiplinlerarası niteliğinden kaynaklanmaktadır. Kitabın yapısal özgünlüğü ise, zaman akışına veya tematik birliğe dayanan uzun soluklu bir anlatım yerine birbirinden ayrı ama genel sorunsal açısından bağlantılı vaka incelemelerinden oluşan bir yapının tercih edilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Bu özelliği çalışmanın çok daha esnek bir şekilde okunmasına imkân verdiği gibi, aynı sorunun farklı zaman ve bağlamlarda incelenerek değişik veçhelerinin ele alınmasını mümkün kılmaktadır.
Pek tabii ki kitabın temelini oluşturan olgu, Yunanistan’ın yakın geçmişiyle olan ilişkisinin biraz farkında olanları şaşırtmayacaktır. 1830’da kurulan modern ve bağımsız Yunanistan’ın kendi harabelerinin üzerinde yükseldiği, varlığını büyük ölçüde Aydınlanma Avrupa’sının oluşturduğu Yunan medeniyeti kurgusunun üzerine eklemlenmiş siyasi bir harekete borçlu olduğu çokça söylenmiş ve tekrarlanmıştır. Bu anlamda Yunan ulusal kimliğinin ve bunun en etkin tezahürü olan Yunan milliyetçiliğinin, geçmiş ile bugünü –ve hatta geleceği– birbirine bağlamaya yarayan araçlardan biri olarak algılanan arkeolojiyle sıkı olduğu kadar karmaşık bir ilişkisi olduğu iyi bilinmektedir. Aslında neredeyse her ulus-devletin oluşumunda –veya icadında– gözlemlenebilen bu ilişkinin, Yunanistan bağlamında başkalarında olmadığı kadar derin, hayati ve uzun süreli bir nitelik kazanabildiği de aşikârdır. Bu anlamda Ulus ve Harabeleri’nin hedefi ve başarısı bu bilinenleri tekrarlamanın, malumu ilam etmenin veya –sıklıkla yapıldığı gibi– milliyetçiliğin basit kurgularını ifşa etmenin çok ötesine geçmektedir. Hamilakis, zaten kabul gören bu durumun aslında nasıl işlediğini, ne gibi çelişkiler ve devamlılıklar içerdiğini, ne gibi toplumsal olgulardan beslendiğini, devletin ve siyasi aktörlerin elinde nasıl şekillenebildiğini, zaman içinde ne gibi değişiklikler gösterebildiğini ve arkeoloji disipliniyle nasıl bir etkileşim içine girebildiğini sakin ve dikkatli bir dille ortaya koymaktadır.
İngiliz elçisi Lord Elgin’in Parthenon’un alınlığından söküp götürdüğü frizlerin Londra’daki British Museum’da son bulan macerasıyla Yunanistan’ın bu “millî” değerleri geri almak için yıllardır, onyıllardır vermekte olduğu mücadeleyi Hamilakis isteksizce ve neredeyse mecburen kitaba dahil ederken aslında amacının çok daha geniş ve iddialı olduğunu göstermektedir. Metaksas’ın diktatörlüğü esnasında Sparta modelinin faşist bir düzenin ilham kaynağı olarak kullanılması; İkinci Dünya Savaşı’ndan ve özellikle takip eden İç Savaş’tan sonra 1950’lerde tutuklanan komünistlerin Makronisos Adası’ndaki kamplarda irili ufaklı Parthenon modelleri ve maketleri yapmaya zorlanarak “eğitilmesi”; ya da Atina’da düzenlenen 2004 Olimpiyat Oyunları’nın çoğu kitsch’e varabilen antik Yunan’dan mülhem canlandırmalarına fırsat oluşturması gibi “vaka incelemeleri”, meselenin ne kadar karmaşık ve çokboyutlu olduğunu göstermeye yeterlidir. Keza, İngilizler tarafından “çalınan” frizlerin yokluğunu vurgulamak için Atina’da inşa edilen Akropolis Müzesi, neredeyse iki yüzyıl boyunca Yunan devletinin eski eserlere yönelik tercih ve politikalarının gelişimi, ya da 1977 yılında Vergina’da Makedonya krallarının mezar höyüklerini keşfetmiş olan arkeolog Manolis Andronikos’a atfedilen “şaman” vasfı gibi konuların her birinin başlı başına birer inceleme olarak okuyucuların ilgisini çekeceğinden eminim.
Ne var ki bu kitabı Yunan veya uluslararası bağlamında değerlendirmek yeterli değildir. Unutmayalım ki bu eser Türkçeye çevrilerek Türkiye’de yayınlanmaktadır. Bu durumda meseleye Türkiye açısından bakmak kaçınılmaz bir ihtiyaçtır. Bunun bir boyutu doğal olarak Osmanlı geçmişiyle ilgilidir. Yunanistan’ın bir devlet olarak bağımsızlığını kazanması kadar modern Yunan ulusunun oluşumu, kısmen Osmanlı idaresi altında, daha büyük bir kısmıyla da Osmanlı hükümranlığına direnerek ve karşı gelerek ortaya çıkmış olgulardır. Dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun Yunan millî tarih kurgularında çok önemli bir yer tuttuğu inkâr edilemez bir gerçektir. Bunun ise esas itibariyle olumsuz bir rolle bağlantılı olduğu açıktır: Osmanlılar –çoğu zaman kullanılan tabirle Türkler– Yunan ulusunu, kültürünü, dilini, hatta varlığını baskı altında tutmuş, ezmiş, dolayısıyla da sadece özgürlüğünü değil, gelişimini engellemiş olan bir kuvvet olarak algılanmakta ve Yunan ulusal tarih kurgusunda yer almaktadır.
Gerçi bu olgu, arkeolojiden çok tarihle ilgili olduğu için Ulus ve Harabeleri’nde çok merkezî bir yer tutmasa da, çeşitli bağlamlarda Osmanlı etkeninin yüzeye çıktığı dikkat çekicidir. Osmanlı idaresi altında Yunan ulusunun kalıntılarının ve mirasının talan edildiği, mermerlerin kirece döndürüldüğü ve en önemli eserlerin ilgisizlik, menfaat veya zaaf neticesinde Elgin gibilerine peşkeş çekildiği gibi görüşler, Hamilakis’in Yunan milliyetçiliğine eleştirel bakışı sayesinde ortaya koyduğu tespitlerin içinde yer almaktadır. Buna ilaveten Ulus ve Harabeleri, Yunan eski eser saplantısının Osmanlılarla bağlantılı diğer bir veçhesini de meydana çıkartmaktadır: Osmanlı döneminden arta kalmış olan ve ulusal kurgunun dışında kalan, daha doğrusu bu kurgudan dışlanan eserlerin en iyi ihtimalle yok olmaya terk edilmesi, sıklıkla da bilinçli bir şekilde imha edilmesi. Gerçekten de arkeolojik kalıntılarda “gerçek” veya “öz” sayılan ilk katmana dönüp sonrasında biriken “muhdes” yapıların yok edilmesini meşru gören yaklaşımın Yunanistan’daki tezahürünün önemli bir kurbanı, dört asırlık Osmanlı varlığının izleri olmuştur.
Türkiye’den bakıldığında bu olguların kendi tarihimizle ve özellikle eski eserler konusunda 19. yüzyıl boyunca alınan tedbirlerle arasındaki bağlantı ve benzerlikler akla gelmektedir. Osmanlıların uzun bir ilgisizlikten sonra eski eserlerin ideolojik gücüyle ilk defa karşılaşmaları Yunan Bağımsızlık Savaşı’na rastladığı gibi, devletin arkeoloji ve eski eserler konusundaki ilk girişimleri de ister istemez Yunan medeniyeti ve kimliğiyle bağlantılı olgularla ilişkili olmuştur. Ayasofya’nın tamirinden Aya İrini’nin müze olarak kullanımına ve içerisinde yer alan eserlerin niteliğine kadar Yunan veya Bizans kimliğinin belirgin olması bir yana, Müze-i Hümayun için çalışan kişilerin birçoğunun Rum olması ve devlet dışındaki başlıca arkeolojik girişimlerin Rum nüfus ve cemiyetleri arasında yer alması, Türk tarihçiliğinde yeteri kadar vurgulanmayan, hatta bilinçli bir şekilde göz ardı edilen konulardır. Keza Osman Hamdi Bey’in 1884’te hazırladığı meşhur Asar-ı Atika Nizamnamesinin (Eski Eserler Yönetmeliği) ilhamını Yunanistan’ın 1834 tarihli aynı konudaki kanunundan almış olması dikkat çekici bir konudur.
Ancak Ulus ve Harabeleri’nin Türk okuyucusunu asıl ilgilendirecek boyutu, başta milliyetçilik olmak üzere ideolojik boyutta Yunanistan ile Türkiye arasında kurulabilecek benzetmedir. Bunun en basit seviyesi, “komşunun” arkeolojideki kurgularının “bizim” bu konudaki çabalarımızdan çok daha yoğun ve dolayısıyla daha da az gerçekçi olduğu tespitinden duyulabilecek tatmin ve rahatlamadır. Ne var ki “tencere dibin kara” seviyesindeki bu yüzeysel okuma yerine daha karmaşık bir analiz meselenin hiç de o kadar “rahatlatıcı” olmadığını gösterecektir. Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük sorunu, kendi topraklarında yer alan eski eserler ile kendi kimliği arasında sağlam bir bağ kuramaması olmuştur. Kemalist dönemde bu çıkmazı çözmenin yolu olarak icat edilmekte olan Türk ulusunu Anadolu medeniyetlerine bağlamanın yolları aranmış, Hitit, Sümer gibi medeniyetleri Türklükle ilişkilendirmeye kadar gidilmiş, hatta Helen medeniyetinin asıl kaynağının Anadolu ve İyonya olduğu yönündeki iddialarla Yunan arkeolojik sermayesine de el uzatılmıştır.
Ne var ki Kemalist ideolojinin bu kurguları devletin tekelci uygulamaları sayesinde ders kitaplarından meydan heykellerine ve banka isimlerine kadar yayılmışsa da, çok dar ve “inançlı” bir kesim dışında kimseyi ikna edememiştir. Dolayısıyla ordu ve yargı yoluyla sistem üzerinde uygulanan vesayet zayıfladıkça, miras konusu, “tabii” sayılabilecek ve geniş bir tabana oturabilen mecralara yönlenmiştir. Bunların ilki olan Türklük zaten kabul gören bir kurguydu; İslami kimlikten oluşan ikincisiyse, siyasi yapılanma ile popüler kültür birbirine yaklaştıkça üzerindeki baskılardan kurtulmayı başararak ön plana çıkmaya başlamıştır. Turgut Özal zamanında “Türk-İslam sentezi” adı altında alternatif bir kurgu olarak belirmeye başlayan bu kurgu artık bugün devletin tartışıl(a)maz ideolojisi haline gelmiştir. Bunun Kemalist dönemdeki dayatmalardan en önemli farkıysa, kuvvetli bir toplumsal dayanağı olmasından dolayı çoğunlukçuluk kisvesi altında karşı konamaz bir güç kazanmış olmasıdır.
Bütün bunların ışığında, Ulus ve Harabeleri’nin bir Türkiye uyarlamasının, şekilde ne kadar farklıysa da özde ne kadar benzer olduğunu görmemek imkânsızdır. “Bizim” ulusumuz başından beri harabelerle sorunlu bir ilişki yaşamıştır. Kendinden sayamamış, ardından saymak için tarihi tahrif etmeye kadar gitmiş, sonunda da en fazla bin yıllık bir geçmişe dayandırdığı bir mirasla yetinmeye karar vermiştir. Bu değişim içinde arkeolojinin artık pek bir faydası kalmadığından, bu alana tamamen faydacı bir gözle bakılmaya başlanmış, turizm yoluyla bir ekonomik kazanç kaynağına, eser iadesi konusundaki girişimler ise “dış güçler” ile hesaplaşmanın bir aracına dönüştürülmüştür. Bu anlamda Parthenon frizleri meselesinin Yunanistan’da ne kadar yankı bulduğunu, Türkiye’de Bergama sunağı gibi vakaların ise halk arasında ne kadar az karşılık bulduğunu hatırlatmak yeterlidir.
Arkeoloji ve harabeler konusundaki zaafını telafi etmek için Türkiye’nin tarih ve kurguya nasıl başvurduğuna bakınca iki ülke arasındaki temel benzerlikler bir anda ön plana çıkabilmektedir. Yunanistan’ın Hamilakis’in de vurguladığı gibi antik Helenizm ile Hıristiyan Bizans’ı birarada yoğurarak oluşturduğu kurgunun benzerini, Türkiye, Kemalizmden intikal eden Türklük ile İslami kimliği biraraya getirerek meydana getirmiştir. Harabelerden ve eski eserlerden aparılmış yapı ve motiflerden kendine has bir kitsch yaratmış olan Yunanistan’ın karşısında Mimar Sinan’ın camilerinin muhtelif ölçeklerde beton kopyalarını üreten, mehter gösterilerini kutsayan ve resmî ideoloji tarafından on altı Türk devletini temsil ettiği iddia edilen kıyafetlere bürünmüş askerleri dizen bir Türkiye yer almaktadır.
Bu mukayeseden anlayacağımız, ulusu hayal etmenin tek yolunun arkeoloji ve harabelerden geçmediğidir. Başından beri harabelerin kendine ait olduğunu hisseden veya hissettirilen bir Yunanistan’a karşılık, “ulusal” kalıntılara sahip olmayan veya elindeki geçmişin somut izlerini bir türlü “ulusal” boyuta taşıyamayan ülkeler için folklor, din, simgeler, efsaneler gibi soyut olgular rahatlıkla maddi kanıtların yerine geçebilmektedir. Aslında tüm bunların birleştiği ortak payda, tarihî bir kurgu oluşturma çabasından başka bir şey değildir. Yannis Hamilakis’in incelediği Yunanistan’a özgü durumu başka bir lisana, başka bir kültüre, başka bir siyasi ortama “tercüme” ederken, kullanılan araçlar farklılaşsa bile özdeki niyetin esas itibariyle aynı kaldığını, bunun ise ulusal kimlikten günlük siyasete ve popüler kültüre kadar uzanan geniş bir yelpazede yer alan ve Türkiye’yi tarif etmek için uydurmuş olduğum tabirlerle kliyopat (tarih hastası) ve kliyoman (tarih delisi) bir ruh halinin çeşitli tezahürlerinden ibaret olduğunu hatırlamak gerekir.
Mayıs 2020