Toplum nedir? Son 40 yılda, bu soruya aldığımız en meşhur cevap, 1987’de Woman’s Own dergisine verdiği röportajda Margaret Thatcher’ın ağzından dökülen muzaffer bir olumsuzlama cümlesi oldu: “Toplum diye bir şey yoktur!”. Sol, Thatcher’ın sözlerinin unutulmaması için elinden geleni yaptı; sağ ise, arada sırada, insanlara bu cümlenin hemen ardından gelen sözleri hatırlatmaya çalıştı: “Sadece tek tek kadınlarla erkekler ve aileler vardır”. Peki bu kadın ve erkekleri söz konusu ailelere bağlayan herhangi bir şey var mı?
Thatcher’ın düşünsel esin kaynağı Friedrich Hayek, 1979 yılında, “toplumsal” kelimesinin “olabilecek en içi boş terim” olduğunu yazmıştı: “Hiç kimse [bu kelimenin] gerçekte ne anlama geldiğini bilmiyor”. Hayek, nüfusların davranışlarında kimi örüntülerin belirdiğinden ve bunların nihayetinde büyük ölçekli bir kendi kendine örgütlenme biçimine evrilebileceğinden emindi. Bunun gerçekleşmesini sağlamanın en iyi yolu, milyonlarca insanın gerçek zamanda birbiriyle bilgi paylaşabilmesini mümkün kılacak bir iletişim altyapısı kurmaktı. Hayek’e göre bu altyapı, serbest piyasadaki fiyatlandırma sistemiydi. Covid-19’un ABD’yi etkisi altına almaya başladığı sıralarda New York Times’da, internet üzerinden satış yapan Matt Colvin adlı Tennessee’li bir adam hakkında bir haber yayınlandı. Colvin, artan talebi kâra çevirmek amacıyla 17.700 şişe el dezenfektanı stoklamıştı; fakat sonunda Amazon adamın hesabını askıya almıştı. Colvin’in yaptığı, pek çok kesimde büyük nefret uyandırdı. İyi de, tek yaptığı, fiyat değişiklikleri konusunda yayılan bilgilere uygun bir karşılık vermek değil miydi? Yoksa o “içi boş kelime”nin, her şeye rağmen bir anlamı mı var?
Topluma ilişkin en cesur kavramsal vizyon Émile Durkheim’ınki olabilir. Durkheim, İntihar adlı kitabında (1897), toplumun, psikoloji ya da ekonomiye ilişkin meselelere indirgenemeyecek bir “toplumsal olgu” olduğunu ileri sürüyordu. Bireyler, yalnızca makro düzeyde görünür hale gelen eğilim ve normlar tarafından sınırlandırılıyor ve şekillendiriliyorlardı. Durkheim, zaman içinde ve bir ulustan diğerine intihar oranlarında yaşanan değişikliklerin izini sürerek, intihar düzeyinin yalnızca ekonomik refah ya da kişisel tercihle ilgili olmadığını gösterdi: “Her toplum ... tarihinin her bir ânında, belirli bir intihar yatkınlığına sahiptir”.
Durkheim, sosyolojinin görevinin, bu türden “toplumsal olguları” incelemek olduğuna inanıyordu, istatistik de bu incelemenin başat kanıtı olacaktı. Durkheim’ın anladığı anlamda sosyoloji, (başta Fransa olmak üzere) çoktan yürürlüğe girmiş politik bir projenin saflarına katılıyordu: Ulusları ölçülebilir nicelikler üzerinden tahlil etmek – doğumlar, ölümler ve ölüm sebepleri. İntihar, sosyolog için kullanışlı bir vaka çalışmasıydı; her şeyden önce, görünüşte tek kişilik bir görüngüydü. Dahası, bu konu hakkında halihazırda bol miktarda uluslararası veri mevcuttu. İstatistik, toplumu oluşturan çeşitli kümelenmeleri açığa çıkarabilirdi; bundan da önemlisi, bizi birbirimize bağlayan görünmez normları saptayabilirdi: ortalamaları.
Émile Durkheim, 1858-1917
Şimdi hepimiz Durkheim’cıyız. Her gün, manşetlerde, dünyadaki ülkelerden gelen en son sayılar ve ortalamalar duyuruluyor. Sosyal medyada istatistikler dolaşıyor; insanlar kendi kafalarından yaptıkları hesaplara dayanarak spekülasyonlarda bulunuyor: Şunun %1’i ya da bunun %15’i kaç yapar; hem bu %1’in aslında %3 olmadığını kim nereden bilecek; ayrıca Güney Kore’nin ortalaması niye İtalya’nınkiyle bir değil?.. Fakat, istatistik dediğimiz şey, temelde, devlet güdümünde toplanan veriler ile olasılığa dayalı modelleme yöntemlerinin bileşiminden oluşur. Geniş çaplı dayanışma ve risk paylaşımı olmadığı sürece, demografik ortalamalar bireylere gerçek anlamda güvence sağlayamaz.
Tüm bunlar, Boris Johnson’ı iktidara getiren ve şu anda hiçbir işine yaramayan toplum fikrinden fersah fersah uzak. Brexit’i tetikleyen şey, kolektif olarak hayal edilen bir geçmişin toplumuna, “ulus”a duyulan arzuydu. AB’de kalma taraftarları, Gayri Safi Millî Hasıla ve makro-ekonomik göstergelerden dem vururken, çıkma taraftarları, insanlara, sözümona çokkültürcülük ve küreselleşme sonucunda çözülen bir cemaatin kültürel sembollerini sunuyordu. Mesele daha korunaklı sınırlarla ilgiliydi, doğru; ama, millî bayrakla, Britanya ve İngiltere’yle gurur duyma hakkı da bir o kadar önemliydi. Uluslar, bol bol dayanışma vaat eder; tek sorun, bunu herkese vaat etmemeleridir. Brexit kararını hayata geçirmek için, ateşli bir Brexit taraftarına ihtiyaç yoktu; tek gereken, AB’den ayrılmanın sebep olacağı hasarı umursamayan biriydi. Olguları pek de kaale almayan bir köşe yazarı, ana unsuru hayalî olan bir projeyi hayata geçirmek için biçilmiş kaftandı.
Bir yanına hükümetin sağlık danışmanı Chris Whitty’yi, öbür yanına bilim danışmanı Patrick Vallance’ı alıp televizyon karşısına çıkan Johnson’ın son dönemde yaptığı basın açıklamalarını izlediğinizde, dürtüleriyle mücadele eden bir adam görüyorsunuz. Muzip bir sırıtış, rastgele bir şaka, arada bir saçıyla oynamalar… bunlar, onlarca yıl boyu, gazetelerin genel yayın yönetmenlerini, muhabirleri, Have I Got News for You izleyicilerini ve kabinedeki meslektaşlarını Johnson’ın elinde oyuncak etmeye yetmişti. Oysa, şimdi, Brexit İşini Halletmiş olmakla hatırlanmayı uman adam, birdenbire ölümcül bir salgınla baş etmek zorunda kaldı (Yine de, bir ömürlük alışkanlığından birdenbire kurtulamadığı anlaşılıyor. Ulusal Sağlık Hizmetleri [NHS] için daha fazla solunum cihazı üretilmesi konusunda işbirliğine gidilmesini teşvik etmek amacıyla 60 imalat şirketinin yönetim kurulu başkanıyla gerçekleştirdiği bir konferans görüşmesinde, Johnson’ın bu plandan “Son Nefes Operasyonu” diye bahsettiği söyleniyor).
Hayalî Britanya ya da İngiltere cemaati, öngörülebilir bir gelecek için rafa kaldırıldı. Britanya gönülsüzce de olsa “sefere hazırlanırken”, 2016 yazında ülkeyi ikiye bölen kültürel ve ekonomik ayrımlar askıya alınmış durumda; birkaç aylığına uzak bir adaya kaçarak ya da kırdaki malikânesine sığınarak kendini yalıtabilen ayrıcalıklı azınlığı saymazsak tabii... Nesiller arası ayrım hâlâ hepsinin önünde geliyor; ama birkaç hafta öncesiyle kıyaslayacak olursak, bu ayrım da şimdi çok farklı bir kisveye bürünmüş durumda.
Johnson’ın, iddialara göre ne söylerlerse dinlediği Whitty ve Vallace gibi adamlar için toplum nedir peki? En nihayetinde, birbiriyle bağlantılı milyarlarca düğüm noktasından oluşan bir ağ. Donald Trump’ın, seyahat yasakları ve Covid-19’a karşı geliştirilmekte olan bir aşıyı ABD nüfusunun münhasır kullanımı için satın almaya yönelik çılgınca teşebbüsleriyle yapmayı denediği gibi, bu ağın üzerine zorla bir ulus yerleştirmeye çalışabilirsiniz, ama ağlar matematiğin yasalarına tabidir, egemen ülke yasalarına değil. Bir ağ olarak tahayyül edildiği haliyle toplum, toplam sayılar ve ortalamalarla ilgili bir şey değil; eğilim, davranış, meme, enformasyon ve enfeksiyonların dolaştığı karmaşık bir sistemdir. Ağ yasalarının, özel olarak insani ya da politik hiçbir yanı yoktur; devasa bir ağ haritasındaki noktalar olarak, cıvık mantarlardan ya da hayvanlardan bir farkımız yok; bir sürüden ibaretiz.
Bu dünya görüşü, Durkheim’ın çağdaşı ve eleştirmeni Gabriel Tarde’a kadar uzanan eski bir düşünsel geleneğe dayanıyor. Bu bakış açısına göre, toplum, insanlar arasındaki milyarlarca bağlantıdan oluşan bir örüntüdür. Mikro toplumsal ağları –aileleri, okulları, birahaneleri, işyerlerini vs.– anladığınız takdirde, yeterli bilgisayım kapasitesine de sahipseniz, bu mikro ağlardan meydana gelen makro sistem hakkında da bir fikir edinebilirsiniz. Sosyal psikolog Jacob Moreno, 1930’larda, insanlar arası bağlantıların nasıl daha büyük sistemler ürettiğine dair basit haritalar ve modeller geliştirerek, toplumsal ağların matematiksel araçlarla çalışılmasına öncülük etti. 1970’lerde yazılımdaki ilerlemelerle birlikte, sosyoloji, psikoloji ve bilgisayar biliminin kesişim noktasında, ayrı bir çalışma alanı olarak “toplumsal ağ analizi” doğdu.
Gabriel Tarde, 1843-1904
Dünyaya ağlar çerçevesinde bakmak 1990’larda çok revaçtaydı. Manuel Castells’in Ağ Toplumunun Yükselişi (1996) kitabı, ağların neden çağımızın hâkim örgütlenme biçimi haline geldiğini sosyolojik yaklaşımla açıklama yönündeki en iddialı çalışmaydı. “Ağ” kavramı, küreselleşmenin sıkı biçimde bütünleşmiş çokkutuplu dünyasına uygun görünüyordu. Havaalanlarındaki kitapçılar, ağ çağında “belirme”, “güç yasaları” ve “virallik” gibi konular hakkında bilmek isteyeceğiniz her şeyi anlatan başlıklarla dolup taşıyor, Malcolm Gladwell’in Kıvılcım Anı (2000) kitabı rafların en önünde yer alıyordu. Bu fikirlerin aniden büyük ilgi görmesi, kısmen internetin gündelik hayata girmesinin yan etkisiydi ama aynı zamanda altlarında yatan bireyci temellerin de yansımasıydı. Bir ağ kuramcısı için toplum, herkesin kendi kişisel işiyle iştigal etmesinden sonra ortaya çıkan şeydir. Bruno Latour ve Gladwell gibi düşünürler, en azından bir noktada Thatcher’la hemfikirdirler: Onlara göre de toplum diye bir şey yoktur – sadece düğüm noktaları ve bağlantılar vardır.
Bu dünya görüşünden çıkan öğüt, çoğunlukla fark edilmeden kalan küçük ve marjinal değişimlerin orantısız potansiyelini teslim etmemiz gerektiğidir. Mikro ve makro düzeyler, yeni ve öngörülmez bir yakınlıkta biraraya getirilir. Burada paranoyaya da alan açan bir zemin var. Ağlar, sınırlarında başlayan minör olaylarla baştan aşağı yenilenebilir. Ekonomist Branko Milanović’in son dönemde twitter hesabında yazdığı gibi: “21. yüzyılın (bugüne dek) en etkili kişisi: Hubei eyaletinden bir çiftçi.” Gladwell’in kitabı, “viral pazarlama” ve “cool trend avcılığı” [coolhunting] gibi yeni teknikleri icat edip yaygınlaştıran pazar araştırmacılarının başucu kitabı haline gelmiştir. Mikro değişimlerin taşıdığı makro potansiyele duyulan bu inanç, Richard Thaler ve Cass Sunstein’ın ortaya attığı “dürtme” [nudging] kavramının da merkezinde yer alır: asgari çaba, asgari maliyet ve asgari zorlamayla bireylerin davranışını değiştirmeyi hedefleyen, neredeyse fark edilmeyecek kadar belli belirsiz olup önemli toplumsal yararlar sağlayan devlet müdahaheleri. Thaler ve Sunstein’ın Dürtme (2008) başlıklı kitaplarında verdikleri en meşhur örnek, Amsterdam’ın Schiphol havaalanındaki pisuarların üzerine boyanan sinek resimleriydi: Erkekler hiç düşünmeden sinekleri hedef aldıkları için, yere sıçrayan idrar miktarı da azalmış oluyordu.
Yeni bir siyasi fikre muhtaç olup ideolojik bir hamle yapmaya yanaşmayan [Muhafazakâr] David Cameron hükümeti [2010-2016], beraberinde getirdiği gönüllülük ve sosyal girişimcilik esasına dayalı “Büyük Toplum” vizyonuyla birlikte bu “dürtme” hikâyesine sıkı sıkı sarılmakta gecikmedi. Tüm bunların ortak noktası, maliye veya düzenleme bakımından devletin fazla bir şey yapmasını gerektirmeyecek şekilde, ahlaki sorumluluğa ve yurttaşlık bilincine bağlılıktı. Ufak tefek birkaç ayarlamayla, para harcamaya veya merkezî planlamaya gerek kalmadan, toplum adeta sihirli bir değnekle varlığa gelecekti. “Toplum diye bir şey vardır,” diyordu Cameron. “Ama devletle aynı şey değildir.” Çoğunlukla “Dürtme Birimi” olarak bilinen Davranışsal İçgörü Takımı (The Behavioural Insights Team) 2010’da doğdu ve 2014’te ayrı bir birim olarak bağımsız bir şirkete dönüştü.
Davranışsal İçgörü Takımı’nın, COVİD19 nedeniyle uzaktan eğitime geçen öğrencileri sürece adapte etme önerileriyle ilgili sayfanın ekran görüntüsü.
Dürtme biriminin, Britanya’nın pandemiye tepkisi üzerinde ne derece etkili olduğu belirsiz, fakat hükümetin nispeten gevşek yaklaşımı da yaygın bir tedirginlik yarattı. Başta, hükümetin izlediği politika, sert müdahaleleri fazla erken yürürlüğe koymanın tehlikelerine karşı uyarıda bulunan davranışsal içgörülere fazlasıyla bel bağlamış görünüyordu, böyle bir durumda “direnç kaybı”nın yaşanacağından ve insanların yeniden sosyal temasa döneceğinden endişe ediliyordu. 11 Mart günü, dürtme biriminin başında bulunan psikolog David Halpern, BBC News’a verdiği ürkütücü bir demeçte, olağan çalışma ve aile yaşamlarını sürdürebilecek genç ve sağlıklı nüfus arasında “sürü bağışıklığı” yaratmak için hükümetin göz göre göre enfeksiyonun yayılmasına izin verdiğini iddia etti. Birleşik Krallık hükümeti, diğer ülkelerle karşılaştırıldığında benzersiz bir yaklaşım benimsemiş görünüyordu: Toplumsal bağlantıları geçersiz kılarak toplumu savunmanın mümkün olmayacağı görüşünde gibiydi.
Hükümet ve danışmanları bu laissez-faire yaklaşımı nedeniyle epey eleştiriye maruz kaldı: Dünya Sağlık Örgütü örtük, Lancet dergisi ve birçok önemli epidemiyolog açık biçimde hükümeti eleştirdi. Epidemiyoloji bilimi doğru önlemin tüm sosyal toplanmaları yasaklamak olduğuna işaret etmişken, sosyal ağ modellemesine ve davranış bilimine bel bağlamanın vahim bir kayıtsızlık olduğu düşünülüyordu. Okulların ve kamusal mekânların hâlâ açık olduğu sıralarda Twitter’da #BorisTheButcher [KasapBoris] etiketi en çok konuşulan konu oldu ve Britanya’nın ekonomisini yurttaşlarının hayatının önüne koyduğu dillendirildi. Uzmanlar hükümet müdahalesinin çeşitli yan etkilerini tartarken (örneğin okullar kapandığında hekimlerin çocuklarına kim bakacaktı?), kamuoyu büyük ölçüde sadece hükümetin harekete geçmesini istiyordu.
Halpern’in demecinden birkaç gün sonra hükümetin tutumunda kökten bir değişim oldu: Değişimi tetikleyen, hükümeti bilgilendirmekte olan Imperial College Covid-19 Müdahale Ekibi’nin yayınladığı rapordu. Rapor, hükümeti eleştirenlerin söylediklerini doğrular nitelikteydi: Yıkıcı ölümlerden ve sağlık sistemini kaldıramayacağı bir yükle karşı karşıya bırakmaktan kaçınmanın tek yolunun, mümkün olan her yerde sosyal teması asgariye indirmek olduğu söyleniyordu (rapordaki modellemeye göre, salgının zirvesinde oluşacak yoğun bakım yatak talebi mevcut kapasitenin sekiz katıydı). Fakat rapor, geniş çaplı bir toplumsal tecritten tek çıkış yolunun bir aşı olduğunu da ekliyordu, ki onun geliştirilmesi de muhtemelen en az 18 ayı bulacaktı. Hastanelerdeki yoğun bakım kapasitesinin düşüklüğünden ve (benzer ekonomilere kıyasla) ülkedeki solunum cihazı sayısının azlığından on yıllık Muhafazakâr yönetimleri sorumlu tutabilirsiniz; keza insanların büyük çoğunluğunun yaşamak için ücretli çalışmaya bağımlı olmasından kapitalizmi sorumlu tutabilirsiniz; ama dürtme birimcilerinin şu düşüncesinde belli bir sosyolojik açık sözlülük olduğu da bir gerçek: Britanya’daki gibi bir toplum (devletinin, son 40 yıldır, eline geçen her fırsatta taşeronlaştırma, piyasalaştırma ve teşviğe bağlama yolunu seçtiği bir toplum), insan refahı açısından vahim sonuçlar yaratmadan birdenbire şalter indiremez.
Ne kadar süreceğini kimsenin bilmediği bir tam durdurma sürecine doğru giden Britanya’da, gündelik sosyallik olmadan toplumu ayakta tutmanın ne kadar zor olduğu kısa sürede ortaya çıkacak. Thatcher ve Hayek vizyonu, sonunda bizi, çok sayıda insanın günü gününe yaşamak için emek piyasasının anlık hareketlerine muhtaç kılındığı, o piyasa çöktüğünde ne birikimleri ne de devlet desteği olmadan kalakaldıkları “esnek” bir ekonomiye maruz bıraktı. Ücret, kira, kredi kartı ödemesi ve gündelik tüketim, kendi “ânında” tedarik zincirine kilitlenmiş durumda ve bu zincir, sorunsuz işlediğinde bile yeterince stresli. Refah devletini elden geçirip, cezai koşulların güdümünde daha girişimci, iş peşinde koşan, faal bir halk olmayı teşvik eden Britanya’nın, herkes için en acil ihtiyacın evde oturmak olduğu bir zamanda güveneceği pek bir şeyi kalmadı. Bir şey yapmak zorunda olmadan gelir elde eden rantiyeler ile geri kalanlar arasındaki sınıf ayrımı hemen keskinleşti.
Şimdi herkes kaygı içinde, dar zamanda sırtını yaslayacak bir yer ararken, topluma ilişkin rakip ideolojiler arasında bir çakışmaya tanık oluyoruz. Cemaatler çaresizce devletten medet umarken, devlet de ümitle cemaatlere yüzünü çeviriyor. Şimdi kaç çaresiz genç erkeğin, cemaatin de devletin de acizliğini görüp, öfke içinde son çare olarak “ulusa” yöneleceğini kim bilir? Çoğu Britanyalı’nın hayatı boyunca toplumun sembolü olmuş bir kurum varsa, o da Ulusal Sağlık Hizmetleri’dir (NHS). NHS’nin sağladığı sosyal güvenlik ağının önümüzdeki üç ay boyunca yeterli olmayacağını herkes biliyor. Bir noktada, iyi veya kötü, yeni bir şey doğacak. O âna kadar, toplum geniş bantlı bir ağ olmaya devam edecek.
William Davies’in London Review of Books’ta yayınlanan Society as a Broadband Network başlıklı yazısının çevirisidir.