Tiraje ile ilk kez, Abidin Dino’nun önerisi üzerine, 1984 yılında Büyükada’daki evinde buluştuk. Çalışmalarını gösterdi bana ve arkasından bir sergi düzenlemeye karar verdik. Türkiye’deki yegâne sergisini 1970 yılında Galeri Bir’de açmıştı. 1985 yılında, Ankara’da Galeri Nev’de açılacak sergisiyle birlikte bir de édition de luxe kitap yayınlamayı önerdim: desenlerinin röprodüksiyonlarından oluşan, serigrafiyle 100 kopya çoğaltılmış, kopyaların ilk on adedinde orijinal bir deseni de bulunan bir derleme. Kitabı hazırlarken Tiraje’nin birçok desenini görme fırsatı buldum. Derleme çalışmaları ilerledikçe ara ara İstanbul’da buluşuyor ve hazırladığım maketleri gözden geçiriyorduk. Her defasında Büyükada’ya gitmek zor olacağı için bu buluşmalar ortak dostumuz olan Emil Galip Sandalcı’nın Ihlamur’daki evinde oluyordu. Kitabın metnini Patrick Waldberg yazacaktı: “Zamanların Hafızası”. Waldberg sürrealist bir şair, eleştirmen ve sanat tarihçisiydi. New York’ta yaşarken 1941’de André Breton’la tanışmış, savaştan sonra da Paris’e göçerek sürrealistlere katılmıştı. En önemli kitabı, 1962’de çıkan ve hâlâ yeni baskıları yapılan Sürrealizm idi. Bir de Max Ernst biyografisiyle tanınıyordu. 1985 Nev sergisinin adı da Zamanların Hafızası olmuştu.
Ali Artun
Tiraje’nin yaşamını Paris ile doğduğu Türkiye arasında paylaşmasının, onun espirisini, duyma ve görme yeteneğini, çelişkili değilse de, çoğu kez birbirinden başka yönlerde biçimlendirmesi kaçınılmazdı. Paris bir olaydır, olayların tarihle günü gününe temasıdır, fikirlerin karşılaşmasıdır, yeni atılımların aydınlığa çıkarılmasıdır, gerçek ile hayalin sürekli sorgulanmasıdır. İstanbul ise, antik dünyayla yakınlık, Doğu’ya açılış, zamandışılığa tanınan öncelik, Bizans’ın aydınlatıcı varlığı ve efsanevi düşüncenin tarihin keşfinin önünde gelmesidir. Geçenlerde, son yıllarda yaptığı desenleri incelerken, Tiraje’nin eserinin bu ikili titreşimin ritmine uyduğu kanısına vardım. Güncel olaylar ile zamanların hafızasındaki izler öylesine yan yana, üst üste veya iç içeler ki, biraz uzunca baktığında, bunların bir antik söylemin izi mi, yoksa güncel davranışların kolayca algılanabilen yansıması mı olduğunu ayırt etmekte tereddüte düşüyor insan.
Dünyanın en zengin sanat müzelerinden birini, görmenin sırrına ermiş, aynı zamanda şair olan bir tarihçiyle birlikte gezişimi hatırlıyorum. Mısır ve Kalde, Hint ve Çin, Yunan ve Roma’yı geçip de Giotto’nun bulunduğu salona vardığımızda, rehberim ve mürşidim olan dostum, kollarını açarak, “Burada günlük olaylar başlıyor,” dedi. Baştan sarsıcı gelen veya en azından şaşırtıcı olan bu sözün anlamını kavrayana kadar uzun uzun düşündüm. Georges Duthuit’in bu veciz sözüyle bana öğrettiği, Giotto’nun sanatının bir kopmayı ifade ettiğidir: İşaretlerin ateşinin yerine bundan böyle görünümlerin pırıltıları geçecektir. Oysa, bilindiği gibi, önemli her eser, evrensel sanatın seçkinleri arasında yerini alacaksa, mutlaka ikili bir iz taşımalıdır: Bir taraftan, biçimlerin heybeti, kutsala yöneliş, sembollerin zenginliği, diğer taraftan olup bitenlerin bilinci, sevinçleri ve acılarıyla cennet bahçelerinden cehennem kapılarına kadar uzanan, insanlığın yeryüzündeki kaderine keskin bir bakış. Tiraje’nin desenleri işte bu ikili niteliğe sahip; onların çekiciliğini yaratan etkenlerden biri de bu.
Tiraje’nin çoktandır şerit, friz veya bandrol türü bir formata eğilimi var. Bunların üstüne, hareket halinde insanlar, kortej, saraban, defile veya konvoylar çizilmiş. Ancak bunlarla, Marquet veya Matisse’in gençliklerinde yaptıkları, sokak sahnelerini –arabayı çeken at, bisikletli, telaş içindeki yayalar– ânında tespit etmeyi amaçlayan ‘dakikalık-desen’ arasında hiçbir benzerlik yok. Tiraje de bizi, sokağa, agoraya, bulvara, hatta çarşının tam ortasına götürüyor; bazen kalabalıklarla, insan gruplarıyla, bazen birbirleriyle karşılaşan ya da birbirlerini izleyen yalnız kişilerle, belirsiz yönelimlerle itilerek dağılan insanların oluşturduğu parçacıklarla yan yana getiriyor. Ancak, Tiraje’nin, kimlikleri tespit edilmesi güç topluluklarında çarpıcı olan, aynı zamanda insanı saran yön, bu toplulukların zamanın dışında oluşlarıdır. Kuşkusuz, Tiraje’nin desenleri güncel kaynaklarla yüklü: Çalkantı, sokakların kargaşası, yaşama kaygısı... Bununla birlikte, bize öyle geliyor ki, bu desenler Nil, Fırat ve Dicle uygarlıklarına da ait olabilir. Bir mumyanın sargıları üzerine çizilmiş, bir Babil rulosu üzerine kakılmış veya Iraquis’li bir Kızılderili’nin savaş mesajı gibi bir ağaç kabuğuna oyulmuş olabileceklerini seziyoruz.
Tiraje’nin topluluklarının arasında, şurada burada, dolgun biçimli, ifadeleri gizli, Fayoum portreleri kadar güzel ve esrarengiz bazı kadın portrelerinin de bulunduğu görülüyor. Kişiliğin varlığı, mesafe, şeffaflık, onun sanatının nitelikleridir. Yaşam duygusu öylesine heyecanlı, öylesine berrak, öylesine içten ki, her yarattığı doğal bir hareketten ortaya çıkmış gibi oluyor ve tüm katılıkları dışlıyor. Tiraje, zamanların hafızasındaki izleri keşfetmek gibi nadir bir imtiyaza sahip.
Paris, Aralık 1984