Cynthia Cruz
Otuz yılı aşkın bir süre boyunca, çok çeşitli birebir terapilere ve grup terapilerine katıldım. Amacım, kafamdakileri ve yaşadıklarımı, öneri ve eleştirileriyle sorunlarımı çözmeme yardımcı olabilecek bir terapistle paylaşmaktı. Anoreksiyle ve anoreksik düşünce yapısıyla boğuştuğum için, örneğin, şişman olduğumu söylüyordum. Bana sürekli olarak şişman olmadığım söyleniyordu ve bunun üzerine terapist bana gerçekte ne düşündüğümü soruyordu; bu, çok kafa karıştırıcı bir soruydu. Söylediğim şey zaten gerçekte ne düşündüğümdü. Terapistimin tepkileri sonucunda zamanla şunu anladım ki, düşündüğüm şey –yani şişman olduğum– yanlıştı, terapistim beni anlamıyor ya da benimle empati kurmuyordu ve sabrı tükenmeye başlamıştı.
Yıllar içerisinde, bilinçdışı olarak, terapistlerin ne söylememi istediğini sezmeye başladım; örneğin, gündelik sorunlarımdan bahsetmeli, ne yediğimi falan anlatmalıydım ve böylece terapistime bu sorunlar için kültür tarafından onaylanmış çözümler önerme fırsatı vermeliydim. Bir noktayı açıklığa kavuşturmak istiyorum: Bunu yaptığımın farkında değildim. Kafam çok sayıdaki terapistimin tepkileriyle ve cevaplarıyla o kadar doluydu ki bir bakıma onların istediği şekilde davranmak konusunda eğitilmiş gibiydim. Tepkilerimin, inançlarımın ve düşüncelerimin yüzeyinin altında neler olup bittiğini keşfetmek, bu yolla kim olduğum bilgisine erişmek ve sonra da bu kişiyi ifade etmeyi öğrenmeye çalışmak yerine, başka insanların benden ne istediğini ya da beklediğini sezme ve bu beklentileri karşılama becerim giderek artıyordu. Terapistlerimden öğrendiklerim, aslında zaten hâkim kültürden öğrendiğim bir şeydi: Kendim ve dünyadaki varlığım hakkında ne hissettiğim üzerine konuşmam doğru değildi.
Tedavisi farklı olsaydı anoreksiye dair anlayışımızın ne kadar farklı olabileceği sık sık kafama takılıyor. Hâlihazırda anoreksinin temel tedavisi, hastayı hastaneye yatırmak. Bu süre boyunca hasta, hayatını yöneten bir dizi kurala tabi tutuluyor ve sabah beşte zorunlu tartılmayla başlanarak hastanın bütün günü programlanıyor. Böylesine aşırı bir kontrolün ve gözetimin dayatılmasının, tanımı itibariyle aşırı kontrolden ve aşırı dikkatten kaynaklanan bir hastalığın iyileşmesini sağlaması düşünülemez. Bu tedavi güçlü bir mesaj vermeye yöneliktir ve bize, büyük çoğunluğu genç kızlardan ve kadınlardan oluşan anoreksiklerin yanlış düşündüklerini ve yanlış davrandıklarını söyler. Bu genç kızlar ve kadınlar disipline edici bir güç kullanılarak doğru davranışın ne olduğu konusunda eğitilmeli ve böylece uzaklaşmış oldukları kültüre uyum göstermeleri sağlanmalıdır.
Bu tedavi tarzının ruhsal hastalıklar yaşayan çoğu kişiye uygulanan tedavilerle pek çok ortak yanı var: Bu hastalar da, akıl hastanelerine yatırılarak ve/veya gündelik hayatlarını etkileyen ve bazen ömürlerini kısaltabilen dolaylı yan etkilere sahip ilaçlar kullanmaya zorlanarak tıbbileştirilir. Ayrıca, anoreksiklerden bipolarlara, depresiflerden anksiyete sorunu olanlara kadar tüm hastalar, çoğu bu tür hastalıklar yaşamamış olan ve otoritenin bakış açısıyla konuşan sağlık profesyonelleri tarafından tedavi ediliyor. Ruhsal hastalıkları olanlar sapma gösteren kişiler olarak algılanırken, doktorları ya da terapistleri “normal olanı” ve hastanın ulaşmayı amaçlaması gerekeni temsil ediyor. Başka bir deyişle, tedavi, bir doğru bir de yanlış yol olduğu fikri üzerine kurulu; hastalara sunulan tedavi ise, toplum tarafından dayatılan şöyle bir inanca dayandırılıyor: hastanın “yanlış” yolda olduğu, tedavisinin de onu yanlış yoldan çıkarıp doğru yola sokmaya yarayacak bir araç olduğu inancı. Hasta, böylece, hâkim kültür tarafından sorunsuz bir şekilde asimile edilebilir.
Saint-Alban Hastanesinde hemşireler ve hastalar, 1952.
Orta Fransa’daki küçük Saint-Alban-sur-Limagnole köyünde bulunan Saint-Alban Hastanesinin başında, Kurumsal Psikoterapi’nin (KP) kurucusu, Katalan psikiyatrist François Tosquelles vardı. Psikanalizden ve komüniter ideallerden etkilenerek geliştirilen Kurumsal Psikoterapi, iki tür yabancılaşmayı iyileştirmeyi amaçlar: ruhsal bir hastalıkla yaşamanın sonucu olan yabancılaşma ve kapitalist bir toplumda yaşamaktan kaynaklanan yabancılaşma.
Kurumsal psikoterapinin ortaya çıkışında payı olan birçok sebep vardı. Tarihçi Camille Robcis bunu şöyle açıklıyor:
İlk olarak, [hastanedeki doktorlar ve diğer sağlık çalışanları] psikiyatri hastanelerinin [İkinci Dünya Savaşı] sırasındaki durumundan çok rahatsızlardı. Fransa’da, gıda kıtlığı, karneye bağlama ve olumsuz yaşam koşulları yüzünden 40 bin psikiyatri hastası ölmüştü. Artık biliyoruz ki bu ölümler sadece açlık ve soğuktan kaynaklanmıyordu; kısmen, Nazi Devletinin ruh hastalarına yönelik olarak talep ettiği ve Vichy rejiminin sessiz kalarak onay verdiği özgül bir yok etme politikasının sonuçlarıydı. Savaş sırasında ya da savaştan hemen sonra Saint-Alban’da çalışmaya başlayan doktorların pek çoğu, faşizmden kaçmış, Direniş Hareketi’ne katılmış ya da toplama kamplarında tutulmuşlardı. Bu doktorlar psikiyatri hastanesinde de benzer bir “totaliter” ya da “toplamacı” hava gözlemlemiş, bunun bir parçası olmayı reddetmiş ve daha insancıl bir yaklaşımı savunmuşlardı.
Saint-Alban’da herkesin görüşü eşit derecede önemliydi. Hastanede hemşire olarak görev yapan Marius Bonnet, “Her çalışan, psikoterapi sistemine katılıyordu,” diyor. “Mesela bir bahçıvan bir fikir ortaya atıyor, bir hasta da ona bunun kötü bir fikir olduğunu söylüyordu. O döneme dönüp baktığımda ‘Saint-Alban’da kim kimi tedavi ediyordu?’ diye düşünüyorum.” Hiyerarşinin olmadığı bu karşılıklı bakım biçiminde, çalışanlar üniforma giymiyor, görevler ve sorumluluklar topluluğun tüm fertleri arasında paylaşılıyor ve herkesin görüşleri dikkate alınıyordu. Bu eşitlikçi pratik, katılımcıların kendilerini içinde buldukları ortam, teknik olarak, “hasta”ların iyileşmesine yönelik bir ortam gibi görünse de, hakikatte hâkim kültür içinde yaşayan herkesin kültürün arzularını ve ideolojilerini içselleştirmiş olduğunu ve Saint-Alban’ın önerdiği var olma ve birlikte var olma yollarıyla “iyileştirilmeye” ihtiyaç duyduğunu düşündürüyor.
François Tosquelles
Tosquelles, İspanya’da komünist ve anti-Stalinist bir siyasi parti olan POUM’un ilk üyelerindendi; Fransa’ya kaçmadan önce cumhuriyetçilerle birlikte faşistlere karşı savaştı ve Fransa’da da İspanyol mülteciler için kurulan bir toplama kampında tutuldu. Burada kampta tutulanların iyileşmelerine yardımcı olmak için topluluklar kurdu. Bu çalışmalar, Tosquelles’in hem psikiyatrik çalışmaların her yerde yürütülebileceğini hem de bu çalışmaların zihnin “işgal edilmekten kurtarılması” yönündeki kritik çalışmayla içsel olarak bağlantılı olduğunu açıkça görmesini sağladı.
Tosquelles’in çalışmalarında Marx ve Freud, vazgeçilmez önemde figürlerdi. Bu iki düşünürü düşüncesinin temeline yerleştirmek, Tosquelles’in pratiğinin hem aktivizmden hem de psikiyatriden beslenmesini sağladı. Tosquelles faşist rejimden kaçarken yanında iki metin getirmişti: Jacques Lacan’ın 1932 tarihli psikoz üzerine tezi ve Hermann Simon’un Almanya’daki bir akıl hastanesinde yürüttüğü psikiyatri çalışmalarına dayanan “daha aktif” terapi teorisi. Simon, çalışmalarında hastaların aktif olmalarının önemine odaklanmıştı. Bununla amaçladığı, modern psikiyatri kurumlarında genellikle amaçlandığı gibi hastaları bir şeylerle oyalamak değil, onların bir özgürlük duygusunun farkına varmalarına yardımcı olmaktı. Tosquelles’in açıkladığı gibi, hastalara etkinlikler ve sorumluluklar sağlamanın “anlamı, herhangi bir semptomu hafifletmek için ‘hastaları çalıştırmak’ değil, hastaların ve çalışanların kurumu tedavi etmek için çalışmalarını sağlamaktı.” Hastayı değil kurumu tedavi etmeyi amaçlayan Tosquelles ve Kurumsal Psikoterapi, devrimci çalışmalar yaparak kurumların kültürün ve toplumun genelinin mikrokozmosları olduğu yönündeki anlayışlarını hayata geçirdiler; dolayısıyla, bir kültürün mikrokozmosunu iyileştirmek, bütün bir kültürü “işgalden kurtarma” çalışmasını başlatmak, onu kapitalizmin ve iktidarın etkisiyle girdiği yollardan çıkararak iyileştirmek demekti.
İkinci Dünya Savaşı sırasında pek çok sanatçı, düşünür ve aktivist, Saint-Alban’da kendisi için güvenli bir ortam buldu. Bunlardan biri de, hem Gilles Deleuze ve Felix Guattari’nin çalışmalarını hem de sonradan Cezayir’de yürüteceği psikiyatri çalışmalarında hastanenin birçok ilkesini uygulamaya koyacak olan Frantz Fanon’u derinden etkileyen psikiyatrist ve psikanalist Jean Oury’ydi. Hastanenin çalışanları ve hastaları arasında bir aktivist, düşünür ve sanatçı topluluğunun oluşturulması fikri, kolektif ve disiplinler arası Saint-Alban deneyinin ayrılmaz bir parçasıydı. Aslında bu toplanma, bir planlama sonucunda değil, tesadüfen ortaya çıkmış bir durumdu. Hastane, savaşta yer değiştirenler için güvenli bir durak olurken, hastalar ile göçebe ya da sürgündeki sanatçı, yazar ve düşünürler için de bir sığınak hâline geldi. Saint-Alban Hastanesi, orada kalan yaratıcı kişiler ve düşünürler topluluğuyla birlikte evrildi ve bu evrim, başlayacak çalışmanın yörüngesini belirledi: komünal, işbirliğine dayalı, çokdisiplinli ve hiyerarşisiz bir sığınağın yaratılması ve sürdürülmesi. Bu var olma biçimi, yolu hastaneden geçen kişilerin çalışmalarına taşındı ve Saint-Alban’ın pek çok yönü daha sonra yürütülen benzer projelere yansıtıldı.
Jean Oury
1947’de Saint-Alban’da stajyer olarak görev yapan Jean Oury, daha sonra La Borde kliniğini kurdu. Oury, 1924’te Paris’in bir banliyösünde doğmuş, işçi sınıfından bir ailenin oğlu olarak büyümüştü. 1953’te, Paris’e bir saatlik mesafede bulunan Cour-Cheverny’deki La Borde şatosunu satın aldı. Oury, “asylum” kelimesinin gerçek anlamının hakkını verecek bir psikiyatri hastanesi kurmayı planlıyordu. “Asylum” kelimesi, Latincedeki “asylum”dan (koruma alanı), o da Yunancadaki “asylon” (sığınak) kelimesinden gelir.
Hem Saint-Alban’da hem de La Borde’da kurucu nitelikte olan psikanalizin, güncel psikiyatrik ve psikolojik söylemlerin büyük ölçüde dışında bırakılması bana garip geliyor. Psikanalizin bazı yönleri, örneğin Lacan’ın eserleri hâlâ akademide kendine yer bulabiliyor ve Freud’un öğretileri literatür çalışmalarına belli ölçüde dâhil ediliyor. Psikanaliz hâlâ uygulanıyor, ama zaman ayırmayı gerektirmesi, kaçınılmaz şekilde yavaş oluşu ve kısa sürede sonuç verememesi, bilişsel terapinin ve ilaç şirketlerinin sunduğu verimlilik modeliyle taban tabana zıtlık gösteriyor. Örneğin, ben bir bilişsel davranışçı terapi (BDT) uzmanı terapistle BDT seanslarına katılınca rahatsız olduğum düşüncelerin kısa sürede azaldığına tanık oldum. Ama bu müdahalenin etkileri kısa sürdü; terapi sadece yüzeydeki semptomlarımla ilgiliydi ve bu semptomların niye geliştiğiyle hiç ilgilenmedi. Anksiyetemle başa çıkmak için yıllarca antidepresan kullandım. Bu ilaçlar da yararlı oldu, ama bu yarar anksiyetemin semptomlarıyla sınırlı kaldı. İlaçlar gerçekten de anksiyetemi azaltıyordu, ama zaman geçtikçe ve vücudum ilaca alıştıkça, doktorum semptomlarımı kontrol altında tutabilmek için dozu artırmak zorunda kalıyordu ve bir noktada maksimum doza ulaştık. Tıpkı BDT terapistim gibi doktorum da niye anksiyetem olduğu sorusunu hiçbir zaman sormadı.
Hem psikozların hem de nevrozların tedavisinde kısa süreli ve sonuç odaklı psikolojik terapiler ve ilaç tedavileri ön plana çıktı. Bu tedaviler ayırıp yaftalamaya, indirgeyerek basitleştirmeye dayanıyor. İki yaklaşım da, hastada yanlış bir durum olduğu ve bunun kısa sürede düzeltilebileceği –ve düzeltilmesi gerektiği– temel öncülüne dayanıyor. Hâkim konumdaki bu indirgemeci tedaviler, Herbert Marcuse’nin bir kişinin düşünce süreçlerinin devlet/kapitalizm tarafından içe atılan arzulara indirgenmesi olarak tanımladığı durumun sonucudur. Tek Boyutlu İnsan’da Marcuse bu kaymayı dil bakımından açıklar:
[S]avunma laboratuvarları ve şirket yönetimi büroları, hükümetler ve makineler, zaman denetçileri ve yöneticiler, verimlilik uzmanları ve (liderlere uygun makyajlar sunan) politik güzellik salonları, değişik bir dil kullanıyorlar ve, şu an için, son sözü onlar söylemiş gibi görünüyor. Bu, emir veren ve örgütleyen, insanları yapmaya, satın almaya ve kabul etmeye yönelten sözdür.
Marcuse’nin tanımladığı dil, hukukidir ve kapitalizmin metalaştırma, yalayıp yutma, asimile etme ve her şeyi temel değerine indirgeme şeklini taklit eder. Başka bir deyişle, Marcuse hesaplamanın ve değerlendirmenin/değer biçmenin dilini açıklar; insanların ve hayatlarının değerini belirlemek ve sabitlemek için dilin nasıl kullanıldığını ortaya koyar. Marcuse’nin tanımladığı kültürde, sorular meraktan değil, ters çevrilmiş bildirimler olarak sorulur.
Bu kültürün dili, Marcuse’nin “Bütünsel Yönetim Dili”nden kaynaklandığını söylediği bir düşünce biçiminin dışsallaştırılmasıdır; değeri niceliğe çevirmeye yarayan bir araca indirgenmiş bir düşünce biçimidir bu. “Bütünsel Yönetim” dili, yarattığı ve sürdürdüğü kültürdeki herkes tarafından içselleştirilir. Bu içselleştirme, çocukların diğer çocuklara göre bireysel değerleri konusunda takıntılı hâle gelmeleriyle başlar. Kendini karşılaştırmak, hayatın tüm yönlerinde kendini metalaştırmanın bir aracı olarak, öğrenilmiş de olsa içsel hâle gelen bir kendini iyileştirme alışkanlığına dönüşür. Bu tüketim dili tınıdan yoksundur, bir tortu bırakmaz ve metafora ya da sembolizme direnir. Sadece, kültürün sindirilebilir olgular olarak gördüklerini değerlendirir ve etiketler ya da iletir. Sonuç, slogan benzeri özlü bir iki cümleyle açıklanamayan her şeyin dışarıda bırakılmasına ve unutulmasına yol açan, delik deşik bir dildir. Bu yüzden, kolayca tüketilemeyen insanlar ve kavramlar, kültürün dilinin dışında kalır.
Orta sınıftan insanların sık sık işçi sınıfından kimseyi görmediklerini söylemeleri beni çok şaşırtıyor; bu insanların her gün taksicilerle, metro ve tren işçileriyle, postacılarla, garsonlarla, hemşirelerle ve bakıcılarla karşılaşıyor olmaları lazım. Garip bir durum olan bu göremeyişin sebebi, işçi sınıfının ve yoksulların, kültür tarafından onaylanan dilin ya da kültürel imgeleme ait imgelerin parçaları olmamalarıdır ve bu kültürel yokluklar, işçi sınıfını ve yoksul insanları, kendilerini silen kültürde var olan gerçek insanlar olmaktan çıkarmaya yarar.
Yarılma ve silmelerle dolu olan Bütünsel Yönetim Dilinin bir alternatifi, içinde yaşanabilir ya da bedenleştirilmiş olan bir dildir. Bu, tamlığın, karmaşık kesişimlerin ve gri alanların dilidir. Geniş bir düşünme ve konuşma aralığındaki hareketleri barındıran farklı hızların ve ritimlerin, tereddütlerin ve sessizliklerin dilidir. Bu dil, La Borde’un ve Saint-Alban’ın dilidir. Herkesi ve her şeyi içerir. Herkesi dinler, herkesin bakış açılarına ve görüşlerine eşit derecede önem verir.
La Borde’da hastalar şatoda ve bahçesinde serbestçe hareket edebiliyor, istedikleri yere gidebiliyor ve ortamı keşfedebiliyorlardı. Bu hareket özgürlüğü son derece önemlidir; psikiyatri servisleri ve hastaneleri kurumsal yapılardır ve esas itibariyle birer topluluk olan Saint-Alban ve La Borde’dan çok cezaevlerine ve kilit altındaki psikiyatri tesislerine benzer. Saint-Alban’da olduğu gibi, La Borde’daki hastalar da çalışanların sorumluluklarını paylaşıyor ve topluluk toplantılarına katılıyorlardı. Oury tarafından hastanenin eşdirektörü olarak görev yapmak üzere davet edilen Felix Guattari, herkesin rastgele olarak görevleri ve sorumlulukları değiş tokuş etmesine olanak tanıyan “ızgara” diye bir sistem oluşturmuştu. La Borde’da, hastalar hastanenin yönetimine katılıyor, işçiler kan almak gibi normalde doktorların ve hemşirelerin yaptığı işleri yapıyor, doktorlar ve hemşireler de bulaşık yıkıyordu. Kliniğin hedefi, hastaları “tedavi etmek” değil, her bireyi, sanki bir sanatçıymış gibi, kendi kendini yaratma sürecine katılmaya teşvik etmekti.
1996’da yönetmen Nicolas Philibert, La Borde hakkında La moindre des choses adlı çok güzel bir belgesel çekti. Bu filmde beni en çok şaşırtan, hastaları çalışanlardan ayırmanın imkânsız oluşuydu. Tüm çalışanlar gibi Guattari de, eşi, bir kızı ve iki oğluyla birlikte La Borde’da yaşıyordu. Hastalara –istedikleri gibi yürümeleri ve hiyerarşik değeri değişen pek çok farklı iş yapmaları için– ayrılan alan, doktorlara, hemşirelere ve diğer çalışanlara ayrılan alandan farklı değildi ve insanların La Borde’daki ve bahçesindeki alanda hareket etmelerini izlerken, hareket etmek, düşünmek ve, nihayetinde, iyileşmek için alanın ne kadar gerekli olduğunu anladım. Günümüz dünyasında alan, yoksulların, göçmenlerin, mahpusların, yaşlıların ve hastaların ulaşamadığı bir lükstür.
Emmanuelle Guattari, Le borde kliniğinde
La Borde, psikiyatrinin altyapısı tamamen değiştirilmediği sürece psikotiklerin tedavi edilemeyecekleri ilkesine dayanıyordu. Guattari’ye göre, Kurumsal Psikoterapi’nin amacı, hastalarla birlikte dünyayla bağ kurmanın yeni bir yolunu öğrenmekti. “La Borde: A Clinic Unlike Any Other” başlıklı yazısında Guattari şöyle der:
Psikozu ve kurumsal çalışmanın psikoz üzerinde yaratabileceği etkiyi o zaman öğrendim. Bu iki konu arasında derin bir bağlantı vardır, çünkü geleneksel cezaevi sistemlerinin ortamında psikotik özellikler esaslı bir bozulmaya uğrar. Psikoz gerçek yüzünü ancak uygun kurumların içerisinde, onun etrafında geliştirilen kolektif bir yaşamda gösterir; bu yüz, çoğu kişinin inandığı gibi kesinlikle garipliğin ya da şiddetin yüzü değil, dünyayla farklı bir ilişkinin yüzüdür.
Guattari’nin fikri, hem yeni hem de derindir. Guattari, psikoz yaşayan bir kişinin psikozunun, yaşadığı ortama göre değişeceğini söyler; dolayısıyla, onu hapsederek, bir yere bağlayarak, aşırı dozlarda ilaca ve başka sindirme yöntemlerine maruz bırakarak korku yoluyla tedavi etmeye çalışmanın, psikozunu bir korku ve paranoya psikozuna dönüştürmekten başka işe yaramayacağını öne sürer. Psikotik olsun ya da olmasın, böyle bir duruma düşen birinin dehşete ve paranoyaya kapılmaması mümkün müdür? Bu, psişeyi değişikliğe uğratan, maruz kalan kişinin kişiliğini dönüştüren bir şok ve travmadır. Guattari, bunun tersi yapıldığında ve aynı hastaya –hem psişik hem de zihinsel ve fiziksel anlamda– alan tanındığında ve onu psikiyatrik tedavinin geleneksel formlarıyla baskılama seçeneği reddedildiğinde de hastanın psikozunun dönüştüğünü fark etti. Psikozlu kişiyi bir kişi olarak tanıyor ve onunla, iktidarını hastaya dayatan bir otorite figürü olarak değil, bir kişiyle bağ kuran diğer bir kişi olarak bağ kuruyordu.
Guattari, hastaları yaftalamak ile bu yaftalara dayanarak farklı şekilde yaftalanmış grupları hiyerarşik bir sistemde birbirinden ayrıştırmak arasındaki bağlantıyı açık hâle getirir. Şöyle der:
Ne yazık ki, Fransa’da ve pek çok başka ülkede resmî yönelim, ayrıştırmanın pekiştirilmesine yöneliktir: Kronik hastalar “uzun vadeli” olarak kurumlara yerleştirilir, yani aslında tecrit ve eylemsizlik içinde sinmeye bırakılır; akut vakalar ise alkolikler, uyuşturucu kullanıcıları, Alzheimer hastaları gibi özel hizmetler alırlar. La Borde’daki deneyimimiz, bize, tam tersine, farklı nozografik kategorilerin karışımının ve farklı yaş grupları arasında düzenli karşılaşmaların ihmal edilemeyecek derecede belirgin terapötik vektörler teşkil edebileceğini gösterdi. Ayrıştırıcı tutumlar bir bütün oluşturur: Ruhsal hastalıklar konusunda gördüğümüz tutumlar; ruhsal hastalıkları olanları “normal” dünyadan tecrit eden uygulamalar; “sorunlu çocuklar”la ilgili olarak karşılaştığımız yaklaşımlar; yaşlıları bir tür geriyatrik gettoya sürgün tutumlar… bunların tümü, ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve kültürel ve varoluşsal farklılıkların reddedilmesinin oluşturduğu sürekliliğin bir parçasıdır.
Guattari, bağlantılı olduğu anti-psikiyatri hareketinden bazı başka kişilerin aksine, ruhsal hastalıkların bir mit olduğuna inanmıyordu; bunun yerine, Batı’da psikiyatrinin uygulanma biçiminin doğasında var olan iktidar yapılarının, baskıya eğilimli olmaları açısından sorunlu olduğunu ve bu baskı biçimlerinin hastalar için zararlı olduğunu öne sürüyordu. Guattari’nin yaşadığı dönemde, baskıcı tedaviler arasında elektroşok terapisi, insülin koma tedavisi ve beyin lobotomileri de vardı. Günümüzde ise aşırı dozda ilaç kullanımı, ilaçların hastalara boyun eğdirmek için kullanılması, bağlama, hücrede tecrit ve zorla hastaneye yatırma gibi baskıcı tedavilere başvuruluyor. Ayrıca, yetişkin insanlara bir süreliğine sevdikleri şeyleri yapmalarının yasaklanması gibi cezalar veriliyor. Ruh hastalarının tedavisinin doğasında var olan iktidar yapısı, çocuklaştırma eğilimiyle hastalara zarar veriyor.
Psikanalizi ilk ortaya attığı andan itibaren Freud’un başlıca ilgisi hep bastırma fikrine yönelik oldu; psikanaliz, gerek bireysel gerekse kültürel seviyede bastırılan unsurlara erişmek için bir araç sağladı. Başka bir deyişle, psikanaliz bilinç dışından kültürel ideolojileri ve arzuları ya da Marcuse’nin “sahte ihtiyaçlar” dediği şeyi ayırmaya yarayan bir araç sağlar. Marcuse şöyle der:
Gerçek ve sahte ihtiyaçları ayırt edebiliriz. “Sahte” ihtiyaçlar, bireyin baskılanışındaki tikel toplumsal çıkarlar tarafından ona yukarıdan dayatılanlardır; eziyeti, saldırganlığı, sefaleti ve adaletsizliği sürdüren ihtiyaçlardır. Karşılanmaları bireye büyük bir doyum sağlayabilir, ama bu mutluluk, bütünün hastalığını anlama ve hastalığı iyileştirme fırsatlarını kavrama noktasında (hem kendisinin hem de başkalarının) yeteneğinin gelişimini durdurmaya yaradığı takdirde, sürdürülmesi ve korunması gereken bir koşul değildir. Bu durumda, sonuç mutsuzluk içinde kendinden geçmedir. Reklamlara uygun olarak dinlenme, eğlenme, davranma ve tüketme, başkalarının sevdiklerini sevme ve nefret ettiklerinden nefret etme gibi yaygın ihtiyaçların çoğu, bu sahte ihtiyaçlar kategorisindedir.
Marcuse bunun iki tür panzehri olabileceğini öne sürer: Birincisi, bu “sahte” ihtiyaçların içe yansıtılmasının ve baskılanmasının bilincine varmalıyız ve ikincisi, bunların yerine “gerçek” ihtiyaçları koymalıyız:
Her özgürleşme, esaretin bilincine varılmasına dayanır ve bu bilincin doğuşu, her zaman, büyük ölçüde bireyin kendisine ait hâle gelmiş olan ihtiyaçların ve doyumların hâkimiyeti tarafından engellenir. Süreç, her zaman, bir ön koşullandırma sistemini bir başkasıyla değiştirir; en uygun hedef, sahte ihtiyaçların yerine gerçek olanların konması ve baskıcı doyumun terk edilmesidir.
Özellikle Lacancı psikanaliz, kendimizi –zihinlerimizi– dışarıdan içimize yansıtılan arzu ve ideolojilerden kurtarıp özgürleştirmenin bir yolunu sunar. Öncelikle, Samo Tomšič’in Kapitalist Bilinçdışı’nda belirttiği gibi, “Lacan, hedef kitlesiyle ve analitik toplulukla ilişkisinde analizan konumunu benimsediğini öne sürmüştür”. Psikanalizde analizan hastadır, yani analizden geçen kişidir; analist ise terapisttir, yani analizanın analiz sürecine yardım eden kişidir. Analist ve analizan kelimeleri yazılış ve ses olarak benzerdir ve bu bir hata değildir. Analistin ve analizanın çalışması işbirliğine dayanır; bu iki kişi bir ekiptir. Bu yaklaşım, terapistin daha yaygın olan otorite figürü olma ve hastaya onunla ilgili klinik yorumlarını sunma rolünden belirgin bir şekilde farklıdır. Psikanalitik olmayan psikiyatrist bir doktordur ve hastaya tanı koyarak kendi belirlediği ve reçete ettiği terapötik araçlarla onu iyileştirmeye çalışır. Bu iktidar dinamiği psikanalizde de ortaya çıkabilir, ama böyle bir potansiyel olduğunun bilincinde olunması ve bunu giderecek adımlar atılması da psikanalitik sürecin bir parçasıdır.
Lacancı bir psikanalitik ilişkide analizan konuşur, aklına gelen her şeyi söze döker ve analist de boşlukları ya da kopuklukları andıran vurgulamalarla ya da küçük söz kesmelerle ona yanıt verir. Lacan, analistin analizanın sözlerini tercüme edemeyeceğine ve analistin her vurgulamasının sadece “kesmeler” yoluyla işlemesi gerektiğine inanıyordu: yani, analistin, analizanın bilinç akışı anlatısında bir gerilim ya da sürçme noktasının ortaya çıktığını düşündüğü yerlerde sorduğu sorular ya da küçük yorumlarla.
Dilsiz bir çocuk ve sesini çıkarmama ve yükseltmeme yönündeki kültürel yönlendirmeyi içselleştirmiş bir yetişkin olarak, son iki senede psikanaliz ve düzenli olarak yüksek sesle konuşma pratiği psişemi ancak yeni yeni fark etmeye başladığım şekillerde değiştirdi. Düşüncelerimi aklıma geldikleri anda hemen söze dökerek, düşünmeyi ve aklı vücuduma katıyorum. Hiçbir söylediğimin yargılanmadığı ve tepki görmediği bir ortamda aklıma gelen her şeyi özgürce söyleyebilmek, konuşarak kendimi var etmeme izin veriyor.
Psikanalizin gerçek anlamda öncülü olan “yüksek sesle düşünmek”, gerçekte eleştirel düşünmek, hatta herhangi bir şekilde düşünmek için gerekli bir pratiktir. Hannah Arendt, Zihnin Yaşamı’nda “eyleme dayalı yaşam biçimi ‘zahmetli’yken, tefekkür yaşamı tam anlamıyla dinginliktir; eylem yaşamı kamusalken, tefekkür yaşamı ‘inzivai’dir,” der. Bu düşünceler, Arendt’in, eski Nazi subayı Adolf Eichmann’ın Kudüs’te yapılan yargılanmasını izleme deneyiminden kaynaklanmıştır. Eichmann, başka suçlarının yanı sıra, Avrupa’nın çeşitli yerlerindeki Yahudilerin kitlesel olarak toplama kamplarına taşınmasının başlıca sorumlularından biriydi. Arendt, New Yorker dergisinin muhabiri olarak izlediği duruşmalardan sonra şu sonuca ulaşır: “[Eichmann’da] katı ideolojik inançların ya da özgül kötücül güdülerin hiçbir emaresi yoktu ve gerek duruşmada gerekse duruşma öncesi polis sorgusu boyunca geçmişteki davranışlarıyla ilgili olarak sezilebilecek tek özellik tamamen olumsuzdu; bunları aptallıktan değil, düşüncesizlikten yapmıştı.” Bu deneyim ve Arendt’in düşünerek ulaştığı sonuçlar, onu doğrudan düşünmeyle ilgili değerlendirmelere yöneltir: Düşünmek nedir? Düşünme pratiğini gerçekleştirirken nerede oluruz? Düşünmediğimizde, aktif olarak zihnin yaşamını yaşamaya çalışmadığımızda ne olur?
Tosquelles’in toplama kampında yaşama deneyimi, faşizm, totalitarizm ve zihin arasındaki bağlantıları görmesini sağlamış ve Saint-Alban’daki çalışmalarını etkilemişti. Robcis, bu bağlantıyı betimleyerek savaş sırasındaki Saint-Alban üzerine şunları yazmıştır:
Saint-Alban’da çalışan personel, rahibeler ve doktorlar, civarda yaşayanların yardımıyla artan yiyecekleri toplayarak hayatta kalmaya ve hastalarını beslemeye çalışıyorlardı. Saint-Alban’daki çeşitli doktorlar, beslenme sorununu halletme çabalarının yanı sıra, psikiyatrik bakımın pratiğini ve teorik temellerini sorgulamaya ve yeniden düşünmeye başladılar. Savaşın ve faşizmin özellikle aşikâr kıldığı gibi, işgal sadece fiziksel bir durum değildi, aynı zamanda bir zihin durumuydu.
Saint-Alban’da -hiyerarşilerden ve önyargılı inançlardan vazgeçerek deneysel bir iyileşme yeri hâline gelen hastanede- ulaşılan sonuç, katılanların çalışmalarında devrimci düşüncenin tohumunu ekti ve kültürel normlara bağlı kalamayan ya da kalmak istemeyen kişileri ayrıştırmanın bir ihtiyaç olduğu yönündeki varsayımın yanlışlığını kanıtladı. Hem mecazi hem de gerçek anlamda duvarları yıkmak, bedeni ve zihni işgalden kurtarma çalışmasında muazzam bir öneme sahipti.
Communemag dergisinde yayınlanan “The Only Cure is to Change the World” başlıklı yazıdan kısaltılarak çevrildi. Metin, Cynthia Cruz’un Disquieting: Essays on Silence başlıklı kitabından alınmış.